16 Ocak 2008 Çarşamba

insan

İnsan en büyüksavaşı kendi içinde veriyor. Birbiriyle çelişenduygularımızla hırpalanıyoruz, kimsenin görmediği bir savaş alanı gibi içimiz, kendi ölülerimizle doluyor, duygularımızdan hangisi galip gelirse gelsin, patlayan duygularımızla birilerinin vurulacağını biliyoruz artık. İsteklerimizi, coşkularımızı, özlemlerimizievcilleştirmeli miyiz, kendi kendimizin avcısı olup kafeslere mıkapatmalıyız ruhumuzu?Bilinmeyenin bizde yarattığı o çıldırtıcı merakın peşinden mikoşmalıyız yoksa bilinmeyenden saklı olana duyduğumuz korkuylageri mi durmalıyız. Ne yapmalıyız, bu hayatı nasıl yaşamalıyız?Kendimizden başka bir dostumuzun, kendimizden başka bir ordumuzunolmadığı bir savaşta bölünen ruhumuzun hangi tarafının zaferiiçin uğraşmalıyız. Hangi tarafı tutarsak tutalım neticede yine de bir tarafımıza ihanet etmiş olmayacak mıyız, ihanetsiz yaratılamayacak bir geleceğin yükünü taşıyabilecek kadar güçlü müyüz?Kaçsak, gidecek yerimiz yok, kendi kendimize tutsağız, savaşsakvuracağımız başkalarıyla birlikte yine kendimiz olacağız.Ayaklanmış duygularımızın birbiriyle vuruştuğu bir savaş yaşıyoruz.Geçmişten geleceğe ancak savaşla geçebiliyor ruhumuz, geçmişi olanıngeleceği savaşsız yaratılmıyor. Hem mutlu hem huzurlu, hem coşkulu hemkorkusuz, hem arzulu hem kuşkusuz olamaz mıyız,geleceği başkalarınınhayatlarına dokunmadan, onlarda acınacak yaralarla yaralanmadanyaratamaz mıyız?Nedir bu savaşın ardındaki sır, hangi buyu bizi bizimle vuruşturuyor,hangi korkunç kader geçmişimizi geleceğimizle çarpıştırıyor?Huzur bütün duygularımızı barış içinde tutmaksa eğer, hiç mi huzurluolamayacağız, bir huzursuzluğa mı mahkumuz? En korkunç savaşı kendi içimizde yaşarken, ne yapmalıyız?Kim akıl verebilir bize? Kim bize yol gösterebilir?Savaşa savaşa, her savaşta bir parçamızı öldürerek mi yürüyeceğiz hayatın içinde?Her mutluluk bir acıdan mı süzülecek?Pusularla, ihanetlerle, saldırılarla, geri çekilmelerle, mütarekelerle,kaçışlarla, esaretlerle dolu bir savaşı yalnız başımıza yaşıyoruz, kimgalip gelirse gelsin bir tarafımız hep yeniliyor.Yenilmeden galip gelemiyoruz.Her zafer bir yenilginin izini bırakıyor derinimizde.Zaferlerimiz kadar da yenilgilerimiz oluyor.Kendi kendimizle savaşarak yürüyoruz.Ve savaş, biz bittiğimizde bitiyor ancak.


Bir ormanda iki kisi agac kesiyormus. Birinci adam sabahlari erkenden kalkiyor, agac kesmeye basliyormus, bir agac devrilirken hemen digerine geciyormus. Gun boyu ne dinleniyor ne ogle yemegi icin kendine vakit ayiriyormus. Aksamlari da arkadasindan bir kac saat sonra agac kesmeyi birakiyormus. Ikinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya basladiginda eve donuyormus. Bir hafta boyunca bu tempoda calistiktan sonra ne kadar agac kestiklerini saymaya baslamislar. Sonuc : Ikinci adam cok daha fazla agac kesmis. Birinci adam ofkelenmis :" Bu nasil olabilir ? Ben daha cok calistim. Senden daha erken ise basladim, senden daha gec bitirdim. Ama sen daha fazla agac kestin. Bu isin sirri ne ?"Ikinci adam yuzunde tebessumle yanit vermis :" Ortada bir sir yok. Sen durmaksizin calisirken, ben arada bir dinlenip baltami biliyordum. Keskin baltayla, daha az cabayla daha cok agac kesilir."Kendimizi gelistirmek , baltamizi bilemektir. Kendimize zaman ayirip, yasamimizi objektif bir bakisla gozden gecirmektir. Zayif buldugumuz alanlarimizi gelistirmek icin caba gostermektir. Bu, zihnimizin, ruhumuzun, karakterimizin guclenmesi icin olmazsa olmaz bir kosuldur. Delfi'deki unlu tapinakta Sokrat'in su sozu yer alir :" Insan Kendini Tani "Kendini tanimak, su anda oldugumuz noktayla olmak istedigimiz nokta arasindaki yoldur. Kendini tanimak, kendimizi nasil gordugumuz ile baskalarinin bizi nasil gordugu arasinda aci olmamasi anlamina gelir. Bireysel ve is yasamimizda basarili, mutlu ve doyumlu olmak istiyorsak, baltamizi bilemek icin kendimize zaman ayirmaliyiz.





Işın Ramadan Cemil
Yaramaz ama çok zeki. Bu sözler en yakınları tarafından Işın Ramadan Cemil’i tanımlamak için kullanılan sözler. 23 Eylül 1948’de Ramadan Cemil ailesinin ortanca çocuğu olarak Limasol’da dünyaya gelen Işın Hanım, ablası Ayşen ve kardeşi Hasan ile yıllar sonra “Hayatının en mutlu ve en güzel dönemi” olarak tanımladığı bir çocukluk yaşar.
Kıbrıs’ın köklü ailelerinden biri olan Ramadan Cemillerin küçük ve haşarı kızı özellikle annesi Havva Hanım’ın çabaları sayesinde, döneminin en iyi eğitimini alarak büyümeye başlar. Önce Kıbrıs’ın ilk anaokullarından olan Macide Hanım Anaokulu’nda çocukluğunu doyasıya yaşar. İlk öğretimini Sedat Simavi İlkokulu’nda sürdürürken özel piyano dersi için Rum kesimine gidip gelmektedir. Henüz daha Türk-Rum çatışmaları başlamamıştır. Fransız Okulu’nda piyano dersi yanında kız çocukları için çok özel olan bale dersleri başlatılır küçük Işın için. Hocası Viyana’dan Madam Huri’dir.
Kardeşleri, anne ve babası ile birlikte çok sıkı aile bağlarına sahip olur Işın Hanım. O kadar ki hayattaki en önemli şeyler arasında aile ilişkilerini en öne yerleştirir her zaman. Işın’la birlikte eğitimlerine özen gösterilen Ayşen ve Hasan da büyümektedir bu arada. Abla Ayşen Ramadan Cemil’in çok güzel piyano çalıyor olması küçük Işın’ın da piyanoya yönelmesinde büyük etken oluyor. Ancak Ayşen’in güzel piyanosu , Işın Hanım’ın ileriki yaşamında acıyla eş anlam taşıyacaktır.
Işın Ramadan Cemil, 12 yaşına geldiğinde, hayatında dönüm noktası olacak bir acı yaşar. Ailenin, özenilerek yetiştirilen birinci kızı Ayşen Ramadan Cemil, Robert Kolej’de eğitimine başladığı ilk yılın Şubat ayında Ada’ya dönerken feci bir uçak kazası sonucu yaşamını yitirir. Aile büyük bir acıya boğulur. O kadar ki ailenin temel direği Havva Hanım, çocuklarının yurt dışında eğitim görmesini kesin olarak yasaklar. Abla Ayşen’in cenazesi, o dönemde içten içe kaynayan Rum ve Türk toplumunun ileri gelenlerinin ve din adamlarının bir cenazede bir araya gelmesine neden olur. Çok sevdiği ablasını kaybeden küçük Işın, artık piyanoya acıyla bakmaktadır.
Işın Ramadan Cemil, kolej çağına geldiğinde, anne Havva Hanım, yüreğine taş basarak, çocukları için sözünden döner ve Işın ile Hasan’a eğitim için İstanbul yolu görünür. Derslerinde çok başarılı olan Işın zor bir sınav atlatarak Robert Koleje başlarken küçük kardeş Hasan da Özel Kadıköy Kolejinde eğitim görmeye başlar. İstanbul’da kardeşi ile başarı dolu öğrencilik yıllarının ardından Işın, 1969 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olur. 1973-74 yıllarında Lisansüstü eğitim için Sorbon’da eğitimine devam eden Işın Ramadan Cemil, 74 yılına gelindiğinde Kıbrıs’ta yaşanan savaşın acısını hissedecektir. Limasolun tanınmış esnafından olan baba Ramadan Cemil, tüm varını yoğunu Güney’de bırakarak, ailesiyle birlikte Kuzeye geçerek Girne’ye yerleşir.
Başarılı eğitim yıllarının ardından baba ocağına dönen Işın Ramadan, 74 yılından itibaren Dışişleri Bakanlığı’nda göreve başlar. 3 yıl boyunca dışişleri mensubu olarak görev yapan Işın Hanım, 1977 yılında kardeşi Hasan’a yardımcı olmak amacıyla işinden ayrılır. Ancak, Ramadan Cemil İşletmeleri’ndeki çalışma dönemi, 19 Ocak 1978’de kızı Ayşen ve ardından 17 Nisan 1979’da da oğlu Ramadan’ın doğumu ile uzun bir kesintiye uğrar.
Kendine annesi Havva Hanım’ı örnek alan Işın Hanım, çocuklarını en iyi şekilde yetiştirerek en iyi okullarda okutma hedefine sahiptir. Çocuklarını yetiştirmek için çok uğraş verir Işın Hanım, annesi Havva Hanım da her zaman yanında olur. Kendi çocuklarını yetiştirirken de çok modern ve ilerici olan Havva Hanım, kızı üzerinde olduğu gibi torunları üzerinde de çok etkilidir. Çocuklarında, kendi yaşamında eksik kalan ve hep özlemini duyduğu iyi eğitim hedefini gerçekleştiren Havva Hanım, Ayşen ile Ramadan’ın da eğitimli birer insan olarak yetişmesinde söz sahibi olmuştur.
Önce Ayşen, ardından da Ramadan Cenevre’de Lö Roze Ortaöğretim Kurumu’ndan annelerinin övünç kaynağı olarak mezun olurlar. Hatta Ramadan, Avrupa sosyetesinin eğitim gördüğü okulundan birincilikle mezun olarak hem Türklerin hem de annesinin gurur kaynağı olur. İki kardeş daha sonra Ramadan Cemil İşletmeleri’nin kurucusu dayıları Hasan Ramadan Cemil’in yönlendirmesi ile Amerika’da işletme eğitimi alırlar. Bu eğitim onları aile işletmelerinin yönetimine hazırlar.
1989-1995 yılları arası Işın Hanım’ın hayatında farklı bir dönemdir. Renkli ve hareketli yaşamı her zaman seven Işın Hanım, bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin Marsilya Başkonsolosu eşi olarak ülkesini yurtdışında başarıyla temsil eder. Hobileri arasında yer alan dekorasyon ve sinema sayesinde Fransa’da çeşitli etkinlikler gerçekleştirir. Başkonsolos eşi olarak çeşitli sergilere ev sahipliği yaparken bir yandan da Fransızlara Türkçe dersleri verir. Türk sinema günleri düzenleyerek Türk sinemasının tanınmasına katkı koymaya çalışır.
Dolu dolu geçirdiği yurtdışı yaşamından sonra 1996 yılında Ada’ya kesin dönüş yapan Işın Ramadan Cemil’in iş yaşamı yeniden başlayacaktır. Kardeşi Hasan Ramadan Cemil’le birlikte aile şirketlerini yönetmeye başlayan Işın Hanım’ın hedefi toplumuna birşeyler vermektir. Kardeşiyle birlikte en güzeli yaratmaya çalışan Işın Ramadan Cemil’in yaşamında yeni bir sayfa açılmıştır artık. İnsanları seven ve eşitlikçi bir yapıya sahip olan Işın Hanım, şirketlerinde de bu özellikleriyle öne çıkar. Dostlarına, ailesine kısaca insanlara çok düşkün olan Işın Hanım, evinde çalışanlarla da aynı ilişkileri kurmaya özen gösteriyor. 14 yaşından itibaren kendileriyle birlikte yaşayan sadık yardımcıları Havva Hanım bakın Işın Hanım’ı nasıl tanımlıyor.
Takvimler 1999’u gösterdiğinde Ramadan Cemil ailesi yine büyük bir acıyla sarsılacaktır. Hasan Ramadan Cemil başkanlığında yürüyen aile şirketleri, Hasan Beyin ani ölümü ile birdenbire Işın Hanım’ın sorumluluğuna geçer. Yıllar boyunca önce babasının sonra da kardeşinin öncülüğünde yaşayan şirketlerle başa çıkmak Işın Hanım’a kalmıştır. Yaşanan acı olaylarla birlikte hayat yine de devam etmektedir, hem de artan sorunlarla....
Ramadan Cemil adı, Kıbrıs Türk toplumunun hayatında çok önemli ve tanınan bir isim. Girne’nin girişinde şehri kuşbakışı gören, modern iş merkezinin kökenleri de yıllar öncesine ait. Hasan ve Işın Ramadan Cemil’in anne-babası Piskobulu Hasan Kahya Beyefendi ile büyük baba Baflı Cemil Şemsettin Beyefendi ve baba Limasollu Ramadan Cemil Bey’in yıllar içerisindeki birikimlerinin bir sembolü olarak 1974 sonrasında Girne’ye yansımış Ramadan Cemil İşletmeleri. 1976 yılında Hasan Ramadan Cemil tarafından, bir aile şirketi olarak babasının adına kurulan bu işletmelerin hedefi topluma faydalı birşeyler vermek.
İşletmelerin kurucusu Hasan Ramadan Cemil, binanın yapımında ve dekorasyonunda bile Kıbrıslılık özelliğini yansıtma çabasını korumuş. Limasollu olmanın verdiği özellikle her zaman denizi görmesi için Girne yamaçlarına kurulmuş şirket.
Şirketin an girişinde ve koridorlarında hemen göze çarpan nesneler, Kıbrıs tarihini yansıtan özel izinli tarihi eser kolleksiyonu. Eski Tunç Çağı , Geç Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Geometrik, Helenistik ve Roma dönemine ait tarihi kolleksiyon göz alıcı şekilde karşılar sizi. Eski Girne’yi tasvir eden resimler ise koridorlar boyunca en güzel yol gösterici olur gelenlere.
Bir aile yadigarı olan şirket, Işın Hanım’ın yönetiminde şimdi. Ailenin değişmez prensiplerinden olan sağlam insan ilişkileri şirkette de hemen göze çarpıyor. Personel yıllardır bir aile gibi birbirine kenetlenmiş, sanki bu şirket için var gibi. Şirketin emektar Ziya Beyi Işın Hanım için baba kadar yakın. Küçük Işın’ı çok yaramaz olarak tanımlayan Ziya Bey, bir zamanlar bisikletinde doktora yetiştirdiği şimdilerde patronu olan Işın Hanım ve yaşamını verdiği şirket için bakın neler söylüyor.

Aslı Raman
Bir ilke imza atmak her zaman cesaret ister. Ama tuttuğunu koparan ve azimli bir insansanız bunu başarmak hiç de zor değil. İşte Aslı Raman da ülkemizde bir ilke atarak tarihte yerini alanlardan. Dünyamıza baktığımızda savaşsız bir alan görmek mümkün değil. Ancak yaşam içerisinde, dil din ve ırk farkı gözetmeksizin herkesi mutlu eden ve ortak bir dile sahip olan müzik her toplum için önemli. Aynı zamanda bir ulusun kültür seviyesinin de göstergesi olan müzik, Kıbrıs Türk toplumu için de tescilli artık. DAÜ Müzik Bölümü, Kuzey Kıbrıs için bir ilk ve tabii ki Aslı Giray Raman için de.
DAÜ Müzik Bölümü’nün kurucusu olan Aslı Giray Raman, çok iyi bir piyanist. Müziğe her müzikle ilgili kişi gibi çok küçük yaşlarda başlayan Aslı Hanım, piyanonun kendisi için bu kadar önemli olacağını düşünememiş önceleri. 18 Ağustos 1965 yılında Ankara’da iki kardeşin küçüğü olarak dünyaya geldi. Lefkoşa kökenli Altan ve Halil Giray ailesinin küçük kızıydı Aslı. Dede sünnetçi Mehmet Ali Bey, kulaktan kulağa pek çoğumuzun bildiği bir isim. Müzik öğretmeni anne Altan Hanım, ilk öğretmeni olur Aslı’nın.
Orduda görevli harita mühendisi baba Halil Giray’ın görevi dolayısıyla Aslı 8 yaşına gelene kadar Ankara’da kalıyor aile. Ağabeyi Cem ile ilkokula Ankara Güven İlkokulu’nda başlayan Aslı, okulda hemen kendini gösterir. Hareketli, atılgan, utanmayı bilmeyen Aslı, okul hayatına erken okumayı öğrenerek başarılı bir giriş yapar. Atılgan ve cesur kimliği okulda onu ön plana çıkarmaya yetiyordu.

4 yaşında henüz Kıbrıs’ta iken başladığı piyano serüveni, Aslı’nın hayatında Amerika’da şekillenmeye başlar. 4 yıllık Ankara görevinin ardından Giray ailesi, Amerikaya yerleşmeye karar verir. Philadelphia’ya yerleşen aile hemen çocuklarını okula yazdırarak, eğitimlerine devam etmelerini sağlar. İlk eğitiminin yanında aldığı piyano dersleri Aslı’nın müziğe olan yatkınlığını ortaya çıkarınca Settlement Müzik Okulu’nun da yolu açılmış olur. 1975-1977 yılları boyunca aldığı eğitimin ardından Giray ailesi Amerika’da daha çok yaşayamayacaklarını anlayarak, ülkelerine dönmeye karar verirler. Yıllar süren yurt dışı yaşamının ardından 1977’de Kıbrıs’a döner aile. Türk Maarif Koleji’ne gelen Aslı, ufak tefek fiziğinden dolayı arkadaşları arasında, günün favori çizgi filminden esinlenerek ‘Atom Karınca’ lakabını almakta gecikmez. Kolej yıllarının unutulmaz günlerinden güzel bir hatıra olarak hala daha arkadaşları arasında bu isimle çağrılmakta. Müzikle, piyanoyla birlikte büyümesine rağmen kolej döneminde Aslı’yı esas cezbeden biyoloji olur. Piyano, biyoloji sayesinde ikinci plana atılır. Aslı, müzik değil biyoloji eğitimi almaya karar verir. 1983 yılında girdiği sınavda Amerikan Brown Üniversitesi’ne biyoloji bursu kazanır.
Üniversite eğitimine başlamak Aslı’nın hayatında yeni bir dönüm noktasıdır. Ancak biyoloji için gittiği Amerika’da iki dalda eğitim görme şansına sahip olduğunu öğrenmek Aslı’nın tekrar piyanoya dönmesini sağlar. Önemli hocalarla çalışarak tamamladığı müzik eğitimi Aslı Giray’ın meslek yaşamını şekillendirmeye başlar. Artık biyolojiden bile önce gelmektedir müzik. Ada’ya dönerek öğretmenlik yapmaya başlayan Aslı Giray, hem biyoloji hem müzik hocası olarak derslere girer. Başarılı bir müzik eğitiminin ardından doğal olarak gelen bir müzik yaşamı da başlar Aslı için. 1986 yılında başlayan konserler dizisi yurt dışında da devam eder. İngiltere, İsviçre, Makedonya, Belçika, Amerika, Avusturya, Makedonya ve Türkiye’de konserler verir. Aslı Giray kısa sürede Kıbrıs Türk Müzik yaşamındaki yerini alır. Uluslararası konserlere katılarak adını duyurur.
Uluslararası festivaller müzik yanında özel yaşamı için de çok önemlidir Aslı Hanım için. Çünkü eşi, başarılı flüt sanatçılarımızdan olan Eran Raman’la 1988 yılında Bellapais’te düzenlenen uluslararası müzik festivalinde tanışır. Birlikte çizilecek yeni yaşamın temelleri 1991 yılında atılır. 1993 yılında evlenen Raman çifti, birlikte çeşitli başarılara imza atar. Birlikte konserlere çıkan çiftin müzik yaşamları renkli ve başarılı sayfalarla dolu. Genç yaşta gelen bu başarılar Piyanist Aslı Giray için yeni bir başlangıçtır aslında. Önce Bayraktar Türk Maarif Koleji sonra da Anafartalar Lisesi’nde öğretmenlik yapar. Ancak iki branşta sürdürdüğü meslek yaşamı Kıbrıs’ta Güzel Sanatlar Ortaokulu’nun açılmasıyla rotayı müziğe yöneltir. Kader, Aslı Giray Raman için ‘sonsuza kadar müzik’ demiştir aslında. Güzel Sanatlarda yetiştirmeye başladığı öğrencileri şimdilerde yeni okulundaki öğrencileri.
Takvimler 1993’ü gösterdiğinde öğretmenlikten istifa eden Aslı Giray Raman, kendisine teklif edilen görev için DAÜ’yü seçer. Kuzey Kıbrıs’ın ilk üniversitesi olan Doğu Akdeniz Üniversitesi, Kıbrıs’ta yeni bir ilki yaratmak için Aslı Giray Raman’ı seçer ve DAÜ Fen Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olan DAÜ Müzik Bölümü kurulur.
Aslı Hanım’ın bir kalemde 12 yıllık öğretmenliğini sildiği Müzik Bölümü, Kuzey Kıbrıs’ın müzik yaşamına başarılı sanatçılar yetiştirmeye aday artık. Uluslararası sanatçıların ders verdiği okul tam bir kültür yuvası. Aslı Hanım okulda korepetitör yani öğrenci eşlikli çalışmaları yanında müzik tarihi dersleri de veriyor. Okulun öğretim görevlilerinden Alex ...................................... bakın Aslı Hanım için neler diyor.
DAÜ Müzik Bölümü Başkanlığı yanında konserlere de çıkan Aslı Hanım’a zaman zaman öğrencileri de eşlik ediyor. Başarılı çalışmaları öğrencileri için de bir yol gösterici, güzel bir örnek.
Müzik kariyeri yükselerek süren Aslı Giray Raman, 1994-95 yıllarında ünlü Türk piyanist Arın Karamürsel’le çalışarak kendini geliştirir. Piyanist Hüseyin Sermet, Fazıl Say, Zimmerman, Pollini ve Rodu Lupu hayranı olarak tanımlayabileceğimiz Aslı Giray Raman, Kıbrıs Müzik yaşamı için değerli bir sanatçı.
Aslı Giray Raman, öğretici olmanın yanında hiçbir zaman kopmamış öğrenmekten. 1996 yılında İngiltere’de Kraliyet Müzik kolejinde 3 ½ ay boyunca bir Rum kızıyla birlikte piyano pedagojisi üzerine lisans yapar. İki toplum arasındaki sorunların müzikte yeri olmadığını gösterircesine. Başarının sırrı çalışmaktır sözünün sadık bir temsilcisi olarak tanımlayabileceğimiz Aslı Giray Raman’ı 2000-2001 yılında da İngiltere’de görüyoruz. York Üniversitesi’nde aralarında Steve Wonder gibi ünlü müzisyenlerin de bulunduğu öğrencilerle birlikte master yapar. Bir üniversitede çalışmanın getirdiği doğal ortam gereği sürekli kendini yeniler Aslı Giray Raman. Ancak üniversite yanında çeşitli hobilerini de geliştirir Aslı Hanım. Fotoğrafçılık ve hayvanlar yaşamında büyük yer tutar. Özellikle kedileri çok seven Aslı Hanım, yıllar önce kedilerinin ölmesinden sonra yoğun çalışmaları arasında bir daha kedi alamamış. Fotoğrafçılık ise boş zamanlarının en favori hobisi. Arkadaşları ve ailesine çok değer veren Aslı Hanım, ilişkilerine hep özen göstermiş...
Genç yaşında üstlendiği bu sorumluluklar Aslı Giray Raman için hep teşvik edici olmuş. Parlak sahne ışıklarının yanında akademik çalışmalar daha ağır basıyor gelecek için. Başkanı olduğu Müzik bölümü hayatında hep öncelik taşıyor. Yapacağı akademik çalışmalarla müziğin çocuk gelişimi üzerindeki etkilerini incelemeyi hedefleyen Aslı Giray Raman, 19. yüzyıl piyano edebiyatı ile ilgili çalışmalarını da kitaplaştırmak amacında.
Müzikle, eğitim arasında bir tercih yapamayacağını ifade eden Aslı Hanım, eğitimden kopmasının imkansız olduğunu düşünüyor. Kısacası gözalıcı sahne ışıkları Aslı Hanım sözkonusu olduğunda eğitime yenik düşmüş.......

Hayat Aydınova
Dile kolay, tam 33 yıl. Bu bir yaşam öyküsü. Ama bir yaşam süresi değil. Çünkü daha yaşanacak uzun bir zaman dilimi var. Ancak sevgi ve sabırla dokunabilecek bir öykü bu. Bu öykü Hayat Aydınova’ya ait. Pek çok insanın zor dayanabileceği ancak Hayat Hanım’ın ‘duymazsam yaşayamam’ dediği çocuk sesleriyle dolu cıvıl cıvıl bir yaşam. Hayat Hanım, bir öğretmen. Analık kadar kutsal bir görevi başarıyla yürüten bir eğitim neferi.
Aslında kendi yaşamı 28 Ocak 1947 yılında Limasol’da başlar Hayat Cemil’in. 4 kardeşin en küçüğü olarak hayata gözlerini açtığı gece korkunç bir fırtına yaşanır Limasol’da. Bu yüzden çocukluğunda ‘fırtına gibi kız’ yakıştırmasını sık sık işitir. Ama tasasız ve mutlu yaşanması şart gibi görünen çocukluk yılları anne Remziye Hanım’ın rahatsızlığı dolayısıyla oldukça sıkıntılı geçer. Küçük Hayat, 6 yaşına geldiğinde annesini kaybeder. Annesiz ve buruk bir şekilde Sedat Simavi İlkokulu’na başlar. Anneannesi ve babasının himayesinde geçen yıllar sonunda 12 yaşına gelir. Ancak yine büyük bir acı yaşayarak anneannesini kaybeder. Baba Cemil Sadun Bey, 4 çocuğuyla birlikte yaşam mücadelesi vermeye başlar. Yaşam oldukça zordur o günlerde. Limasol’da yaşayan aile Türk-Rum çatışmalarının ortasındadırlar. Tüm bu zorluklara rağmen, Hayat Cemil, 19 Mayıs Lisesi’ne devam eder. Ancak 15’ine ulaştığında bu sefer de babasını kaybeder. Bazen inanılır gelmese de bazı olaylar yaşanıyor insan hayatında.
Yaşadığı acı olaylara karşın çok aktif ve parlak bir öğrencilik geçirir Hayat Cemil. Tüm törenlerde tüm faaliyetlerde hep en öndedir. Konuşmaları şiirleri hep o okur.
Annesiz babasız yaşamanın başarısızlık nedeni olmayacağını kanıtlarcasına. Kardeşleriyle birlikte, sıkı sıkıya birbirlerine bağlı güçlü ve azimli olarak.
1963-64 eğitim döneminde liseyi bitirir Hayat. Ancak maddi durumları o çok arzu ettiği hukuk eğitimini almasına engeldir. Lise mezunu olmasına rağmen o dönemde öğretmen açığının giderilmesine yönelik olarak 1 yıl Sedat Simavi İlkokulu’nda geçici öğretmen olarak görevlendirilir. Bu, Hayat Cemil’in öğretmenliğe ilk adım atışıdır. Yeni edindiği mesleğini çok sever Hayat Hanım. Kıbrıs’ta yaşanan savaş yılları ve maddi imkansızlıklar Hayat Cemil’in yaşam çizgisinde önemli rol oynar. Hukuktan vazgeçerek öğretmen olmaya karar verir. 1965 yılında Türk Öğretmen Koleji’nin sınavlarına girer ve üçüncü olur. Kolejde de parlak bir öğrencidir. Lefkoşa’da yurtta kalarak okur ve 1969 yılında genç bir öğretmen olarak mezun olur. Mezuniyet diplomasını Kıbrıs Türk Toplumu Önderi Dr. Fazıl Küçük’ün elinden alması Hayat Hanım için unutulmayacak bir anı ve gurur olur. İlk tayin yeri kendi isteği ile Limasol Maarif Anaokulu’dur.
O yaz Hayat Hanım için güzel günler getirir. Okulundan mezun olurken 26 Temmuzda da kendi gibi genç bir öğretmen olan Erbil Aydınova ile nişanlanır. Yıllar önce aynı okulda öğretmenlik yapan genç çift artık yaşam kavgasında birliktedir. Kıbrıs’ın mücadele dolu yıllarında, zor bir çocukluk ve annesiz babasız bir gençlik geçiren Hayat Cemil, savaşa rağmen geleceğe umutla bakar hep...
Limasol Maarif Anaokulu, Kıbrıs’ın ilk anaokullarındandır. Farklı toplum yapısı içinde çocuklar şimdilerde olduğu gibi okul öncesi eğitim ile henüz tanışmamışlardı. Bir ilk olarak kurulan Maarif Anaokulu, Hayat Hanım’ın yaşamında çok önemlidir. Anne babasız büyüyen Hayat Hanım, anne kucağından çıkarak kendi okuluna gelen küçük çocuklara tüm sevgisini verir.
Limasol’daki yabancı öğretmenlerle çeşitli ortak çalışmalar yaparlar. Küçücük bebeklerin ve toplumun beyninde yeni ufuklar açmaktır amacı Hayat Hanım’ın.
Çok sevdiği okulu yanında 8 Şubat 1970’de Erbil Bey’le de evlenerek kendine yeni bir yaşam kurar. Sevgi ve inançla başarılamayacak hiçbirşey olmadığına inanıyor Hayat Aydınova. Öğretmenlikle birlikte ev hanımlığını da yaşamaya başlar Hayat Hanım. Takvimler 29 Kasım 1970’i gösterdiğinde annelik heyecanını ilk kez tadar Hayat Aydınova. İlk çocuğu, oğlu Cevdet Aydınova doğar. ‘Ölüm ne kadar acıysa yaşam da o kadar güzel’ diyen Hayat Hanım, çocuklarının doğumunu hayatının en güzel anları arasına koyuyor.
70’li yıllara gelindiğinde Kıbrıs’ta ortam hala karışıktır. İnsanların doğal yaşam kavgası savaş şüpheleriyle doludur hep. Mesleğini her geçen gün daha çok seven Hayat Hanım, öğrenciliğinin başarılı çalışmalarını öğretmenliğinde de sürdürür. Kıbrıs Türk toplumunda sevgi dolu ve başarılı bir öğretmen olarak tanınır.
30 Mayıs 1974 yılında annesinin adını verdiği kızı Remziye doğar. Ancak ikinci bebeğin sevinci çok uzun sürmez. Çünkü Hayat Hanım, henüz daha lohusa yatağındayken 20 Temmuz Barış Harekatı yaşanır. Kıbrıs Türkleri için özgürlüğün başlangıcı olan 20 Temmuz, adanın bazı bölgelerinde mahsur kalan Türkler için zor ve uzun bir bekleyişin de başlangıcı olur aynı zamanda. Erbil Bey diğer Türk erkekleriyle birlikte cepheye savaşa giderken, iki bebekli genç eşini yalnız bırakmanın da endişesini taşır.
Adada süren savaş sonunda Kıbrıslı Türkler özgürlüklerine kavuşur. Ama Limasol’da yaşayanlar Rum Yönetimi altında aylar süren bir bekleyiş yaşarlar.
Çocuklarıyla zor günler geçiren Hayat Hanım eşinin savaş esirlerinin değişimi projesi ile Kuzey’e geçtiğini duyunca kendisi de Kuzey’e kaçış planları yapmaya başlar....
Kıbrıs Türk halkının özgürlük savaşı başarıyla sonuçlandığında Limasol bölgesi halkı Kuzey Kıbrıs’ın en güzel kıyı kenti olan Girne’ye yerleşir. Aydınova ailesi de Karaoğlanoğlu köyüne yerleşerek kendilerine yeni bir hayat kurarlar. Erbil Bey mücahitlik ve savaşın ardından tekrar öğretmenliğe başlarken, Hayat Hanım da Girne Maarif Anaokulu’na öğretmen olarak tayin alır.
Bu arada ailesi de genişler Hayat Hanım’ın. Oğlu Kara Harp Okulu’ndan mezun olarak Güvenlik Kuvvetleri’nde görev alır. Kızı kendi gibi öğretmenlik mesleğini seçer. Annesine hayran olan Remziye Hanım, kendine annesini örnek almış. ............ Çocukları, torunları ve öğrencileriyle ‘çok mutlu olduğunu’ ifade eden Hayat Hanım, şimdilerde kendi okulunda torunuyla olma şansını yakalamış. Çocukları ve torunları her Pazar biraraya gelince Hayat Hanım en mutlu anlarını yaşıyor. Eşine dostuna arkadaşlarına çok düşkün olan Hayat Aydınova boş zamanlarında çiçekleriyle ilgilenmeyi çok seviyor ve onlarla huzur buluyor. Çocukluğundan beri hemen herkesin farkettiği o güzel sesiyle de güzel şarkılara hayat verdiğine şahit oluyoruz, çiçekleriyle ilgilenirken................
Yıllarca sürdürdüğü öğretmenlik yaşamının ardından 1996 yılında Girne Maarif Anaokulu Müdürlüğüne getirilir. Öğretmenlikten ve öğrencilerinden sonsuz mutluluk duyan Hayat Hanım, en güzel günlerini küçük öğrencileriyle paylaşır. Öğretmen arkadaşları arasında da çok sevilen Hayat Hanım, güzel şeylere imza atmaktan gurur duyuyor , öğretmen arkadaşları da Hayat Hanım’dan birşeyler öğrenmekten tabii ki....
Annelerinden ayrılarak anaokula gelen çocuklar onun kendi çocukları gibi. Hizmet yılları yeterli olmasına rağmen emekli olmayı hiç düşünmeyen Hayat Aydınova, yasalar elverdiği sürece görevinin başında olacağını vurguluyor.
Çocuklarla gülüp, eğlenirken, şarkı söylerken hep onlara birşeyler vermeyi hedefler Hayat Hanım. Kendi öz çocuklarından ayıramadığı öğrencileri Hayat Hanım’ın yaşamının büyük bölümünü dolduruyor. Hiç duraksamadan da ‘bu çocuklar benim hayat kaynağım onlar olmadan yaşayamam diyecek kadar da cesur. Annelerimiz kadar sevdiğimiz öğretmenlerimize en güzel ve en yakın örneklerden biri Hayat Aydınova. O, sonsuza kadar öğrencilerinin gönlünde yeralacak güzel ve özel bir insan..........

İsmet Tatar
Dile kolay, tam 33 yıl. Bu bir yaşam öyküsü. Ama bir yaşam süresi değil. Çünkü daha yaşanacak uzun bir zaman dilimi var. Ancak sevgi ve sabırla dokunabilecek bir öykü bu. Bu öykü Hayat Aydınova’ya ait. Pek çok insanın zor dayanabileceği ancak Hayat Hanım’ın ‘duymazsam yaşayamam’ dediği çocuk sesleriyle dolu cıvıl cıvıl bir yaşam. Hayat Hanım, bir öğretmen. Analık kadar kutsal bir görevi başarıyla yürüten bir eğitim neferi.
Aslında kendi yaşamı 28 Ocak 1947 yılında Limasol’da başlar Hayat Cemil’in. 4 kardeşin en küçüğü olarak hayata gözlerini açtığı gece korkunç bir fırtına yaşanır Limasol’da. Bu yüzden çocukluğunda ‘fırtına gibi kız’ yakıştırmasını sık sık işitir. Ama tasasız ve mutlu yaşanması şart gibi görünen çocukluk yılları anne Remziye Hanım’ın rahatsızlığı dolayısıyla oldukça sıkıntılı geçer. Küçük Hayat, 6 yaşına geldiğinde annesini kaybeder. Annesiz ve buruk bir şekilde Sedat Simavi İlkokulu’na başlar. Anneannesi ve babasının himayesinde geçen yıllar sonunda 12 yaşına gelir. Ancak yine büyük bir acı yaşayarak anneannesini kaybeder. Baba Cemil Sadun Bey, 4 çocuğuyla birlikte yaşam mücadelesi vermeye başlar. Yaşam oldukça zordur o günlerde. Limasol’da yaşayan aile Türk-Rum çatışmalarının ortasındadırlar. Tüm bu zorluklara rağmen, Hayat Cemil, 19 Mayıs Lisesi’ne devam eder. Ancak 15’ine ulaştığında bu sefer de babasını kaybeder. Bazen inanılır gelmese de bazı olaylar yaşanıyor insan hayatında.
Yaşadığı acı olaylara karşın çok aktif ve parlak bir öğrencilik geçirir Hayat Cemil. Tüm törenlerde tüm faaliyetlerde hep en öndedir. Konuşmaları şiirleri hep o okur.
Annesiz babasız yaşamanın başarısızlık nedeni olmayacağını kanıtlarcasına. Kardeşleriyle birlikte, sıkı sıkıya birbirlerine bağlı güçlü ve azimli olarak.
1963-64 eğitim döneminde liseyi bitirir Hayat. Ancak maddi durumları o çok arzu ettiği hukuk eğitimini almasına engeldir. Lise mezunu olmasına rağmen o dönemde öğretmen açığının giderilmesine yönelik olarak 1 yıl Sedat Simavi İlkokulu’nda geçici öğretmen olarak görevlendirilir. Bu, Hayat Cemil’in öğretmenliğe ilk adım atışıdır. Yeni edindiği mesleğini çok sever Hayat Hanım. Kıbrıs’ta yaşanan savaş yılları ve maddi imkansızlıklar Hayat Cemil’in yaşam çizgisinde önemli rol oynar. Hukuktan vazgeçerek öğretmen olmaya karar verir. 1965 yılında Türk Öğretmen Koleji’nin sınavlarına girer ve üçüncü olur. Kolejde de parlak bir öğrencidir. Lefkoşa’da yurtta kalarak okur ve 1969 yılında genç bir öğretmen olarak mezun olur. Mezuniyet diplomasını Kıbrıs Türk Toplumu Önderi Dr. Fazıl Küçük’ün elinden alması Hayat Hanım için unutulmayacak bir anı ve gurur olur. İlk tayin yeri kendi isteği ile Limasol Maarif Anaokulu’dur.
O yaz Hayat Hanım için güzel günler getirir. Okulundan mezun olurken 26 Temmuzda da kendi gibi genç bir öğretmen olan Erbil Aydınova ile nişanlanır. Yıllar önce aynı okulda öğretmenlik yapan genç çift artık yaşam kavgasında birliktedir. Kıbrıs’ın mücadele dolu yıllarında, zor bir çocukluk ve annesiz babasız bir gençlik geçiren Hayat Cemil, savaşa rağmen geleceğe umutla bakar hep...
Limasol Maarif Anaokulu, Kıbrıs’ın ilk anaokullarındandır. Farklı toplum yapısı içinde çocuklar şimdilerde olduğu gibi okul öncesi eğitim ile henüz tanışmamışlardı. Bir ilk olarak kurulan Maarif Anaokulu, Hayat Hanım’ın yaşamında çok önemlidir. Anne babasız büyüyen Hayat Hanım, anne kucağından çıkarak kendi okuluna gelen küçük çocuklara tüm sevgisini verir.
Limasol’daki yabancı öğretmenlerle çeşitli ortak çalışmalar yaparlar. Küçücük bebeklerin ve toplumun beyninde yeni ufuklar açmaktır amacı Hayat Hanım’ın.
Çok sevdiği okulu yanında 8 Şubat 1970’de Erbil Bey’le de evlenerek kendine yeni bir yaşam kurar. Sevgi ve inançla başarılamayacak hiçbirşey olmadığına inanıyor Hayat Aydınova. Öğretmenlikle birlikte ev hanımlığını da yaşamaya başlar Hayat Hanım. Takvimler 29 Kasım 1970’i gösterdiğinde annelik heyecanını ilk kez tadar Hayat Aydınova. İlk çocuğu, oğlu Cevdet Aydınova doğar. ‘Ölüm ne kadar acıysa yaşam da o kadar güzel’ diyen Hayat Hanım, çocuklarının doğumunu hayatının en güzel anları arasına koyuyor.
70’li yıllara gelindiğinde Kıbrıs’ta ortam hala karışıktır. İnsanların doğal yaşam kavgası savaş şüpheleriyle doludur hep. Mesleğini her geçen gün daha çok seven Hayat Hanım, öğrenciliğinin başarılı çalışmalarını öğretmenliğinde de sürdürür. Kıbrıs Türk toplumunda sevgi dolu ve başarılı bir öğretmen olarak tanınır.
30 Mayıs 1974 yılında annesinin adını verdiği kızı Remziye doğar. Ancak ikinci bebeğin sevinci çok uzun sürmez. Çünkü Hayat Hanım, henüz daha lohusa yatağındayken 20 Temmuz Barış Harekatı yaşanır. Kıbrıs Türkleri için özgürlüğün başlangıcı olan 20 Temmuz, adanın bazı bölgelerinde mahsur kalan Türkler için zor ve uzun bir bekleyişin de başlangıcı olur aynı zamanda. Erbil Bey diğer Türk erkekleriyle birlikte cepheye savaşa giderken, iki bebekli genç eşini yalnız bırakmanın da endişesini taşır.
Adada süren savaş sonunda Kıbrıslı Türkler özgürlüklerine kavuşur. Ama Limasol’da yaşayanlar Rum Yönetimi altında aylar süren bir bekleyiş yaşarlar.
Çocuklarıyla zor günler geçiren Hayat Hanım eşinin savaş esirlerinin değişimi projesi ile Kuzey’e geçtiğini duyunca kendisi de Kuzey’e kaçış planları yapmaya başlar....
Kıbrıs Türk halkının özgürlük savaşı başarıyla sonuçlandığında Limasol bölgesi halkı Kuzey Kıbrıs’ın en güzel kıyı kenti olan Girne’ye yerleşir. Aydınova ailesi de Karaoğlanoğlu köyüne yerleşerek kendilerine yeni bir hayat kurarlar. Erbil Bey mücahitlik ve savaşın ardından tekrar öğretmenliğe başlarken, Hayat Hanım da Girne Maarif Anaokulu’na öğretmen olarak tayin alır.
Bu arada ailesi de genişler Hayat Hanım’ın. Oğlu Kara Harp Okulu’ndan mezun olarak Güvenlik Kuvvetleri’nde görev alır. Kızı kendi gibi öğretmenlik mesleğini seçer. Annesine hayran olan Remziye Hanım, kendine annesini örnek almış. ............ Çocukları, torunları ve öğrencileriyle ‘çok mutlu olduğunu’ ifade eden Hayat Hanım, şimdilerde kendi okulunda torunuyla olma şansını yakalamış. Çocukları ve torunları her Pazar biraraya gelince Hayat Hanım en mutlu anlarını yaşıyor. Eşine dostuna arkadaşlarına çok düşkün olan Hayat Aydınova boş zamanlarında çiçekleriyle ilgilenmeyi çok seviyor ve onlarla huzur buluyor. Çocukluğundan beri hemen herkesin farkettiği o güzel sesiyle de güzel şarkılara hayat verdiğine şahit oluyoruz, çiçekleriyle ilgilenirken................
Yıllarca sürdürdüğü öğretmenlik yaşamının ardından 1996 yılında Girne Maarif Anaokulu Müdürlüğüne getirilir. Öğretmenlikten ve öğrencilerinden sonsuz mutluluk duyan Hayat Hanım, en güzel günlerini küçük öğrencileriyle paylaşır. Öğretmen arkadaşları arasında da çok sevilen Hayat Hanım, güzel şeylere imza atmaktan gurur duyuyor , öğretmen arkadaşları da Hayat Hanım’dan birşeyler öğrenmekten tabii ki....
Annelerinden ayrılarak anaokula gelen çocuklar onun kendi çocukları gibi. Hizmet yılları yeterli olmasına rağmen emekli olmayı hiç düşünmeyen Hayat Aydınova, yasalar elverdiği sürece görevinin başında olacağını vurguluyor.
Çocuklarla gülüp, eğlenirken, şarkı söylerken hep onlara birşeyler vermeyi hedefler Hayat Hanım. Kendi öz çocuklarından ayıramadığı öğrencileri Hayat Hanım’ın yaşamının büyük bölümünü dolduruyor. Hiç duraksamadan da ‘bu çocuklar benim hayat kaynağım onlar olmadan yaşayamam diyecek kadar da cesur. Annelerimiz kadar sevdiğimiz öğretmenlerimize en güzel ve en yakın örneklerden biri Hayat Aydınova. O, sonsuza kadar öğrencilerinin gönlünde yeralacak güzel ve özel bir insan..........

Hacer Çerkez
Dokuz çocuklu, kalabalık bir ailenin beşinci çocuğu olarak 16 Temmuz 1947’de hayata gözlerini açar Hacer Korun. Doğduğu köy yıllar sonra yaşanacak korkunç katliamla tarihteki yerini alacak Sandallar’dı. Bol kardeşli evin 6 kızından biri olan Hacer’in en mutlu anları özellikle kızkardeşleriyle biraraya gelerek, gülüp eğlendikleri saatlerdi. Çiftçi Kasım Korun Bey ile ev hanımı anne Dervişe Hanım, çocuklarını özenerek büyütüyorlardı. Hepsi için koydukları hedef iyi bir eğitim almalarıydı. EOKA çalışmalarının hızlandığı, Türk ve Rumların karışık yaşadığı yıllardı o dönemler. Babasının yanında Rum işçiler çalıştığı halde ilkokula giderken hayatının en korkulu yıllarını yaşar küçük Hacer. İngiliz Hükümeti’nin silahlarını topladığı ve kendilerini tamamen savunmasız bıraktığı dönemlerde en büyük korkuları ani Rum baskınlarına maruz kalmaktı. Korkuları yüzünden sürekli yanlarında çapalar, bıçaklar kısacası savunma aracı olacak herhangi birşeylerle yatmayı alışkanlık haline getirmişler o yıllarda. Korkularını yenmesi ise ancak üniversite döneminde mümkün olur. Yine de çocukluğundan taviz vermeden oyun oynamayı çok severek büyür Hacer. Sandallar köyünün tek derslikli ilkokulu ilk eğitim yuvası olur. 2 mil uzaktan gelen civardaki köy çocukları ile tam gün eğitim alarak ilkokulu bitirir. Okullarının temizliği de hademe olmadığı için küçük öğrencilere aittir o yıllarda.
Ortaokul dönemi geldiğinde babası Kasım Bey, Hacer ile ablası Raziye’yi Lefkoşa’da öğretmen koleji sınavını kazanan ağabeyi Ali Korun’un yanına gönderir. 3 kardeşe bir ev tutarak orda okumalarını sağlar. Hacer, Viktorya Kız Lisesi’nde 2 yıl eğitim gördükten sonra öğretmen ağabeyi ile birlikte bu sefer Mağusa’ya gider. 1963’e gelindiğinde Rum saldırıları iyice artar. Rumlar, köylere saldırarak özellikle erkekleri esir almaya başlar. Baba Kasım Bey de bu olaylardan nasibini alır ve Rumlar tarafından esir alınır. Ancak yine de şanslıdır. Çünkü ölmeden kurtulmayı başarır.
Tüm bu karışıklıkların içinde 64-65 döneminde Mağusa Namık Kemal Lisesinden mezun olur Hacer Korun. Kendi tercihi doğrultusunda da İstanbul’da tıp okumaya gider. Tıp fakültesinde ablası Raziye ile aynı sınıfı paylaşır. Çünkü abla pasaport alamadığı için eğitimine 1 yıl geç başlar. Üniversitede 2 yıl ortama alışmak için çok zorlanır. Aile ile iletişim aylarca süren bir zaman dilimi almaktadır. Kıbrıs’a ancak tatillerde ve hava ulaşımı da olmadığı için Lazkiye üzerinden deniz ve karayolu ile gelmek mümkün oluyordu. Ancak geçen yıllar sonucunda İstanbul’u çok sever Hacer Korun ve sevmekten de vazgeçmez hiç.
Eğitimini tamamlayarak 1972’de adaya dönen Hacer Korun, Lefkoşa Genel Hastanesi’nde bir süre geçici daha sonra da ihtisasını tamamlayarak çocuk doktoru olarak 1975 yılına kadar çalışır.
14 Şubat 1976’da Hacer Korun , eşi Günay Çerkez’le evlenerek İngiltere’ye yerleşir. Ancak Kıbrıs’tan ayrılmak mesleğinden ayırmaz Hacer Hanım’ı orda da doktorluğa devam eder. Büyük kızı Dervişe 4 Ocak 1977’de doğar Çerkez ailesinin. İkinci kızları Meryem de 31 Temmuz 1981’de dünyaya gelince Hacer Hanım çok sevdiği mesleğini bırakarak çocuklarını büyütmeye karar verir.
Çocuklarıyla geçirdiği zaman içinde İngiltere’nin sosyal ve kültürel imkanlarından faydalanma şansına sahip olur. Bu arada oğlu Hasan 3 Ekim 1984’de aileye katılır. Çocuklarının dünyaya gelmesi en büyük mutluluktur Hacer Hanım için. Ancak Çerkez ailesi 3 çocuk sahibi olduktan sonra Kıbrıs’ı daha çok düşünmeye başlar. Özellikle memleket hasreti Hacer Hanım için dayanılmaz noktalardadır. Çünkü evlenirken, İngiltere’de sadece 3 yıl kalırım diye şart koşmuştu eşine.
1991 yılında Çerkez ailesi Kıbrıs’a kesin dönüş yapar ve Girne’ye yerleşir. İngiltere’de geçen hareketli bir yaşamın ardından Hacer Çerkez, kendine yeni bir sosyal hayat kurar. Mesleğinden ve kişiliğinden gelen çocuk sevgisi sonucu kendini SOS Çocuk Köyü çalışmalarının içinde bulur. Bu arada Özgürada Lions’un da kurucuları arasında yer alır. Ancak, Çocuk Köyü çalışmaları daha ağır basınca Hacer Hanım çocukları tercih eder.
SOS Çocuk Köyü, Kuzey Kıbrıs için önemli bir kurum. Merkezi Avusturya’da bulunan ve uluslararası bir kuruluş olan SOS Kınderdorf Internatıonal’a bağlı. Anaokulu, çocuk köyü ve gençlik evlerinden oluşan kuruluş, 1996 yılında Sağlık Bakanlığı ile imzalanan protokol gereğince, korunmaya muhtaç bütün çocukları bünyesine almış.
Kuzey Kıbrıs’ta 1993 yılında faaliyete geçen SOS Çocuk Köyü, 70 kimsesiz çocuğu barındırıyor. Devletle işbirliği çerçevesinde Kuzey Kıbrıs’taki yardıma muhtaç çocukları bir çatı altında barındıran SOS, bugün kapasitesini doldurmuş durumda. Aynı zamanda dışa da açık olan anaokulunda hem köyün çocukları hem de belli bir ücret karşılığı 2-5 yaş arası çocuklar eğitim görmekte.
Özel yetiştirilmiş öğretmenler ve psikolog gözetiminde eğitim veren anaokulunun hedefleri çocukların zihinsel, fiziksel, duygusal ve sosyal gelişimlerine katkıda bulunmak. Hacer Hanım’ın gözetim ve denetiminde yürütülen çalışmalarda bayanların yoğun ağırlığını görüyoruz. Küçük bebeklerin annelerine olan özleminin en aza indirgenmesi çabasıyla................
Çocukları guruplandırarak bir anne gözetiminde barındıran köy, spor sahalarından tiyatro alanına kadar çeşitli imkanlara sahip. Evin, anne gözetiminde süren yaşamında çocukların bir aile birliği içinde olmaları hedeflenmiş. Hayırseverlerin yardımları ve katkılarıyla ayakta duran köyde genç kız ve erkeklere destek olmak amacıyla SOS Gençlik Evleri de açılmış. Eğitimlerini tamamlayarak hayata hazırlanmalarına kadar geçecek sürede gençleri yetiştirmeyi hedefliyor. Yani onları hayata hazırlıyor.
SOS Çocuk Köyü Koordinatör Yardımcılığı görevini yürüten Hacer Çerkez, günün büyük bölümünü köyde geçiriyor. Köye katkı sağlayacak kermes ve çay gibi sosyal etkinlikleri de kendilerinin programladıklarını söyleyen Hacer Hanım, bu köylerin yaşaması için yardımseverlerin katkısına ihtiyaç duyulduğunu vurguluyor ve kamuoyunun bu konuda daha hassas olması konusunda çağrıda bulunuyor. Çok sevdiği kitap okuma alışkanlığında bile çocuklarla ilgili kitapları tercih eden Hacer Hanım’ın yaşamı çocuklar üstüne hep. Hacer Hanım, köydeki çocuklardan arta kalan zamanlarında eviyle ilgileniyor. Geniş bahçeli evinin herşeyinden sorumlu olan Hacer Hanım, çiçek , meyve ve sebze yetiştirmeyi çok seviyor. Evinin bütün ihtiyacını bahçesinden karşılayan Hacer Hanım, bahçede gezerken huzur buluyor.
Çok çocuklu bir aileden gelen Hacer Hanım, şimdilerde de kendine çocuklarla dolu bir dünya kurmuş. Dünyanın en temiz varlıklarıyla daha güzel bir dünya umudunu taşıyarak..................

Gülsen Bozkurt
Kıbrıs Türk kadınına politika kapısını açanlardan biridir Gülsen Bozkurt. Henüz genç bir doktorken ve hiç aklında yokken içinde bulunduğu politika yönlendirmiş yaşamını. 28 Eylül 1950 yılında 4 çocuklu Dolmacı ailesinin en büyük çocuğu olarak Lapta’da dünyaya gelmiş Gülsen Dolmacı. 2 kız 2 erkekten oluşan kardeşler her dönemde düşkün olmuşlar birbirlerine. Sessiz sakin ve uslu olan Gülsen ilkokul yıllarında oldukça çalışkan bir öğrenci portresi çizer. ‘Çalışkan ama herhalde kendi içinde hırsları olan bir öğrenciydim’ diye kendini tanımlayan Gülsen Bozkurt, çevresiyle ilişkilerinin hep iyi olduğunu ifade ediyor. Tarımla uğraşan baba Halil Dolmacı ve anne ev hanımı Ayşe Hanım’ın ilk gözağrısı Gülsen ilk eğitimini Lapta ilkokulunda tamamlar. Okul döneminden aklında kalan hoş anılardan biri de beden eğitimi dersi ile arasının hiç iyi olmadığı. Hala daha sporla ilgisi olmadığını söyleyen Gülsen Hanım, bunun eksikliğini vurgulamadan geçemiyor. Girne Anafartalar Lisesi’nde başladığı orta eğitimini Lefkoşa Türk Kız Lisesi’nde devam ettiren Gülsen, 1968 yılında mezun olur. Her yaşta okumaya çok eğilimli olan Gülsen, ailesi tarafından sürekli teşvik edilmiş. Kardeşler ve yeğenler arasında, okuma konusunda hep bir yarış yaşayan Dolmacı ailesi çocuklarından olan Gülsen, öğrencilik yıllarında hep çalışkanlığı ve aktifliği ile öne çıkmış.
Kıbrıs’ta yaşanan 60’lı yıllar, o dönemin çocukları için hep zor yıllar olarak anılır. Adanın genelinde yaşanan çatışmalardan nasibini alan Dolmacı ailesi de göçmen olur. Lefkoşa’da yaşayan amcalarının yanına sığınan bütün aile uzun süren bir misafirlik dönemi yaşar. Ama kötü günler Gülsen ve kardeşlerinin okumasına engel değil aksine itici güç olur. Gülsen, savaş yılları çocuklarının daha azimli ve çalışkan olduklarının en güzel örneklerinden biridir aslında. Kazanımların kolay olmadığını en gerçek şekilde yaşayan ve bunun değerini bilen çocuklardan.
Liseyi tamamladığında tıp eğitimi almaya karar verir Gülsen ve zorlu sınavları geçerek Ankara Tıp fakültesine girer. Ama aklı Kıbrıs’ta kalan ailesindedir. Karışık ve zorlu yıllar Kıbrıs halkı için zor dönemlerdir. Gülsen’in hedefi biran önce eğitimini tamamlayarak ülkesine dönmektir.
Cilt doktoru olurum düşüncesi ile başladığı eğitiminde daha sonraları çocuğa yönelir Gülsen Dolmacı. Bu arada hayatında yeni heyecanlar da yaşamaya başlar Gülsen Dolmacı. Öğrencilik hayatının akışı içinde ilerde eşi olacak mühendislik öğrencisi Özkan Bozkurt ile tanışır. Bu arkadaşlık yıllar sonra mutlu bir birlikteliğe dönüşecektir aslında. 1974 Temmuz’u Kıbrıs için kurtuluşu getirirken Gülsen Dolmacı için de mezuniyeti getirir. Annesi ve teyzesi ile birlikte mezuniyet için Ankara’da olan Gülsen, 1974 Barış Harekatı’nı Ankara’da yaşar. Ankara’da mahsur kalan Dolmacı ailesi, Ağustos ayında buldukları ilk şileple Ada’ya döner.
Ada’ya döner dönmez çalışmaya başlayan Gülsen Dolmacı, bu arada Özkan Bozkurt’la evlilik kararı alır. Ailelerin de onayını aldıktan sonra genç çift 16 Ağustos 1975’de evlenir.
Genç bir doktor olan Gülsen Bozkurt, kendine çalışma alanı olarak çocuk hematolojisini seçmiştir. Akdeniz ülkelerinde ve özellikle de Kıbrıs’ta çok yaygın olan Akdeniz anemisi yani talasemianın boyutlarını görmek Gülsen Bozkurt’u bu alana yöneltir. Çalışmalarını bu yönde sürdürürken 10 Temmuz 1976’da kızı Umut doğar. Hem annelik hem doktorluk oldukça zor gitmektedir aslında. Bu arada ihtisas için yaptığı başvuru kabul edilir ve Gülsen Hanım’a Ankara yolu görünür.
Eşi Özkan Bey, tüm zorluklara karşın eşine destek olarak onu Ankara’ya yolcu eder. 4 yıllık ihtisasın 2’sini Ankara’da ailesinden uzak ve kısıtlı maddi imkanlarla geçiren Gülsen Hanım, ihtisasını tamamlamayı başarır. Bu dönemde ikinci çocuğu oğlu Doğuş, 19 mayıs 1981’de dünyaya gelir. Çocuklarını dünyaya getirmekten çok mutlu olan Gülsen Hanım, bu yoğunluk içerisinde onların büyümelerini takip edemez gerçekte. Tüm yük eşi Özkan Bey’dedir. Çocukları doğurmak Gülsen Hanım’a büyütmek de Özkan Bey’e kalmıştır. Bir çok erkekte görülmeyen bir fedakarlıkla bu görevini eksiksiz yerine getirir Özkan Bozkurt.
Kıbrıs’a döndüğünde Lefkoşa Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi’nde güçlü bir ekiple birlikte Thalassemia Merkezi’nin kurulmasına katkı koyar ve sorumlu doktor olarak çalışmaya başlar. 1984-1993 yıllarını kapsayan bu dönemde Gülsen Hanım kendini tamamen işine verir. Kuzey Kıbrıs’taki anemik doğumları kontrol altına alarak, topluma daha sağlıklı bir yapı kazandırmak amacı da büyük ölçüde hedefine ulaşır. Bu arada Gülsen Hanım, thalasemia, lösemi ve moleküler biyoloji üzerine gerçekleştirdiği üst ihtisasını da tamamlayarak, çeşitli projeler üretmeye başlamıştır. Talasemia konusunda yapılan uluslararası konferanslara katılarak çeşitli bildiriler ve tebliğler sunan Gülsen Bozkurt, 1993 yılına kadar zamanının çoğunu bu merkezde geçirir.
Kendini tamamen işine verip, çocuklarıyla bile yeterince ilgilenemediği bu dönemde, sürpriz bir şekilde politika ile tanışır. Kuzey Kıbrıs’ın Sosyal Demokrat partisi Toplumcu Kurtuluş Partisi’nin bir dönem başkanlığını da yürüten kayınbiraderi İsmail Bozkurt, 1993 seçimlerinde partinin kadın kotasından seçime girmesini önerir. Önceleri pek sıcak bakmasa da ısrarlar sonucu nasıl olsa kazanamam diye seçimlere girmeye karar verir. Ama sonuç öyle olmaz. Gülsen Hanım, ummadığı ve çok da hevesli olmadığı halde politikadadır artık. Milletvekili olarak meclisteki yerini alır. Milletvekilliği döneminin en belirgin çalışmalarından biri yıllarca toplumun problemli bir yanı olan aile yasası konusunda yaptığı çalışmadır. Ulusal Birlik Partisi milletvekili Ruhsan Tuğyan ve demokrat Parti milletvekili Onur Borman’la birlikte yoğun temaslar sonucunda topluma çağdaş bir aile yasası kazandırırlar. İlk milletvekilliği döneminin ardından politikaya iyice ısınan Gülsen Bozkurt, 1998 seçimlerinde yine partisiyle birlikte seçime katılır. 1999 yılı Gülsen Hanım’a ikinci dönem milletvekilliği ile birlikte 2001 Haziran’ına kadar da sürecek 29 aylık bir bakanlık dönemi getirir.
1998 seçimleri sonucunda Ulusal Birlik Partisi ile birlikte koalisyon ortağı olan Toplumcu Kurtuluş Partisi’dir. Yeni kabinedeki tek kadın bakan olan Gülsen Hanım, ilk kadın bakanımız Onur Borman’ın ardından ikinci kadın bakan olur. Kadının politikadaki temsiliyetini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan Gülsen Bozkurt, politikayı tercih edecek kadınların ailelerinin pek çok fedakarlığa katlanması gerektiğini vurguluyor. 1999 yılında devraldığı Sağlık ve Çevre Bakanlığı görevinde pek çok hedefler koymuş Gülsen Hanım. Sağlıktan geliyor olması, konulara daha hassasiyetle ve bilinçli yaklaşımını sağlamış. Sağlık Master Planı çalışmalarını başlatarak dönemin Türkiye Sağlık Bakanı ile Sağlık Protokolü imzalayan Gülsen Bozkurt, çeşitli çalışmalara imza atmış.
Gülsen Bozkurt, Lefkoşa Hastane’sinde eksikliği yaşanan MR ve tomografi gibi çeşitli ve önemli cihazların alımına katkı koyarken Diabet Merkezi’nin çalışmalarını da başlatır. Bu dönemde herkes için çok önemli olan acil servis yenilenirken, kanser merkezi tamamlanıyordu. Bütçeye konan 750 milyarlık ödenek ile başlangıcı yapılan tıp fakültesinin temeli de bu dönemde atılırken, personel yetiştirilmesine de önem veriliyor ve hizmetiçi eğitimler artırılıyordu. Çevre Bakanlığı bünyesinde Lefkoşa Hastanesi karşısındaki Cumhuriyet Parkı’nı ağaçlandırarak kente yeni bir park kazandıran Gülsen Bozkurt, özellikle sağlık alanında yapılacak işlerin asla bitmeyeceğini vurguluyor. İnsan ve toplum sağlığının herzaman en önde tutulması ve gerekli yatırımın yapılmasından yana olan Gülsen Hanım, her dönemde amacının topluma hizmet olduğunu ifade ediyor.
Bir kadın politikacı olarak Gülsen Bozkurt, partisini ve ülkesini çeşitli uluslararası çalışmalarda temsil eder. Avrupa’da yapılan çeşitli kadın konferanslarında Kuzey Kıbrıs bayrağının dalgalanmasını sağlar. Namibya’da ve Kuzey Afrika’da yapılan toplantılara da meclis heyetiyle katılarak Kıbrıs konusunda temaslarda bulunur. Gülsen Hanım, yurt dışı temaslarda olduğu kadar yurtiçi çalışmalarda da aktif olur. Meclis çalışmalarındaki aktiviteleri ile kadınların politikada da başarılı olunabileceğini kanıtlayan Gülsen Hanım, Kıbrıs Türk kadını için güzel bir örnek teşkil eder.
Koalisyon ortaklığının bozulduğu 2001 Haziran’ından buyana mecliste partisini ve kadınları temsil eden Gülsen Hanım, şimdilerde mesleği olan doktorluğu da sürdürüyor. Kuzey Kıbrıs’taki tek çocuk hematoloğu olan Gülsen Bozkurt, çocuklara da büyükler kadar zaman ayırıyor artık. Meclisten arta kalan zamanlarında laboratuvarında vakit geçirmeyi çok seven Gülsen Hanım, bilimsel çalışmalarının ilk ürününü 1999 yılında Thalasemia Sendromları isimli kitapta toplayarak bilime kazandırmış.
Bu alanda Türkiye ve Kıbrıs’ta yazılan ilk kitap özelliğini taşıyan Thalasemia Sendromları kitabı, önemli bir kaynak. Kitap çalışmalarının devam edeceğini söyleyen Gülsen Hanım, şimdilerde 2002 Nisan’ında Kuzey Kıbrıs’ta yapılacak ‘Talasemi Yaz Okulu’ isimli uluslararası bir konferansın yoğun çalışmaları içerisinde.
Toplumsal ve bilimsel çalışmalarla dolu bir yaşam örneği sunan Gülsen Bozkurt, her ne kadar mutfağa da giriyorsa bildiğimiz kadın modelini çizmemiş hayatının hiç bir döneminde. Çok zor yakalayabildiği boş zamanlarında evi, çocukları ve hayvanları ile ilgilenmeyi çok seven Gülsen Hanım, hem kendi ailesine hem de eşinin ailesine düşkünlüğü ile sıcak bir kadın örneği de veriyor. Annesinin organizesi ile yenen aile yemekleri ise en keyif aldığı olayların başında geliyor.
Dolu dolu yaşanan politika ağırlıklı hayatın içinde insanlık adına bir şeyler üretmek çabasında olan Gülsen Hanım, kadınların da her alanda, en üst noktada varolabileceğinin en gerçek örneği.......

Bilge Nevzat
Aslında bu bitmeyen bir öykünün küçük bir parçasıdır. Düşlerin ve tutkuların yarattığı en zirvede yaşanan ve henüz son bulmayan umutlarla beslenen bir yaşam öyküsü... Nadir ailesinin 1940’lı yıllarda Gazimağusa’nın Maraş bölgesinde başlattığı bu öykünün inanılmaz serüvenini Nadir ailesinin küçük kızı Bilge Nevzat’ın yaşamında ve anılarında görüyoruz. Herşey, Bilge’nin beklenenden 15 gün önce dünyaya gelmeye karar vermesi ile başlıyor. 1 Mayıs’ı heyecanla bekleyen Nadir ailesinin ortanca çocuğu Asilkan Nadir, heyecanla girdiği yeni yaşında doğum gününe bir ortak gelmesi ile sevinmesi mi yoksa üzülmesi mi gerektiğini bilmeden kalakalır. Gelecekte kardeşinin doğum gününe olduğu kadar yaşamına, tutkularına ve hayallerine de ortak olan Bilge Nadir, 1 Mayıs 1946’da Mağusa’da dünyaya gözlerini açar. Ticaretle uğraşan ve Mağusa’nın ilk kitapçı ve hediyelik eşya dükkanı olan ‘I N Bookshop’ u açan İrfan ve Safiye Nadir’in üçüncü çocukları Bilge, çok yoğun çalışan anne ve babasının temposu sonucunda biraz da erken sayılabilecek bir yaşta 2.5 yaşında yuvaya başlar. Bilge’yi yuvaya bırakma sorumluluğu ise yine Asilkan’dadır. Ablaları Meral’den yaşca oldukça küçük olan iki kardeş aslında farkında olmadan birbirlerine tutkulu iki kardeş olarak büyümektedirler. Yıllar geçtikçe kendine en yakın olarak benimsediği Bilge’yi düşlerine ortak eden Asilkan, Bilge’nin yaşamında her dönemde varolacaktır aslında.
1952 yılında Gazi ilkokuluna başlayan Bilge ile birlikte kardeşleri de babaları İrfan Bey’den hayatları boyunca etkili olacak bir iş disiplini almaktadırlar. Doğumu ile aileye şans getirdiğini söyleyen Baba İrfan Bey için Bilge, ailenin ‘uğur böceği’dir. Anılarında her dönem yeralan Herod of Attica sokağında Rum ve İngiliz arkadaşları ile birlikte büyümektedir Nadir ailesinin çocukları. Bu dönemde öğrencisi olduğu Hıfsiye Hoca Hanım’ın dini öğretilerinden çok etkilenen Bilge, içinde yaşadığı sokağın da etkisi ile karma bir kültür ortamında yetişir. Ancak, yaşıtı kızların sayıca az olması onu erkek oyunlarına yöneltir. Asilkan’ın da desteği ile erkeklerle birlikte futbol oynar ve bisiklete biner. Erkek egemen dünyada kendine güven duyup yetmesini sağlayacak bu ortam Bilge için çok önemlidir aslında.
Kıbrıs’ın henüz siyasi çalkantılara sahne olmadığı bu dönemde Nadir ailesinin işleri sürekli gelişir. Kıbrıs’ta ilk otobüs şirketini kuran baba İrfan Bey, her işinde yanında eşi Safiye Hanım’ı da bulur. Üretmeye ve başarıya doymayan Nadir ailesinin bu tutkuları çocuklarının geleceklerini şekillendirmektedir. Birbirlerine bağlılıkları ve sıkı aile bağları hem iş yaşamlarına hem de aile yaşamlarına egemen olmaktadır. En güzel eğlenceler hep aile ortamında yaratılır. Uzun geceler Asil’in kemanı, Meral’in piyanosu ve Bilge’nin akordeonu ile şenlenir. Yazlar ise hep özlemle beklenir. Akdeniz’in Turkuaz renkli kıyılarında yaşanan yazlar ise sanki bir yaşam iksiridir.....
Ancak bu güzel ortam 1955’e gelindiğinde birdenbire bitiveren bir rüya gibi yokolur. Turkuaz kıyılarda yazlar heyecanla beklenmez artık. 1 Nisan 1955’de başlayan EOKA saldırıları Kıbrıs’ın üzerine kabus gibi iner. Tüm Kıbrıs’ta olduğu gibi Nadirlerin yaşamında da yokolur huzur. Artık geceler mutlu değil uykusuz ve korkutucudur. Bilge Nadir, silah sesleriyle uyandığı kabus dolu geceleri yıllarca çıkaramaz aklından. Bu arada EOKA’nın tehditleriyle, İngiliz ve Rumlarla yaptığı işler iyice azalmaya başlar İrfan Nadir’in.
Kıbrıs’ta yokolan düzen gibi İrfan Nadir’in işleri de gittikçe kötüleşmektedir. 1959’a gelindiğinde mallarının yanında canları için de tehditler yaşanmaya başlayınca İrfan Bey, çözümü İngiltere’ye göç etmekte bulur. 1961 yılında ailesini de yanına alan baba Nadir, İngiltere’deki ilk iş yeri olan Nadir Modes’da eşi Safiye Hanım’la birlikte çalışmaya başlar. Bilge Nadir, 15 yaşın heyecanıyla geldiği İngiltere’nin gri havasını sevmez hiç. Yeni umutlar ve heyecanlarla geldiği Londra’da hayal kırıklığı yaşar ilk gün. Ama olumsuz ilk izlenimlerine rağmen gelecek için İngiltere’yi sevmeye ahdeder genç kız.
Yeni ortam Bilge’nin üniversite okuma hayallerine de gem vurur. Babası ile yaptıkları konuşma sonunda ‘Nadir Üniversitesi’nden mezun olmanın daha hayırlı olacağına karar verirler. Bilge, bir yıllık kolej eğitimi için özel bir koleje yazılır. Bu kısacık kolej döneminde eğitimden çok farklı şeyler kazanacaktır gerçekte. Nadir ailesinin ‘asi kızı’ kolej ortamında, babasının İngiltere’de Türk adetleriyle yaşama sözünü kısa sürede unutur. Şubat 1961’de tanıştığı genç ve kibar hukuk öğrencisi Fehim Nevzat, kalbinde yeni heyecanlar yaratır. Ailesinden gizli görüştüğü Fehim Nevzat’la birlikte geleceği şekillenmeye başlamıştır Bilge hanım’ın. 1962 yılında beraberlikleri resmileşir. 3 Ağustos 1963’te İngiltere’deki bir gazete Bilge hanım ile Fehim bey’in evliliğini ‘Türk lokumu trafiği altüst etti’ başlığıyla verir.
Bilge hanım, Fehim bey’le kendine yeni bir hayat kurarken, Nadir ailesi de, Nadir Modes’dan Wearwell tekstil şirketine geçiş yaparak tekstil alanında önemli bir yere sahip olur. İrfan Nadir, Kıbrıs’taki tutkularını İngiltere’ye taşımış, burada da çocukları için yeni bir hayat yaratmıştır. Aile yine hep birliktedir. Meral, Bilge hanım ve Asil Nadir’in de dahil olduğu yeni şirket hızla büyümektedir. Bu kez şirketin başında, ailenin tek erkek çocuğu Asil Nadir vardır.
Yeni ve parlak fikirleriyle Asil Nadir, Bilge hanımla birlikte tüm aileye parlak bir gelecek vaadetmektedir. Asil Nadir’in yönetimindeki şirket hızla büyürken, Bilge hanım eşi Fehim Nevzat’la birlikte 1968’de Fame Models’i kurar. Asil Nadir kadar olmasa da kendi tutkularını ve düşlerini gerçekleştirme hedefinde olan Bilge hanım, kendi şirketinde çalışmaya başlar. 12 Şubat 1968’de adı Çerkez prensesi anlamına gelen kızı Tijen doğar. Çocuklu yaşam Bilge hanım’ın hızını kesmez. Asil Nadir’e paralel olarak Bilge hanım da İngiliz iş dünyasında hızla yerini alır. Bu hızlı büyüme 1969’da Asil Nadir’in önerisiyle iki şirketin birleşmesini getirir. Artık holdingleşme süreci başlamıştır. Bilge hanım, çocukken aynı odayı paylaştığı ve düşleriyle tutkularına ortak olduğu Asil Nadir’in hızla büyüyen globalleşen bir dev yarattığına tanık olmaktadır. Ağabeyine tutkulu bir kardeş olan Bilge hanım, mütevazi bir hayattan inanılmaz bir boyuta geçmektedir Asil Nadir’le birlikte. Güçlü aile bağları yaşamları boyunca kopmadan devam edecektir tüm yaşananlara rağmen. 25 Mayıs 1970’de Bilge hanım oğlu Levent’i dünyaya getirir. Mutlu, huzurlu ve güçlü bir ortam tüm yaşamlarını çevrelemiştir. Fehim Nevzat, Asil Nadir’le birlikte çalışırken Bilge Nevzat, çocuklarıyla daha çok zaman geçirmektedir. Tekstilin üretim aşamasında devrede olan Bilge Hanım, yaratıcılığını önplana çıkararak renklerle yeni dünyalar yaratmakta ve başarının doyulmaz zevkini yaşamaktadır. 5 Mart 1973’te Bilge Nevzat ikinci oğlu ve dede İrfan Nadir’in gözbebeği, İrfan’ı dünyaya getirir. 73 Mayıs’ında ise Wearwell dünya şirketi olma yolunda önemli bir adım atarak halka açılır ve borsaya girer. Asil Nadir’in sınır tanımayan yenilikçi düşünce yapısı Nadir ailesine dünyayı açar.
70’li yıllar hem iş hem de aile yaşamı açısından huzur ve mutluluk getirir. Safiye Hanım’ın evinde yenen Pazar yemekleri, komşu evlerde yaşanan aile yaşamı çocuklara da Nadir prensiplerini öğretmektedir. 1979 yılına gelindiğinde Wearwell Kraliçenin ihracatta başarı ödülü ile zirveye taşınır.
Asil Nadir’in "Bu ödülü en çok hakeden kızkardeşim Bilge’dir’’ açıklaması ile Bilge Nevzat bir anda kendini dünyanın merkezinde bulur. Hep Asil Nadir’i çevreleyen parlak ışıklar bir anda Bilge Hanım’ı da etkisi altına alır. Wearwell’in Polly Peck’i satın alması ise 1979’da bir imparatorluk yaratır. Asil Nadir’in inanılmaz yükselişini kardeşinin en yakınında yaşar Bilge Hanım, tabii kendi payına düşeni yaşayarak.. Bir imparatorluğun zirvesinde Asil Nadir’le birlikte yeralır Bilge Nevzat.
Türkuaz renkli kıyılarıyla hep düşlerinde yaşattıkları Kıbrıs, Polly Peck’le birlikte tekrar yaşamlarına girer Nadir ailesinin. Bu devin inanılmaz başarısından Kuzey Kıbrıs da payını almalıdır. Baba İrfan Nadir’in adaya dönüşü ile Nadir Holding, nüfusun yüzde 15’ine denk gelen 10 bin kişiye iş imkanı sağlar. Genç Kuzey Kıbrıs ekonomisi Nadirlerle birlikte gelişmektedir artık. 80’li yılların ilk yarısında Asil Nadir, Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’deki yatırımlarını artırarak sürdürür. Yaşananlar bir Türk’ün dünyadaki inanılmaz başarısıdır.
Ancak dünya üzerinde önemli stratejik konuma sahip, ikiye bölünmüş Kıbrıs adasının Rum ortakları, Asil Nadir’in adanın Kuzeyinde yarattığı refahı rahatsızlıkla izlemektedir. Yaşananlar onlar için kabul edilmezdir ve oyun başlar. Kuzey Kıbrıs’ın olası bir anlaşmada güçlü olarak masaya oturmasını göze alamayan Rum-Yunan ikilisi Polly Peck üzerinde çirkin planlar kurmaya başlar. Ancak tüm bu uğraşlara karşın Polly Peck büyümeye devam etmektedir. Ancak Polly Peck büyürken Bilge Nevzat ağabeyinden ve yıllarını verdiği işinden koptuğunu hisseder. Asil Nadir’in kimseye ayıracak zamanı yoktur artık. Bilge hanım ile Fehim Nevzat, kendilerine Poly Peck’den ayrı bir hayat kurmaya karar verirler. Bilge Hanım, Kıbrıs’a yönlendirilecek turizm potansiyeline göz diker.
Ancak bu arada Nadir imparatorluğunun temelini atan baba İrfan Nadir rahatsızlanır ve Bilge Nevzat çok sevdiği çok güvendiği babasını 1 Nisan 1986’da kaybeder. Bilge Nevzat mutsuz bir dönem geçirmektedir. Polly Peck’teki mutsuzluğunu dile getirerek şirketten ayrılır. Karı-koca yeni bir enerjiyle yeniden tekstil işine girer. Hedef çocuklarına mutlu bir gelecek hazırlamaktır. Bilge hanım ile Fehim Nevzat çocuklarıyla yeni bir dünya kurarken Asil Nadir’in dev imparatorluğu herşeye rağmen büyümeye devam eder. Ağabeyiyle yaşadığı kopukluk Asil Nadir’in Tijen için Kıbrıs’ta bir düğün organizesi ile eski günleri yaşatır. Tijen 3 Ağustos 1988’de Rıfat Atun ile evlenir.
Nevzatlar İngiltere’ye dönüşte şirketlerini genişleterek Noble Raredon’u kurarlar. Bu kelimeler Bilge Hanım’ın ağabeyi ve babasına atfen seçilir ancak ailede pek çok kişi bunu farketmez bile. Bilge Nevzat yönetim kurulu başkanı olarak eşiyle birlikte şirketini yönetirken, dünyada çok az insana nasip olan bir bir birliktelik yaşamaktadır aslında. Hem evde hem işte sürekli bir birliktelik yakalayan Nevzatlar, yaşamlarının her anını uyumla yürütürler. 89 yılında Bilge Nevzat Kıbrıs’ta Olive Tree tatil köyünü kurmaya karar verirken Asil Nadir bir dünya firması olan Del Monte’yi de bünyesine katıyordu. Ancak yaşanan başarılarla birlikte tehditler de artıyordu. Asil Nadir olası bir saldırıya karşı korumalarla geziyor Bilge hanım da ağabeyinin yalnızlığını endişe ile izliyordu.
Bilge hanım, yeni işinin zirvesinde yaşarken kısa bir süre sonra kendisini zor günlerin beklediğini bilemiyordu. Oysa ağabeyi Asil Nadir’in şirketleri için dönen entrikalar kısa bir süre sonra Bilge hanım’ı da çembere almaya başlayacaktır. Güçlü dış etkenler bu dönemde devreye girer ve Polly Peck maliye tarafından incelemeye alınır. Bilge hanım ise bir yandan Olive Tree’yi hayata geçirirken diğer yandan Polonya’da yeni yatırımlar peşindedir.
Bu dönemde Asil Nadir yoğun baskılara rağmen Antalya Sheraton’u açar. Bilge hanım her zaman olduğu gibi yine Asil Nadir’in yanındadır. Ama artık zaman aleyhlerine çalışmaktadır.
Asil Nadir’in öldüğü yolunda basında çıkan asparagas bir haber sonucu Polly Peck borsada inanılmaz değer kaybeder. Kötü günler üzerlerine bir kabus gibi çöker. Asil Nadir, sorgulanmak üzere götürülürken Bilge Nevzat da bu talihsiz olaydan payına düşeni almaya başlar. Asil Nadir’in kızkardeşi olduğu için bankalar kredileri durdurmaya başlamıştır bile. Bilge Hanım, her geçen gün işlerin zorlaştığını ve şans ibresinin artık kendilerinden yana olmadığını derin bir üzüntü ile izler. Asil Nadir’in kefaletle serbest bırakılmasının ardından Nevzat ailesi tatil için Kuzey Kıbrıs’a gelir. Biraz enerji toplayarak geriye dönmeyi hedefleyen Bilge hanım’ı acı bir sürpriz beklemektedir aslında. Çok sevdiği eşi Fehim Nevzat, İngiltere’de yaşananlara daha fazla dayanamayacağını ifade ederek Kıbrıs’ta kalmaya karar verir. Bilge Hanım ise geriye dönmekten yanadır. Ve Fehim Bey adada kalırken Bilge Hanım, işinin başına döner.
Az da olsa gelecek için umut taşıyan Bilge Nevzat, İngiliz adaletine olan güvenini kaybetmemeye çalışır. Halbuki güvendikleri adalet sistemi onlar için hayatı cehenneme çevirmeye henüz yeni başlamıştır. 1991 yılından itibaren yoğun finans arayışına giren Bilge Nevzat, bunu sağlayamaz ve kaçınılmaz son görünür. Oğlu Levent’in 1992 yazında yaşanan düğünü bile mutsuzluklarını dağıtmaya yetmez. Kötü günler devam etmektedir ve Bilge Nevzat eşinden ayrı bu olayları tek başına üstlenmek durumundadır. 5 Kasım 1992’de Bilge Nevzat, ağabeyi Asil Nadir’le işbirliği suçlamasından tutuklanır. Dünyası yıkılan Bilge Hanım, geleceğe ve adalet sistemine olan inancını yitirir. Aynı anda Asil Nadir’in de evi baskına uğramakta ve tutuklanmaktadır. Ailenin üzerinde kara bulutlar dolaşmaktadır. Sorgulamaların sonucu boştur. Suçlamalarla ilgili kanıt olmadığı için Nadir kardeşler serbest bırakılır.
Ama yaşananlar Bilge Hanım için hayatının dönüm noktasıdır. İngiltere’deki hayatlarının bittiğine karar verir. Yine de gücünü koruyarak 2 yıl boyunca işlerinin başında durmaya Asil Nadir’e de destek olmaya devam eder. İşler gün geçtikçe içinden çıkılmaz bir hale gelirken Asil Nadir de kanıtlanamayan suçlamalarla mahkemeden mahkemeye sürüklenir.
Bilge Nevzat, cesur bir karar alarak Şubat 1993’de çocuklarını ve çok sevdiği ağabeyini de İngiltere’de bırakarak yeni bir hayat kurmak için Kuzey Kıbrıs’a yerleşir. Yaşadığı kötü günlerin izlerini Kıbrıs’ın sakin ortamında ve doğada silmeye çalışır. Ancak yaşadıkları kolay atlatabileceği şeyler değildir. Fehim Nevzat, yıllardır birlikte olduğu, sevdiği kadının yanıbaşındadır. Bilge Nevzat, eşinin sonsuz sevgi ve desteği ile yaşadıklarını kabullenebilmiştir. Mayıs 1993’de Asil Nadir’in de adaya dönüşü ile aile tekrar biraraya gelir. Bu Bilge Hanım için inanılmaz bir olaydır. Eşi ile birlikte Kuzey Kıbrıs’ta yeni bir yaşamın eşiğindedir artık. Her karesine birlikte karar verdikleri evleri de tamamlanınca Bilge Hanım, artık Kıbrıs’a iyice yerleşir. Evinin bahçesinde uğraşmakla hem mutlu olur hem de ruhunda açılan yaraları sarmaya çalışır. Hayatının büyük bölümünü geçirdiği İngiltere yoktur artık. Kendine yeni hobiler edinir. Her an Kıbrıs’ın türkuaz renkli kıyılarını gören evi onun en özel yeri. Her köşesini Fehim Bey’le birlikte rahatlıklarını düşünerek dekore eden Bilge Hanım, evinde huzuru buluyor. Evin duvarlarını süsleyen güzel tablolar dünyanın çeşitli yerlerinden toplanmış, genç ressamların eserleri. İngiliz tarzının görüldüğü ev yıllarca İngiltere’de yaşanmışlığın aynası sanki.
Hayatının büyük bölümünü çalışarak geçiren bir insan için, sürekli evde olmak mümkün değil. Bu tempoda biri için çalışmak yaşamak kadar gerekli. Bilge Hanım da 2001 yılı içerisinde ağabeyinin isteği doğrultusunda Kıbrıs Medya Grubu’nun Genel Müdürlüğüne getirilmiş. Bir Asil Nadir işletmesi olan grup, Kıbrıs’ın en etkili basın yayın organı.
Kıbrıs gazetesi ortalama 10 bin tirajla Kuzey Kıbrıs’ın en çok okunan gazetesi. 11 Temmuz 1989’da hayata geçen gazete o günden bu güne gücünü koruyor.
Hayatının her döneminde ailesine çok düşkün olan Bilge Nevzat, şimdi aileye yeni katılan torunlarını dilinden düşürmüyor. Her ne kadar çocuklarından uzak olsa da etrafını saran resimlerle onları yanıbaşına alıyor. Evin mutfağından bahsettiğimizde ise Bilge Hanım, bu bölümün Fehim Bey’e ait olduğunu söylemeden geçemiyor. Yaşadıkları Bilge Hanım’a yeni görevler yüklemiş. En birinci ağızdan olayları aktarmayı düşünür. Kabus dolu günlere rağmen Bilge Nevzat, yaşadıklarını kitaplaştırır. “Türkuaz” Nadir ailesinin ve Asil Nadir’in romanı. Ama henüz bitmemiş bir roman. Yaşanan hayatta, devam eden olaylarda henüz bir son yok. “Türkuaz” gelecek taşıyor.

Latife Birgen
Kıbrıs Türk kadın hareketinin mimarlarından ve öncülerinden biridir Latife Birgen. Çabası Kıbrıs’ta kadınların daha başarılı olması üzerine. 24 Aralık 1932 yılında Dali’de dünyaya gelen Latife Birgen, 8 kardeşin 7. si. Soyağacına baktığımızda bir Paşa torunu olduğunu görürüz. Kökleri, 1822’de Kıbrıs’taki isyanı bastırmaya gelen Hasan Paşa’ya kadar uzanıyor. Anne Hüsniye Hanım’ın dedesi, Hasan Paşa’nın torunu. Polis olan baba İsmail Memiş ile anne Hüsniye Hanım’ın en önemli özelliklerinden biri çoğu çocuklarının isimlerini tarihsel kimlikleri olan milliyetçi kişiliklerden seçmeleri. Memiş ailesinin çocuklarına bakınca bu hemen görülür. Mustafa Kemal, Mehmet, Namık, İsmet ve Latife buna güzel bir örnek teşkil eder. Kalabalık ailede otorite anne Hüsniye Hanım’dadır. Yardımsever ve hoşgörülü Hüsniye Hanım, davranışlarıyla da çocuklarının karakterlerini şekillendirmektedir. Küçük Latife 3 yaşına geldiğinde babası emekli olur ve Lefkoşa’ya taşınırlar. Ortaköy’de büyük bir çiftlik alan baba İsmail Bey, çiftçilik yapmaya başlar. Latife okul yaşına geldiğinde ilk okulu Selimiye İlkokulu olur. Çok dikkatli ve gözlemci bir yapıya sahip olan Latife, yardımseverliğiyle de arkadaşları arasında öne çıkar. İlkokuldan sonra Viktorya Kız Okuluna yazılır. Çağdaş bir düşünce çizgisine sahip aile sayesinde çocuklar okul hayatlarında herhangi bir sorunla karşılaşmazlar. Çocukluğunu ve okulunu hep mutlulukla anan Latife Hanım, o zamanlar bugünkü gibi stresli ortamların sözkonusu olmadığını vurguluyor. Okumayı çok seven Latife, meslek sahibi ağabeyisinin de desteği ile lise sonrası sınavları için özel dersler alır. Derslere yetişebilmesi için Latife’ye ilk kez bir bisiklet alınır. Daha tutucu bir çevreye sahip o yıllarda Atatürk hayranı anne babası sayesinde Latife, rahatça bisiklete binebiliyordu.
Viktorya Kız Okulundan sonra Latife Hanım, İngiltere’de üniversite okuma hayalini gerçekleştirir ve sınavları kazanır. Ancak okuluna 1955 yılında gidebilecektir. Bu arada Karma Kız Öğretmen Koleji’ne girerek öğretmen olur. 1953’de mezun olduğu okula öğretmen olarak atanır. 2 yıllık öğretmenliğin ardından Latife Birgen’e İngiltere yolu görünür. Fizik ve matematik eğitimi almak için İngiltere’ye gider. İngiltere yılları hafızasından silinmez hiç. Aldığı başarılı eğitimin yanında edindiği yeni arkadaşları ile dolu dolu geçen günleri güzel bir anı olur. 5 yıllık İngiltere eğitiminin ardından Kıbrıs’a döner Latife Birgen. Yıllar önce bıraktığı öğretmenlik mesleğine döner yeniden. Çocuklara olan sevgisi işini başarıyla yapması için yeterli bir nedendir. Adaya dönüşünden itibaren Kız Lisesi, Namık Kemal Lisesi ve İngiliz Okulu’nda matematik ve fizik dersleri verir. O dönemlerde aldığı bu eğitim aslında yaşamına kolaylık değil zorluklar getirir. Toplumda değil kadın erkeklerin bile bu derece eğitim almadığı bir dönem yaşanıyordu. Ve Latife Birgen’e bir büyüğünün ifade ettiği ‘’bu kadar çok okuma. Çünkü adaya döndüğünde seni nereye koyacaklarını bilemeyecekler. Zorluklar yaşayacaksın’’ sözü hiç aklından çıkmaz Latife Hanım’ın. Ancak o okumakta kararlıdır. Hayat Latife Hanım için okumakla eş anlamlıdır ve bundan vazgeçmez hiç.
1967 yılında Amerika’dan burs alarak Nükleer Tıp konusunda doktora yapmak için 5 yıllığına California’ya gider. Zor ve değişik bir alanda yaptığı bu çalışma sırasında Kıbrıs’a dönüp dönmemeyi çok düşünür Latife Birgen.
Eğitim alanlarına bakıldığında yurt dışında kalması daha mantıklı görünse de kadrolu çalıştığı işinden izinli geldiği Amerika’da süresi dolar. Üstüne üstlük annesinden aldığı bir mektup Latife Birgen’in Kıbrıs’a dönüş kararı almasına neden olur. Annesi ölmeden önce kızını görmek istemektedir. Latife Hanım, kesin karar alarak tekrar Kıbrıs’a döner.
1972’de bu sefer Maarif Dairesi’nde müfettiş olarak görevlendirilir. 3 yıl sürdürdüğü bu görevin ardından Kıbrıs Türk Federe Devletinin kuruluşu ile Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’na atanan 5 müdürden tek kadın Latife Hanım olur. O yıllarda kadın müdür olarak ilginç olaylar yaşadığını ifade eden Latife Birgen, zamanla çevresindekilerin kendisine alıştığını söyler. Devlet Başkanlığına bağlı olarak çalıştığı bu dönemi meslek yaşamının en verimli dönemi olarak nitelendiren Latife Hanım, o dönemde iş hayatında siyasetin ve siyasi partilerin bu derece etkili olmadığını vurguluyor. Meslek yaşamı boyunca kadınların yeterince başarılı ve etkili olmadığını üzülerek izleyen Latife Birgen, 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni temsilen katıldığı Dünya Kadın Yılı etkinlikleri sonucunda ülkemizde de kadınların daha etkin olması gerektiğine karar verir. Ve Kıbrıs Türk Kadınlar Konseyi’nin kurulması gerektiğine karar verir. Konseyin Türk Kadın Konseyi ile birlikte çalışarak Kıbrıs Türk toplumunun davasını yurt dışında daha etkili duyurma niteliğine sahip olacağı tavsiyesine uyarak Latife Birgen, arkadaşları ile birlikte 25 Ağustos 1976’da Kıbrıs Türk Kadınlar Konseyi’ni tescil ettirir. Konsey, yeni devlette kurulan 3. sivil toplum örgütüdür.
Kuruluşunun ilk dönemlerinde Konsey çalışmaları daha çok Kıbrıs Türk toplumunu dış platformlarda tanıtma amacı güttüyse de ilerleyen zaman içerisinde kadın hakları konusuna ağırlık verilir. Latife Birgen ve arkadaşlarının öncülüğünde ilerleyen kadın hareketi Kadınlar Konseyi’nin çalışmalarının ardından hız kazanır. Konsey’in çalışmalarında kadınlara özgüvenlerinin kazandırılması öncelikli konu olur. Kadın hareketi konusunda çalışmalarda bulunan Latife Hanım, 1981-83 yılları arasında Kıbrıs Türk toplumu için önemli bir çalışma olan Üçlü Kayıplar Komitesi’nin kuruluşunda ve çalışmasında görev alır. Kadın haklarının ötesinde insan hakları gerekli diyen Latife Hanım, bu aşamada Kıbrıs Türk toplumunun haklarını pek çok platformda ve yazdığı çeşitli yazılarda dile getirir.
1983 yılına kadar devlet başkanlığındaki görevini sürdüren Latife Hanım, bu yıldan sonra kadın ve toplum çalışmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için görevinden ayrılır. Konsey bünyesinde gerçekleştirilen temaslar sonucunda, 1975’de Mexico City’de, 1980 yılında Kopenhag’da, 1985 yılında da Nairobi’de yapılan Birleşmiş Milletler kadın toplantılarında Kıbrıs Türk kadınını temsil ederek Kıbrıs Türkünün davasını duyurdu.
Kadınlar Konseyi’ndeki çalışmalarında kadınlara yönelik çeşitli sanatsal ve faydalı etkinlikler dizisi düzenlerken, yıllarca içinde sakladığı ve hatta eğitiminin başında kendi kendine sanat mı bilim mi sorusunu sorduran resim çalışmaları gelir Latife Hanım’ın aklına. 1985 yılında resim yapmaya başlar. Evinin duvarlarını süsleyen güzel sanat eserleri yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Resimle birlikte şiir ve müziğe de hayatında daha çok yer veren Latife Hanım’ın sanatçı yönü ağır basmış 80’li ve 90’lı yıllarda. Batikle başladığı resimde desen dersleri ile kendini geliştirir, renk çalışmalarının ardından güzel eserler ortaya çıkarır. Kadınlar Konseyi bünyesinde yaptıkları çalışmalar sonucunda çeşitli sergilerde yer alırlar ve toplumda kültür olayların yerleşmesine katkı koyarlar. Latife Hanım, çevresinde güzel şiir yazmasıyla da ünlü. Düşüncelerini kağıda dökmekten mutluluk duyan Latife Hanım, sanata oldukça yatkın. Kıbrıs Türk kadının her alanda kendine yeterli olması için çok çalışması gerektiğini vurgulayan Latife Birgen, bu konuda erkeklerin kadınlara destek olmasını istiyor.
Kadınlar Konseyi’nin çalışmaları ile kadınlara öncülük ettiğini belirten Latife Hanım, toplum içerisinde kadınlara kota uygulanması sisteminden yana. Erkek egemen toplumlarda kadınlara daha çok destek vermek gerektiğini vurgulayan Latife Birgen, kadının artık iş yaşamından politikaya kadar her alanda daha çok desteklenmesinin başarı için şart olduğunu ifade ediyor.
Kadının eşinden veya babasından dolayı değil tek başına ayakta durması gerektiğini ifade eden Latife Hanım, bu konuda katedilmesi gereken çok mesafe var diyor. Yıllardır Kadınlar Konseyi başkanlığını yürüten Latife Birgen, şimdilerde kadınlarla birlikte çocukları da faaliyet alanları arasına almanın planlarını yapıyor. Çocuklara yabancı dil ve sanat eğitimi katkısı vermeyi düşünen Konsey yetkilileri, gelecekteki Kıbrıs için çocukların çok iyi yetişmesi gerektiğini vurguluyor. Latife Hanım’ın çocuklara düşkünlüğünü kendi ailesinde ve yıllar öncesinden görmek mümkün. Bir abla, teyze ve öğretmen olarak her zaman çocukların yanında olan Latife Hanım, ailesine ve arkadaşlarına çok düşkün. Her zaman onların yanında olan Latife Birgen, kendini dürüst, yardımsever ve hoşgörülü olarak tanımlıyor. Yıllardır kurduğu dostlukların devamı da ilişkilerinin sağlamlığının en güzel kanıtı.
Sürekli bir aktitive içinde olan Latife Hanım’ın hayatına baktığımızda bir dakika bile boş zamanının olmadığını görürüz. Tüm bu yoğunluk içinde mutfakta zaman geçirmeyi sevmediğini de ifade eden Latife Hanım, yemeği yaşamak için yediğini vurguluyor. Ancak sağlıklı beslenmeye de dikkat eden Latife Birgen, hayatını topluma adamış bir portre çiziyor. Klasik kadın tipinin çok ötesinde olan Latife Hanım, sürekli kalıcı birşeyler üretmek çabasında. Sürekli okuyan ve kitaplarla, dünyayla içiçe olan Latife Birgen, yakın zamanda hayatını kitaplaştırmayı düşünüyor. Çeşitli belgelerle desteklenecek kitabın topluma bir kaynak olacağını ve döneminin gerçeklerini anlatacağını belirten Latife Hanım, projesini yakın zamanda hayata geçirmeyi planlıyor.
Tüm davranışlarında mantığın ağır izlerini gördüğümüz Latife Birgen, aslında duygusal ve hayata hoşgörüyle bakan bir güzel insan.....

Pervin Gürler
Pek çok ilke imza atmak, hem de kadın olarak, pek kolay olmasa gerek. Ama şimdilerin Girne Polis Müdürü Pervin Gürler, mesleki alanda imza attığı ilklerle tarihteki yerini çoktan almış. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk bayan subayı, ilk bayan polis müdürü ve ilk bayan kaza polis müdürü ünvanları ile haklı bir gurura sahip Pervin Hanım. Pervin Çavuşoğlu, 15 Aralık 1955’de Baf’ın Fiti köyünde, polis çavuşu Mustafa Bey ile Pembe Hanım’ın ilk kızı olarak dünyaya gözlerini açar. 6 kardeşin üçüncüsü ve ilk kız olan Pervin, baba otoritesinin ağır bastığı, kuralları olan bir ailede büyür. Babasının tayini dolayısıyla çocukluğunun çoğunu Girne’de geçiren küçük Pervin, her faaliyetin içinde yer alan aktif ve çok sosyal bir öğrencidir. Çok güzel bir çocukluk geçiren Pervin, 5 kardeşiyle de son derece uyumludur. Çavuşoğlu ailesinin çocukları o kadar birbirlerine bağlıdırlar ki, yıllarca önce birbirlerine verdikleri sözü hep tutarlar. ‘Aileye dıştan katılacak herhangi birisinin, kardeşlerin bağlılığını bozmasına asla izin vermeyecekleri’ sözü herkes için geçerli olmuş.
60’lı yılların Kıbrıs’a getirdiği huzursuzluğu herkes gibi Çavuşoğlu ailesi de yaşar. Bozulan düzenle birlikte, gelirleri de azalan aile, bu dönemden sonra bolluk içinde yaşamayı unutur. ‘’Yokluk çekmedik ama bolluk da görmedik’’ diyen Pervin Çavuşoğlu, Türk-Rum çatışmasının verdiği zararları acıyla anımsıyor. İlkokula Baf kazasının Yayla köyünde başlayan Pervin, 21 Aralık 1963’ü hafızasından hiç silememiş. Rum saldırılarından korunmak için saklandıkları sığınakta yaşadığı soğuk geceyi, ‘hayatımın en soğuk gecesiydi, çok üşümüştüm’ diye anlatıyor Pervin Hanım.
Türk-Rum karışık köylerde yaşanan tedirginlik yıllarca sürer. Pervin 5. sınıfa geldiğinde aile, bu kez Poli’ye taşınır. Poli Hürriyet Ortaokulu’na geçen Pervin, süper notlar almasa da okulun gözde öğrencilerindendir. Çalışkan ve hırslı yapısıyla dikkat çeker. Pervin için en yüksek notu alarak sınıf geçmek değil, okulun her faaliyetinde yer almaktır önemli olan. Pervin lise dönemine geldiğinde, baba Mustafa Çavuş’un gönlü, kızını kasabada tek başına liseye göndermeğe razı olmaz ve Baf’a tayinini ister. Baf Kurtuluş Lisesi’ne başlayan Pervin’in en büyük ideali üniversite okuyarak eczacı veya avukat olmaktır. Lisede hemen dikkat çeker Pervin Çavuşoğlu, çünkü atletizm hariç tüm sporlar dallarında, tiyatro, folklor, şiir okuma ve okulun her faaliyetinde hep en öndedir, aktifliği ile gözdedir. Öğretmenlerinin de teşviki ile pek çok görev alır Pervin ve voleybol takımı ile birlikte okullarına ilk kupayı kazandırırlar.
Yoğun geçen okul hayatı içerisinde derslerini de ihmal etmez ve hep üniversite hayali kurar Pervin Çavuşoğlu. Baba Mustafa Bey, gündüzleri yoğunluktan ders çalışamayan kızının gece geç saatlere kadar ders çalışmasını unutmaz hiç. 1973’de lise son sınıfa gelir Pervin Çavuşoğlu. Üniversite sınavlarını heyecanla beklemeye başlayan Pervin, babası Mustafa Bey’in, Türkiye’de yaşanan öğrenci olaylarını gerekçe göstererek, sınava girmesine izin vermemesini kabullenemez ama yapacak bir şeyi yoktur....
Yokolan üniversite hayallerinin ardından yeni bir yol açılır Pervin Çavuşoğlu’nun hayatında. Merkezi idare her kazaya bir bayan polis düşünerek, münhal açmıştır. Mustafa Çavuş, bir oğlunun polis olmasının ardından Pervin’in de polis olması konusunda isteklidir. Babasının isteğini kıramayan Pervin Hanım, polislik için başvurur. Başvuran 300 bayanın içinden seçilen 10 bayan polis adayının arasında olur Pervin Çavuşoğlu.
Yeni işi ile birlikte hayatı da hızla değişmeye başlar Pervin Hanım’ın. Baf kasabasında göreve başlayan genç avukat Recep Gürler, lise yıllarından tanıdığı Pervin’e görücü gönderir. Polis olmanın şaşkınlığını henüz daha üzerinden atamayan Pervin Hanım, bu talebe ne diyeceğini bilmezken baba Mustafa Bey, ‘Recep Bey çok uygun bir damat adayı’ diyerek olaya onay verir. Pervin Hanım da daha önce tanışık olduğu Recep Bey’in teklifini kabul eder, 16 Aralık 1973’de nişanlanırlar.
Recep Bey’le güzel bir uyum yakalayan Pervin Hanım, işine de hızla alışır. Ancak Kıbrıs’ın o yıllardaki karışık ortamı bir bayan polis olsa da Pervin Hanım’ın da tehlikeli görevlerde bulunmasına neden olur. Recep Bey, tehlikeli görevlere itiraz etse de Pervin Hanım, artık mesleğinden ayrılamaz.
Takvimler 20 Temmuz 1974’ü gösterdiğinde, Kıbrıs için özgürlük savaşı başlar. Nişanlısı ile birlikte Baf’ta olan Pervin Hanım, Rumlar tarafından esir alınır. Gözleri önünde öldürülen eziyet edilen Türkleri görürler. Savaştan sağ olarak kurtulsalar da Baf alınmadığı için Güney’de kalan Pervin Hanım ve nişanlısı para karşılığı maceralı bir yolculukla bir Rum’un yardımıyla Kuzey’e geçerler..........
Özgürlükle birlikte, 12 Ekim 1975’de Pervin Hanım’la Recep Bey evlenerek yeni bir hayata adım atarlar. Yeni görev yeri olan Güzelyurt’ta tam 19 yıl görev yapar Pervin Gürler. 3 Ağustos 1976’da şehit kayınpederi Ali Bey’in adını verdikleri ailenin tek erkek çocuğu, oğlu Ali doğunca, Pervin Hanım’ın hayatı yeni bir anlam kazanır. Annelikle polislik birlikte zor olsa da, 11 Haziran 1979’da da kızı Revin’i dünyaya getirir Pervin Gürler. Ancak ağır çalışma şartları Pervin Hanım’ı zorlasa da yıldırmaz, cesaret verir.
Recep Bey’in engin hoşgörüsü ve desteği, babaannelerinin de torunlarını büyütmekteki isteği Pervin Gürler’in en büyük avantajı olur. 19 yılın ardından Lefkoşa’ya tayin olur. Mesafeler Pervin Hanım için sorun değildir, çünkü baba zoru ile girdiği polislik artık onun için vazgeçilmezdir. Lefkoşa’daki ikinci yılında hayatının en zevkli görevlerinden biri olarak tanımladığı Polis Teşkilatının Basın Subaylığı’na getirilir hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk bayan polis subayı ünvanını kazanarak. Basın Subaylığı döneminde, kendi arzusu ile katıldığı Interpol eğitimi, Pervin Hanım için mesleki anlamda çok önemli. Hedeflenen noktalara vardıkça insanın kendi özgüveninin arttığını vurgulayan Pervin Gürler, katıldığı eğitimlerden mesleki alanda büyük faydalar gördüğünü ifade ediyor. Meslek hayatındaki koşuşturmacanın içinde, Recep Bey’i her zaman yanında gördüğünü belirten Pervin Hanım, ‘’ihmal edilse de Recep Bey bundan hiç gocunmadı’’ diyor.
Ağustos 1999’da Pervin Hanım, hiç beklemediği ve inanmakta zorlandığı yeni bir boyuta geçer meslek hayatında. İngiltere’de katıldığı yöneticilik kursu devam ederken, Pervin Hanım Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk bayan polis müdürü ve ilk bayan kaza polis müdürü olarak Girne Polis Müdürlüğü’ne atanır. İlk anda ‘’ben bu görevi nasıl yaparım’’ diye düşünse de hiç tereddüt etmez ve görevi kabul eder.
Kıbrıs’ın incisi Girne’de yadırganmaz hiç Pervin Gürler. ‘’Kadın olduğum için tepki değil aksine hep destek aldım’’ diyen Pervin Hanım, şu anda doğuda Bahçeli’den başlayıp batıda Sadrazamköy’de son bulan 600 kilometrelik alanda yetkili Girne Polis Müdürlüğü’nün başında. Emrinde çalışan 256 polisin sadece 9’u bayan olan Pervin Gürler, personeli tarafından çok seviliyor. Disiplinli ve kuralları olan Girne Polis Müdürü Pervin Gürler’in, müdürlükte kendine özgü bir çalışma sistemi olduğu göze çarpıyor.
Günün erken saatlerinde başlayan günler Pervin Hanım için son bulmaz hiç. Her sabah, günlük toplantılarıyla başlattığı görev günü, aslında hayatının ta kendisi. O her an ve her saat görevinin başında. Görevi dışında bir yaşamı aklına dahi getirmeyen Pervin Gürler, zorla girdiği polisliğin artık kendisi için vazgeçilmez olduğunu ve mesleğini çok fazla severek yaptığını dile getiriyor. Saat ne olursa olsun, özellikle önemli olaylarda, muhakkak olay yerine giden Pervin Gürler, 7 belediye, 52 muhtarlık ve 47 yerleşim birimi ile koordineli olarak çalışıyor. İtfaiyeden tutun da adli, trafik ve idari işleri de başarıyla yürürten Girne Polis Müdürlüğü, günün 24 saati görev başında. Personeliyle uyumlu ve sürekli gülen yüzüyle, sert polis tipinden oldukça uzak olan Pervin Gürler, ülkemizin güvenlik işinde de kadınların başarılı olduğunun en güzel göstergesi. 19 Haziran 2000 tarihinde yeni binasında hizmet vermeye başlayan Girne Polis Müdürlüğü, başarılı çehresiyle örnek teşkilatlardan biri.
24 saati dolu dolu yaşayan kadınlarımızdan biri olan Pervin Hanım, gece yarısı veya günün erken saatlerinde dahi hiç gocunmadan yatağından kalkıp, görevinin başına geçebiliyor. Hoşgörülü, iyimser ve insanları hep güzel yanlarına bakarak seven Pervin Gürler’in hayat felsefesinde ‘kötümserlik’ yok. Eşi Recep Bey, yıllardır sürdürdüğü hoşgörüsünden vazgeçmiyor hiç. Bu da Pervin Hanım, için bulunmaz bir nimet. ‘’Recep Bey, ihmal edildiğini bile bile yine de yıllardır hep yanımda’’ diyen Pervin Gürler, başarılı kadınların arkasında her zaman hoşgörülü bir erkeğin olduğuna inanıyor. Ancak Recep Bey, sınırsız hoşgörüsünün yanında otoritesini elden bırakmamış hiç. Klasik Türk aile yapısı çerçevesinde evin erkeği ve reisi Recep Bey. Pervin Hanım’ı işi dışında da oldukça yoğun saatler bekler her gün. Mutfaklarına çok düşkün olan Gürler ailesi, boş zamanlarının çoğunu birlikte mutfakta geçirir. Pervin Hanım, polisliğinin dışında mutfakta da oldukça yetenekli. Kıbrıs’ın en zor yemeklerinden olan herseyi bile başarıyla Recep Bey’in önüne koyabiliyor.
Sabah saat 05.00’de başlayan günün ilk faaliyetleri arasında çoğu zaman gecenin yemeklerini hazırlamak da var. Yıllarca çalışan bir annenin çocukları olan Ali ile Revin, artık evden biraz uzakta. Şimdilerde yetişkin birer insan olarak anne ve babalarından uzakta olan çocuklar annelerinin en büyük özlemi. Ama Pervin Gürler’in büyüyen çocuklarıyla birlikte hızla ilerleyen mesleği de ilerlediği için yoğunluğu hiç azalmamış. İstisnai olarak bulduğu boş zamanlarında eşi ile en büyük hobisi seyahat etmek. Dünyanın ve Türkiyenin çeşitli yerlerini gezen Gürler çifti, buldukları ilk fırsatta dünyayı geziyorlar. En büyük özellikleri her iki tarafın da ailelerine çok düşkün olması. Yılların getirdiği yeni ilişkilere rağmen aileler hep bağlı kalmış, birbirlerine hep düşkün olmuşlar.
Ağır sorumlulukları olan ve hata affetmeyen bir mesleğin en üst noktalarından birinde oturan Pervin Gürler, ağır sorumluluğunun bilinciyle yaşıyor. Nerdeyse ailesinden önce gelen mesleği, yönlendirmiş yaşamını hep. Üniversite hayalleri kurarken kendini polisliğin içinde bulan Pervin Hanım, yıllar sonra olsa da üniversiteye başlamış. O şimdi hep hayallerini kurduğu fakültelerden biri olan Hukuk Fakültesi’nde 2. sınıf öğrencisi. Hedefler doğrultusunda yaşanan hayatların hiç duraksamadığını, aksine gelişerek güzelleştiğinin ve yeni ufuklar açtığının en güzel kanıtı Pervin Gürler...

İnanç Öney
Dünya üzerindeki sınırları ortadan kaldıran, insanları birleştiren, kaynaştıran ortak dil kültürdür. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de kültürel alanda zengin ülkelerden biri. Küçücük bir ülke olmasına karşın, gerek tarihsel gerekse müzikal alanda kendine bir yer edinmiş. Özellikle yaz ayları boyunca gündemden inmeyen ve dünyanın dört bir yanından sanatçıları konuk eden sanatsal etkinliklerin gerçekleşmesinde en önemli görevlerden biri Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’na bağlı Kültür Dairesi’ne ait. Kültür Dairesi’nin bu denli başarılı olmasında da en büyük etkenlerden biri hiç kuşkusuz İnanç Öney. Kültür Dairesi Müdürlüğünü yürüten İnanç Hanım, toplumdaki başarılı kadınlarımıza güzel bir örnek. 28 Kasım 1949 yılında Girne’de doğan İnanç Nizami, üç kızkardeşin ortancası. Ev hanımı Cemaliye Hanım ile Polis Okulu eğitmenlerinden Osman Nizami Bey’in üç kızının içinde en dikkat çekeni küçük İnanç. Çünkü İnanç, her işe karışan ve insanlarla çok sıcak diyaloglar kurmayı başaran sempatik bir çocuk. Tek çocuk olan annesinden dolayı büyükanne ve büyükbabanın da yer aldığı geniş bir ailede büyüyen İnanç Nizami, çok güzel ve mutlu bir çocukluk geçirir. Otoriter bir aile yapısının içinde olsa da, çok demokratik bir yapıya sahip olan baba Osman Bey, kızlarına her konuda yardımcı olur. Onlara yüzmeyi öğretir. O yılların sınırlı özgürlüklerinin dışında babalarının katkılarıyla hiç unutamayacakları güzel günler geçirirler. Girne’deki büyük bahçeli evlerini, kırlarda dolaşıp çiçekler toplamalarını hep coşkuyla hatırlar İnanç Nizami.
İnatçı ve yaramaz İnanç, ablasının okula başlamasıyla birlikte kendi de okul krizine girer. İnanç’ın ağlamaları durmak bilmeyince kendine bir okul aramaya başlanır. Anne Cemaliye Hanım’ın çabalarıyla dönemin güzel okullarından biri olan Fransız St. Joseph Anaokulu’nda karar kılınır. Çünkü küçük İnanç, kepi ve kravatıyla birlikte gösterişli bir üniformaya sahip okula hayran olmuştur. Tek kelime fransızca bilmemesine ve değişik giysiler giyen eğitmenlerine rağmen Fransız okuluna gitmekte ısrar eder. Anne Cemaliye Hanım da kendinde gördüğü eğitim eksikliğini kızlarına yaşatmamak için onlara hep destek olur. Anaokulu eğitiminin ardından babasının tayini sonucu Lefkoşa’ya gelirler. Selimiye İlkokulu’na başlayan İnanç, aktifliği ile hemen dikkat çeker. Her faaliyetin içinde yer alan İnanç, kendini herkese sevdirir.
Lefkoşa’dan sonra tekrar Girne’de 23 Nisan İlkokulu ve hemen ardından yine Lefkoşa’ya dönerler. Mutlu aile yaşantılarına rağmen o yıllarda Kıbrıs, karışık günler geçirmektedir. 57-58 olaylarını Lefkoşa’da yaşayan Nizami ailesinin evine konulan bomba yaşamları boyunca unutamayacakları kötü bir anı olur. Bombanın patlaması sonucu duvar altında kalan küçük kızkardeş, aileye korkulu anlar yaşatır. Ailenin en küçüğü İdil’in her zaman yanında olan İnanç, ailesinin de kendisine sorumluluk vermesi sonucu hep İdil’in koruyucusu olur. Çekingen ve daha geri planda kalan kızkardeşlerine karşın İnanç her zaman hep en önde ve her faaliyetin içinde yer alır.
Babanın tayini dolayısıyla takvimler 1963’ü gösterdiğinde Nizami ailesi yine Lefkoşa’dadır. Köşklüçiftlik İlkokulu’nun ardından Kız Lisesi’ne geçer İnanç. Artık Kıbrıs için şiddet dolu dönemlerdir yaşanan. Şimdilerin Şehit Tuncer İlkokulu’na adını veren ve İnanç’ın hocası olan Tuncer Hasan’ın şehit olması İnanç için çok üzüntü verici olur. Savaş yıllarının harp çocukları olarak geçirdiği genç kızlık yılları İnanç Nizami için acı ve korkulu anılarla doludur.
Okulda hep en önde ve başarılı olsa da herkes için zor günlerdir yaşanan. Mutlu aile yapıları tek güzelliktir kendileri için o dönemde. İnanç evde de en son sözü söyleyen ve her işi yapandır. Anneanne egemen bir mutfakta da başarılıdır İnanç. Daha o yıllardan yaptığı güzel pastalar börekler vardır. Temizliğe ve titizliğe önem veren İnanç Nizami’nin uyumsuzluklara tahammülü yoktur hiç. Kızkardeşlerini idare eden, ailede egemen olan kız İnanç’tır.
Kız lisesinin ardından Ankara’ya yükseköğrenime gider İnanç Nizami. İdeali olan doktorluğu tek puanla kaybeder. Bunun üzerine insanı yakından inceleyen psikoloji ve felsefe eğitimi almaya karar verir. Ankara Hacettepe’de eğitim görürken, küçük kızkardeş İdil de Ankara’ya eğitime gider. İnanç Nizami orda da kardeşine ablalık yaparak eğitimini tamamlamasına destek olur. Başarılı geçen eğitiminin ardından Hacettepe Üniversitesi Sosyolojı ve İdari Bilimlerden yüksek lisans diploması alarak 1974’de mezun olur. Eğitiminin ardından Ankara’da çalışarak geçirdiği bir yılın ardından İnanç Hanım, 1975’de Kıbrıs’a döner. Önünde henüz toparlanamamış bir toplum bulan İnanç Nizami, bu karmaşanın içinde bir dönem ne yapacağını bilemez.
1976-77 yılından itibaren Lefkoşa Türk Lisesi’nde öğretmenlik yapmaya başlayan İnanç Hanım, mesleğinde çok mutlu olur. Çocuklara çok düşkün olan İnanç Nizami, öğrencileriyle çok güzel bir diyalog kurar. Öğretmenlik yanında onların ablaları ve rehberleri olur. Kuralcı, otoriter ve sert hoca tanımına rağmen öğrencileriyle arkadaş olmayı, onlara hayata dair güzel dersler vermeyi başardığına inanır.
80 yılına gelindiğinde hayatında yeni oluşumlar başgösterir İnanç Nizami’nin. Dostları aracılığıyla tanıştığı Bilge Öney, hayatını değiştirir. Çok aklında olmasa da İnanç Hanım, Bilge Bey’in ısrarlarına dayanamaz ve nişanlanırlar. 5 Temmuz 1981’de de hemen evlenirler.
Ailelerin etkisi dışında kendi gönüllerince seçtikleri bir yoldur bu. Kişiliklerindeki farklılıklar evliliklerinde denge unsuru olur. 2 Temmuz 1982’de büyük oğulları Sabah doğar Öney ailesinin. 2 Temmuz 1987’de de küçük oğulları Emrah. Yeni mutluluklar aileye yeni sevinçler getirse de İnanç Hanım’ın sorumlulukları artar bu dönemde. Hem çalışıp hem çocuk bakmak zordur çalışan anneler için. Bu dönemde bebeklerin bakımına yardımcı olsun diye Şerife isimli kimsesiz bir kız alır Öney ailesi. Daha sonra bebeklerin bakıcısı değil evin kızı olur Şerife. Koruyucu aile statüsüne geçen Öney ailesi Şerife’yi kızları gibi büyütürler. Oğlanlarla birlikte Şerife de büyür, onlara bir abla olur. Ummadıkları bir anda hayatlarına giren Şerife de aileden biridir artık. Anne-baba olarak bildiği İnanç Hanım’la Bilge Bey, Şerife için çok önemlidir ve yeni doğan bebeğine de Bilge adını verir.
Oğulları ile de çok iyidir İnanç Öney, uzun yıllar yurt dışında çalışan babalarının yokluğunu hissettirmemeye çalışır çocuklarına. Onlara hem anne hem baba olur.
Öğretmenlik hayatının çoğu Lefkoşa Türk Lisesi’nde geçer İnanç Öney’in. 10 yıl öğretmenlik ve 8 yıl da idarecilik yaptığı okulundan 1996 yılında Kültür Dairesi Müdürlüğü’ne atanır. Ülkesine ve özellikle de kültürel objelere oldukça düşkün olan İnanç Hanım için bu görev biçilmiş kaftandır aslında. Kıbrıs’ın yokolan değerlerini yaşatmaya bir nebze de olsa katkı koymak İnanç Öney için, bir yaşam iksiridir. Ancak siyasi iktidar değişimlerinin sonucu olarak kısa bir dönem bu görevden alınır İnanç Hanım. Ama bu ayrılık kısa sürer ve 1999’da tekrar eski görevine getirilir. Çocukların ardından yetişkin insanların idarecisi olmak oldukça farklıdır ancak aldığı sosyoloji eğitiminin bu noktada faydasını gördüğüne inanıyor İnanç Öney ve personeliyle uyum içinde çalışıyor.
Bulunduğu mevkinin gereklerini yerine getirirken hiç şikayet etmiyor İnanç Hanım. Özellikle yazın yoğunlaşan kültür faaliyetlerine gece-gündüz demeden katkı koymaktan mutlu oluyor. Ailesinin engin hoşgörüsüyle başarabildiği görevine evinden daha çok zaman ayırıyor sırasında.
İnanç Öney’in Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’ndaki ofisine girdiğinizde, buram buram Kıbrıs kokan bir ortamda buluyorsunuz kendinizi. Yıllar öncesinden, nenelerimizden, dedelerimizden kalma islimin yani küçük bir ocağın şık bir abajura dönüştüğünü görmek mutluluk verici. Ülkemizin birçok güzel geleneğini bu ofiste görmek mümkün......
Otantik nesnelere ve geçmişe verdiği değer çok büyük İnanç Hanım’ın. Antikalar ve hangi ülkeden olursa olsun geleneksel özellik taşıyan objeler onun için paha biçilmez. Ofisi gibi evini de özenle döşemiş İnanç Öney. Geçmişi yaşatmak onun için bir amaç aslında. Detaycı ruhunu evinin her köşesinde görmek mümkün. Her baktığınız köşede geçmişten bir detay görmek kaçınılmaz. Ailesine ve evine de çok düşkün olan İnanç Hanım, aile yaşamını çok seviyor. İşi dışında dışarıda zaman geçirmeyi sevmeyen İnanç Öney, çocuklarının beslenmesinde de oldukça tittiz. Anneanneden kalma bir mutfak kültürünü yaşatmaya çalışan İnanç Öney, sağlıklı beslenmeden yana....
Yaşamdaki sağlıklı beslenmenin yanında doğadaki yaşamın da hayranı İnanç Hanım. Fırsat buldukça kendini kırlara atan İnanç Öney, çocukluğunun bitmez tükenmez kır gezilerini unutmaz hiç... Evinin her köşesinde görülen güzel bitkiler, doğaya düşkünlüğünün en güzel kanıtı. Her çiçeği ile tek tek ilgilenen İnanç Öney, yaşamında doğal olmayan hiçbir şeye yer vermediğini ifade ediyor.
Hobileri arasında yer alan dekorasyon en favori konularından biri. Geleneksel objelerle birlikte modern yaşamın gereklerini birleştirerek ailesi için rahat bir yaşam alanı yaratan İnanç Hanım, gittiği her ülkeden antikalarla ve geleneksel özellikler taşıyan eşyalarla dönüyor. Müzik dinlmeyi de çok seven İnanç Öney, tam bir Pavarotti hayranı. Yaratıcı ve titiz çalışmalarıyla bilinen İnanç Öney, hanımlar için oldukça ilgi çekici olan takı tasarımıyla da ilgileniyor. Kadınlar için vazgeçilmezler arasında yer alan takılarının tamamına yakınını kendi yaratıcılığıyla dizayn ediyor İnanç Hanım. Anneden, neneden, deden kalma tesbihleri, taşları kendi zevkiyle biçimlendirerek güzel takılar yaratıyor. Çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla eskileri değerlendirme özelliğini yaratıcılığa dönüştürmeyi başaran yetenekli insanlardan biri İnanç Öney.
Kendini mutlu ve sabırlı bir insan olarak tanımlayan İnanç Hanım, mutluluğun da anlarla sınırlı olduğunu ifade ediyor. Güzel şeylerle uğraşmayı seven ve uyumsuzluklara tahammülü olmayan İnanç Öney, güzel olanı başarmanın insanın kendi çabası ile mümkün olduğuna inanıyor.
Kültürümüzü geleceğe taşımak, geçmişe verdiğimiz değerle şekillenecek. Geçmişini yaşamında taşıyan İnanç Öney de toplumsal geleceğimize katkı koyan özel insanlardan biri.

Fatma Azgın
Hayatın farklı alanlarında başarıyı yakalamak kadar güzel bir şey olmasa gerek. Kıbrıs Türk toplum yaşamında çeşitli alanlarda karşımıza çıkan Fatma Azgın’a da bu pencereden baktığımızda birçok güzel resimle karşılaşıyoruz. Toplumumuzda çalışmalarıyla öne çıkan kadınlarımızdan olan Fatma Azgın, birçok alanda başarılı işlere imza atmış. 5 Temmuz 1947’de Lefkoşa’da dünyaya gelen Fatma Sezer, 4 kardeşin en küçüğü. İlkokul öğretmeni Raşit Sami Bey ile ev hanımı Süreyya Hanım’ın küçük kızı, çocukluğunu hayatının en güzel dönemleri arasına yerleştiriyor. Mütevazi bir aile yapısına sahip olan Raşit Sami Bey ailesi, çocuklarını prensipli ve insancıl yönlerini öne çıkararak yetiştirmeye çalışmış. Ailede hep huzurlu ve güzel günler geçirdiğini anımsayan Fatma Sezer, en büyük motivasyonu anne ile baba arasında oluşan uyumdan aldıklarını ifade ediyor. Kardeşleri ile arasında oldukça büyük yaş farkı olan Fatma Sezer, hareketli ve renkli bir çocukluk geçirmiş. En küçük olmanın da verdiği avantajla hep el üstünde tutulan ve hep şımartılan Fatma Sezer, çok sevilen bir çocuk olmuş. Yıllarca köy köy dolaşan aile, Fatma Sezer ilkokul yaşına geldiği zaman Lefkoşa’ya yerleşir. Selimiye İlkokulu’na başlayan Fatma Sezer, okulda hemen dikkat çeker. Derslerinde oldukça çalışkan olan Fatma Sezer, hiç bir sosyal faaliyetten de geri kalmaz. Ahmet Gazioğlu’nun Radyoda yaptığı çocuk programının daimi konuğu olur, hatta bunun karşılığında küçük bir ücret bile alır.
Atatürk ilkokulu’ndan mezun olan Fatma Sezer, ortaöğrenimine Kız Lisesi’nde devam eder. Kapalı toplum yapısının daha çok hissedildiği Kız Lisesi’nde de Fatma Sezer, derslerinde hep en öndedir.
Tüm sosyal faaliyetlerin içinde yer alır. Edebiyat hocasının teşvikiyle de o dönemlerde güzel kompozisyonlar yazar. Güzel sesiyle dikkat çekerek hemen koroya alınır. Müsamere, tiyatro ve şiir Fatma Sezer’in vazgeçemediği sosyal etkinlikler olur. Sosyal Bilimlere yatkınlığı ile lisede tereddütsüz edebiyat bölümünü seçer. Son derece aktif okul yaşantısına rağmen, okul dışında kızların oldukça kısıtlandığını belirten Fatma Sezer, o dönemlerde askılı elbise ve açık terlik giymesini ağabeylerinin yasakladığını tebessümle anımsıyor.
Huzurlu aile yaşantısına rağmen Kıbrıs’ın karma ortamında herkes gibi huzursuz dönemler yaşar Raşit Sami ailesi. 1963 yılına gelindiğinde Kıbrıs’ta savaş günleri başlar. Eğitiminin en güzel döneminde okulu tatil edilir Fatma Sezer’in. Kıbrıs Türk halkının sesini dünyaya duyurmak için o yıl kurulan Bayrak Radyosu, Fatma Sezer için renkli günler getirir. Kısıtlı imkanlara sahip Bayrak Radyosu’nda canlı müzik programları yapan Kamuran Aziz ile Jale Derviş, Fatma Sezer’i de dahil ettikleri küçük bir grupla çeşitli çalışmalar yaparlar. Hayatında renkli kareler oluşturan radyo çalışmaları Fatma Sezer adına o dönemlerde başarılı etkinlikler olur.
1965 yılında okulunu birincilikle bitiren Fatma Sezer, dostlarının da tavsiyesiyle İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ne gider. Gelecekte daha özgür bir iş yaşamına sahip olmak için serbest alanda çalışacağı eczacılığı seçen Fatma Sezer, gelecekte kendi ayakları üzerinde durabilmenin planlarını yapar o günlerden. 1972 yılında üniversiteden mezun olan Fatma Sezer, Kıbrıs’a döner ve hemen Sezer Eczanesi’ni açar.
Bağımsız çalıştığı iş alanı, özgürlükçü bir yapıya sahip olan Fatma Sezer için aslında bir avantajdır. Eczanesini açar açmaz eczacılar birliğine üye olan Fatma Sezer, birlik için aktif olarak çalışmaya başlar. Girişimci ve düşündüğünü özgürce söyleyen Fatma Hanım, daha o günlerden dikkat çeker. Hem birliğinin toparlanma çalışmaları hem de Kıbrıs Türk toplumunun yeni kimlik arayışları Fatma Hanım’ın hayatına farklı bir yön verir.
1974 Barış Harekatı’nın ardından yeni bir devlet kurma çalışmalarına başlayan Türk idaresinde Kurucu Meclis oluşturulur. 25 üyeli Kurucu Meclis, çeşitli meslek örgütlerine de tanınan 15 kontenjan ile 50 üyeye tamamlanır. Kontenjan alan örgütlerden biri de Eczacılar Birliği olur. Yapılan seçim sonucunda Kurucu Meclis’e giren tek kadın üye eczacı Fatma Sezer olur. Bu seçim hem Fatma Hanım için hem de toplum için bir yeniliktir. Çünkü Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluş çalışmalarını yapan mecliste bir kadın görev almıştır. O günden sonra siyasetten hiç kopamaz Fatma Hanım. Aktif olarak hiç politika yapmasa da hiç kopmaz siyasetten. Kurucu Meclis’te başarılı çalışmalar yapar Fatma Hanım. Arkadaşları ile birlikte Anayasa, Seçim Yasası, Sosyal Sigortalar Yasası ve Siyasal Partiler Yasası çalışmalarını tamamlayarak meclisten geçirirler...
Tüm bu yoğunluğun içinde özel yaşamı değişir birden Fatma Hanım’ın. Önce gazete yazarlığından daha sonra da arkadaş çevresinden tanıdığı Bekir Azgın girer hayatına. Önceleri evlenme teklifini kabul etmese de pek çok ortak yön yakınlaştırır ikisini. 23 Ocak 1977’de evlenirler. Törensiz gerçekleştirilen sade bir evliliktir bu. Pek çok ortak fikirleri olan ikili düğün töreninin gereksiz olduğuna karar verir.
Aynı yıl 5 Ekim 1977’de birinci oğulları Mutlu hemen ardından 1 Temmuz 1980’de de ikinci oğulları Bilge doğar. Mutlu bir aile yaşantısına sahip olan Fatma Hanım’a çocuk bakımında en büyük yardım annesinden gelir. Çünkü oğlanlar Fatma Hanım’ın hayatının en yoğun dönemlerinde girmişlerdir hayatına. Anne Süreyya Hanım, kızının her yaptığı işi destekleyerek onun en büyük destekçisi olur.
1981’de Eczacılar Birliği başkanlığına seçilir Fatma Sezer. 1995 yılında yaşanan 6 aylık kısa bir ayrılığın dışında bugüne kadar başkanlığı yürütür Fatma Hanım. 1959 yılında Kıbrıs’ın ilk kadın eczacısı Kamuran Aziz’in de yer aldığı bir örgüt olarak kurulan Eczacılar Birliği bugün Kuzey Kıbrıs’ın en örgütlü birliklerinden biri durumunda. Uzun yıllar dernek görünümü altında faaliyetlerini sürdüren Eczacılar Birliği, Fatma Sezer ve arkadaşlarının yoğun çalışmaları sonucu 1999 yılında yasalaşır ve tekrar örgütlenir. Uluslararası alanda da Eczacılar Birliği’nin tanınmasını sağlayan Fatma Hanım, yurt dışında ülkemizi pekçok kez temsil etmiş. Uluslararası Eczacılar Birliği’nin tüm çalışmalarında yeralan Eczacılar Birliği, güçlü bir birlik.
Girişimci bir ruha sahip olan Fatma Hanım, eczacılar için bir ilk olan ve 50 eczacının ortak olduğu Kuzey Kıbrıs’ın en büyük ecza deposu Güç Ecza Deposu’nun kurulmasına öncü olur. 1988-1997 yılları arasında çalışmaları süren ecza deposu Fatma Hanım’ın en büyük projelerinden biri. 1997 yılında kendi binasının açılışı yapılan deponun, 9 yıl boyunca yönetim kurulu başkanlığını yapar Fatma Sezer. 1997 yılında Güç Ecza Deposu’nun içinde ayrılan bir bölüme, Kamuran Aziz’in ilk eczanesinin mefruşatı kaynak alınarak Eczacılık Müzesi’ni kurar Fatma Hanım. Kuzey Kıbrıs’ta bir ilk olan eczanenin Lefkoşa Belediyesi’nin de desteğiyle yakın bir zamanda farklı bir binada halkın ziyaretine açılması hedefleniyor. ........
Mesleği dışında pek çok alanda görüyoruz Fatma Sezer’i. Fatma Hanım’ın en büyük hayallerinden biri de Kıbrıs’a barış gelmesi. Bu amaçla oluşturulan Türk-Rum karma çalışma gruplarında yeralır. 1995 Temmuz’unda Fulbright’ın San Diego Üniversitesi’nde düzenlediği kamu yönetimi konulu 2 aylık bir çalışmanın ardından, 1995 Eylülünde Bejing’de yapılan Birleşmiş Milletler Kadın Kurultayı’na karma kadın grubuna dahil olarak katılır. Kurulacak iletişimle, toplumlararasında yakınlaşmanın daha kolay sağlanabileceğini ifade eden Fatma Hanım, aktif olarak katıldığı çalışmalar yanında, yazıları ve düşünceleriyle de bu süreci destekliyor.
1986 yılında kurulan çevre örgütü Yeşil Barış Hareketi’nin ilk başkanı olur Fatma Sezer. 2 yıl boyunca gerçekleştirdikleri çalışmalarda yeni oluşmaya başlayan çevre bilincinin yerleşmesinde etkin rol alır örgüt. Tüm bu yoğunluğun içinde, her zaman ilgi duyduğu yazın alanına da yönelir Fatma Hanım. Bir grup arkadaşıyla birlikte 1989’da Hanımeli kadın dergisini çıkarır. Ancak birkaç sayı yayınlanan Hanımeli, yayın hayatına devam edemez. Ancak Fatma Hanım, özellikle bu dergiyle Kıbrıs Türk kadın hareketinin içindeki yerini alır. Kadın hakları konusunda mücedele başlatan Fatma Hanım, ‘’siyasette kadına kota’’ istemini dile getirir ve bunu köşe yazarlığı yaptığı gazete sütunundan duyurur. Cumhuriyetçi Türk Partisi’nde bulunduğu bu dönemde 1990 yılında CTP, kadınlara kota uygulamasını kabul eder. Pek çok alanda ilklere imza atan Fatma Hanım, bu yoğunluktan yorulmaz hiç.
Kurucu Meclis’in ardından politikada şansını dener Fatma Sezer. Önce Toplumcu Kurtuluş Partisi, ardından Cumhuriyetçi Türk Partisi’nden seçimlere katılır ancak kazanamaz. 1992 yılında CTP’de ilk kez iki adaylı bir kurultay olur ve Fatma Sezer, Özker Özgür’e karşı parti Genel Başkanlığına aday olur. Bir ilk olması açısından önemli olan bu kurultayda Fatma Hanım kazanamaz ancak yüzde 20 oy alarak pek çok kişiyi şaşırtır.
Meclise giremese de sever politikayı Fatma Sezer, toplum yaşamında pek çok şeyi kolayca değiştirebilen, renkli bir alan olarak tanımladığı politikayı çıkaramaz yaşamından...
Politika ve sanat Fatma Sezer için vazgeçilmez ikili. Ve zamanın yetmediği bu ikiliyi evine de taşıyarak yaşamına yerleştirmiş Fatma Hanım. Sanatçı ve politikacı dostlarına sofrasında, evinde yer açmış. Saatlerin yetmediği günlük yaşamında özen gösterdiği sofralarda ağırlamış konuklarını eşiyle birlikte. Annesinden miras aldığı lezzetli yemek pişirme alışkanlığını sağlıklı mutfak alışkanlıklarına dönüştürmüş. Bir kadın ve anne için vazgeçilmez olan mutfak marifetlerini de görüyoruz Fatma Sezer’de. Yemeklerini özenli sofralarda ve birbiriyle uyumlu şekilde çeşitli salatalar ve ek menülerle sunuyor.....
Evinde geçirdiği anlarda kitap okumak en büyük zevki, Fatma Hanım’ın. Düşüncelerini de yazıları ve kitapları ile topluma aktararak birikimlerini değerlendirir Fatma Sezer. Edebiyatla yıllarca önce başlayan ilişkisi artarak sürer yaşamı boyunca. Yazmaktan hiç vazgeçmez Fatma Hanım. Köşe yazarlığının ardından 1986’da eczacılar için güzel bir kaynak yaratarak Eczacılık Mevzuatı isimli kitabı yayınlar. Kadın hareketi konusunda yaptığı çalışmalarda ilk kadın gazetecilerden olan Ulviye Mithat’ı keşfeder ve ne kadar ortak yönleri olduğunu. Yıllarca süren bir araştırmanın sonunda 18 Mart 1998’de Ulviye Mithat Feminist Buluşma isimli kitabı ile Kıbrıs Türk yazın alanına yeni bir eser kazandırır Fatma Sezer.
Farklı bir kişiliğe ve özelliklere sahip olan Fatma Sezer, yaratabildiği boş zamanlarını sanata ve edebiyata ayırıyor. Kıbrıs Türk sanatçılarının en büyük destekçilerinden olan Fatma Hanım’ın yaşadığı mekanlarda bunun izleri hemen görülür. Evinde ve işyerindeki güzel resim kolleksiyonu sanata olan düşkünlüğünün en büyük göstergesi.
Sanatçı dostlarıyla ve sohbetleriyle geçirdiği zamanlar çok değerli onun için. Bir zamanlar mikrofon karşısında değerlendirdiği müzik zevkini ise şimdilerde dinleyici olarak sürdürüyor.
24 saatini dolu dolu yaşadığı günlerin yetmediği insanlardan biri Fatma Sezer. Eczacılar Birliğindeki görevini daha genç nesillere devretme zamanının geldiğine inanan Fatma Hanım’ın yakın gelecekteki hedeflerinden birisi de ülkemizdeki ilaç dağıtımının hastaneler kanalıyla değil eczaneler vasıtasıyla yapılması. Modern ilaç dağıtımını öngören bu proje Fatma Hanım’ın hedefleri arasında yerini almış. Fatma Sezer’e baktığımızda, pek çok alanda öncü olduğunu, hedefleneni başardığını ve sonra boşluk gördüğü başka çalışma alanlarına geçtiğini görüyoruz. Fatma Hanım, çok farklı alanlarda yürüttüğü çalışmalarını toplumun hizmetine sunan ve çeşitli kesimlerdeki insanlarla paylaşmayı hedefleyen bir kişilik yapısı sergiliyor.
Her yeni günde değişimlere gebe ülkemizde ve toplumumuzda, açılımlarına ve fikirlerine ihtiyaç duyulan yaratıcı insanlardan biri Fatma Sezer. . . . .

Ayten Berkalp
O bir yıldız. Hem de Türkiye çapında bir yıldız. Bunu pekçoğumuz bilmez. Çok genç yaşında Türkiye’de zirveye ulaşmış sarı-lacivert formasıyla nice başarılara imza atmış bir isim Dr. Ayten Berkalp. Sporun ardından Kıbrıs tarihine de adını yazdıranlar arasında yine Ayten Berkalp’i görürüz. O, yokluk ve karanlık dönemlerin yardım meleği oldu ve Kıbrıs tarihine adını altın harflerle yazdırdı.
Ayten Salih, 16 Ekim 1933 yılında Magosa’da doğdu. O yılların çok çocuklu ailelerindendi ailesi. 7 kardeşin 5. si olarak dünyaya gözlerini açar. 4 kız 3 erkek kardeşi vardır. Polis memuru Salih Mehmet ile ev hanımı Melek Salih çocuklarının en iyi eğitimi almaları için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz. Küçük Ayten’in doğduğu dönem büyük kızlardan biri Lefkoşa’da okuduğu için aile Lefkoşa’ya yerleşir. Ayten’i 5 yaşına kadar nenesi büyütür. Daha sonra ailece Limasol’a taşınırlar. Her çocuğunun kendisi için bir terfi olduğunu söyleyen Salih Bey, kalabalık ailesiyle çok mutludur. Ayten, okul yaşına gelince Leymosun Muhtelit Okulu’na yazdırılır. Okulda hep dikkat çeken çalışkan bir öğrenci olur. Küçücük yaşına rağmen kitaplara aşırı bir düşkünlüğü vardır. Her zaman önce okulu gelir. Ayten 9 yaşına geldiğinde aile Magosa’ya taşınır. Ormanın içinde, ağaçlarla çevrili büyük bir eve taşınırlar. Bu ailelerine uygun, rahatça yaşayabilecekleri bir evdir. Çocuklar bu evde çok mutlu olurlar. 2. Dünya savaşının yaşandığı bu yıllar Küçük Ayten’in hafızasında yer eder. Kış gecelerinin vazgeçilmez ısınma aracı olan mangalın çevresinde ablaları ve komşularıyla okudukları romanları çok sever. Hayatı boyunca roman okumaktan vazgeçmez hiç. En zor sınav dönemlerinde bile kolunun altında bir de roman vardır mutlaka.
İlkokulu Magosa’da bitirir Ayten Salih. Sınavla girilen Viktorya Kız Okulu’nu birincilikle kazanır. Yatılı olarak gittiği okulunda ablaların bıraktığı izleri kısa sürede aşar. Ayten, yorulmak bilmeyen azmi ve çalışkanlığıyla hemen öğretmenlerinin gözüne girer. Derslerindeki başarısı yanında bütün sosyal faaliyetlerin de içindedir. Babasının çocuklarını büyük bir özgürlükle yetiştirmesi Ayten Salih için önemli bir avantajdır. O dönemde özellikle kızların yaşadığı katı kurallar Salih Mehmet’in kızları için sorun olmadı hiç. Ancak, diğer kız arkadaşları ile Kız Okulu’nun katı disiplini içinde hafta sonları yaptıkları geziler okuldaki en büyük eğlenceleridir. Rum-İngiliz baskısı altında yaşanan ortamda bayrağa olan özlemlerini Türk elçiliğinin önünden geçerek gidermeye çalışmaları unutulmayan anıları arasında yer alır Ayten Salih’in.
O dönemlerde Kıbrıs’ta kız lisesi bulunmadığı için Ayten Salih, daha önce İstanbul’a giden ablasının ardından 1949 yılında Türkiye’ye gider. 1. likle bitirdiği ortaokulun ardından Çamlıca Kız Lisesi’ne yazılır Ayten Salih. Ancak Kıbrıs’ta İngiliz egemenliği altında aldıkları eğitim bir Türk lisesi için yetersizdir. Ayten Salih önce kısa bir süre orta 2, sonra da orta 3’e alınır ve bir yıl sonra liseye kabul edilir. Derslerinin yanında Kıbrıs aksanı uzun yıllar problem olur Ayten Salih’e. Ablası ve birkaç arkadaşının ardından iki erkek kardeşi de İstanbul’a okumaya gelir. Türkiye’de yaşamak büyük mutluluk verir Kıbrıslılara. Lise döneminde Ayten Salih için spor dolu yıllar başlar. Önce atletizm, ardından voleybol, yüksek atlama ve basketbol derslerden arta kalan zamanlarını doldurur. Atatürk koşularına katılmak, Atatürk hayranı Ayten için sonsuz mutluluk verici idi. Kaptanlığını Ayten Salih’in yürüttüğü voleybol takımı Çamlıca lisesi için gurur kaynağı olur ve her yıl şampiyonluklara imza atarlar.
Sporla dolu dolu geçen zamanların dışında da Ayten Salih, okulunun en başarılılarındandır. İlkokuldan başladığı izcilik faaliyetini lisede de devam ettirir. Aytışmalarda en önce seçilenlerdendir Ayten Salih. En önemli konuşmaları hep Ayten Salih yapar. En güzel yazıları o yazardı. Çamlıca Kız Lisesi’ni de birincilikle bitirir Ayten Salih ve diplomasını dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın elinden alır.
Çamlıca’dan sonra İstanbul Tıp Fakültesine girer Ayten Salih. Kıbrıs’ta çocukluğu döneminde yaşadıkları, ülkesi için Türk doktorlarına ihtiyaç olduğu fikrini verir Ayten Salih’e. Çünkü en basit ve en ağır hastalıklarda da kendilerini tedavi eden hep Rum doktorlardır. Bu niyetle ilk tercihi diş hekimliği ikinci tercihi de tıp olarak sınava girer Ayten Salih. Ancak sınav sonucunda puanları çok yüksek gelince ilk tercihi olduğu için mecburen diş fakültesine gider. 3 aylık bir kayıptan sonra da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne geçer. Okul döneminde başarıdan ötürü uğradığı kayıplar yıldırmaz hiç Ayten Salih’i. Üniversiteye geçişinde spordan ayrı kalacağı fikri Ayten Salih’e korku verir. Spor sahalarında birlikte olduğu bir arkadaşı, lisedeki arkadaşları ile bir voleybol takımı kurma teklifini yapar Ayten Salih’e. Bu teklif Ayten Salih için dünyalara bedeldir. Okullar açılmadan 2 ay önce 1 Eylül 1954’de buluşma sözü verirler. Ayten Salih, tüm takım arkadaşlarını toparlayarak 1 Eylül 1954’de buluşturur ve bir voleybol takımı kurulur. Bu takım efsanevi kulüp Fenerbahçe’nin bayrağı altında kurulan Fenerbahçe Voleybol takımıdır. Basın yoluyla ilan edilir takımın kurulduğu. Ancak bir yıl önce Galatasaray formasını giyerek maça çıkan Ayten Salih’e sitem eder Galatasaraylılar. Ayten Salih, “siz de karşı takım kurun maç yapalım’’ der. Böylece Galatasaray voleybol takımı da Fenerbahçe’ye rakip takım olarak kurulur.
Artık voleybolcu kızların maçları tüm spor basınının ve İstanbul’un dilindedir. Fenerbahçe’nin de kaptanlığını yürüten Ayten Salih, İstanbul’da bir yıldızdır. Sokaktaki trafik polisinin bile tanıdığı voleybolcular Fenerbahçe’ye şampiyonluk üstüne şampiyonluk kazandırır.
Bu arada tıp fakültesindeki eğitimi de sürmektedir Ayten Salih’in. 24 saatin yetmediği Ayten Salih, disiplinli ve planlı yapısı ile okulunu da zorlanmadan götürmektedir. Ancak Tıp Fakültesi’nde de bir voleybol takımının kurulması gerektiğini düşünerek arkadaşları ile birlikte üniversite voleybol takımını kurarlar. Maça eşofmanla çıkan kız arkadaşlarını da maçların şortla yapılması gerektiğine ikna ederek sahaya çıkarırlar. 6 yıl boyunca üniversite takımının da kaptanlığını yapan Ayten Salih’in eğitim dönemi hep maçlarda geçer. O, Türkiye’de bir yıldızdır artık. Fenerbahçe takımı yurt dışına çıkan ilk kız takımı olarak da tarihe geçer. Almanya’da yaptıkları maçı kazanarak İstanbul’a başarıyla dönerler. Voleybolun yanında yine arkadaşlarıyla Fenerbahçe basketbol takımını kurar Ayten Salih. Voleybol, basketbol, atletizm ve kürek takımlarında yer alarak tüm spor larla ilgilenir. Spor yanında sosyal alanda da aktiftir Ayten Salih, eğitiminin son yıllarında Tıp Talebe Cemiyeti’ne girerek çeşitli faaliyetlerde bulunur. Kültür ve gezi koluna katılarak yaptığı organizasyonlarla arkadaşları ile birlikte İstanbul’u adım adım gezer. Tıp fakültesindeki arkadaşlarından biri de Türkiye’nin ünlü sanatçılarından Cüneyt Arkın’dır.
İstanbul’daki son yılında Cumhuriyet gazetesinin ‘’Yılın Kız Sporcusu’’ ödülü Ayten Salih’e verilir. Türk spor basını Ayten Salih’in başarılı, şampiyonluklarla dolu spor yaşamını son yılında da ödüllendirir ancak Ayten Salih bu ödülü aldığını Kıbrıs’a döndükten sonra öğrenir.
Dr.Ayten Salih, 6 Aralık 1961’de bir gemi yolculuğu ile Kıbrıs’a döner. Kendini uğurlamaya gelenler arasında fakülte ve takım arkadaşları ile tüm Fenerbahçeliler ve çok sayıda gazeteciler ile sevenleri vardır. Babasının ısrarı ile döndüğü Kıbrıs’ta acı bir olayla karşılaşır. Babası rahatsızlanır ve 9 ay içinde ölür. Dr. Ayten Salih, Lefkoşa Genel Hastanesi’ne girerek bir buçuk yıl süren zorunlu stajını tamamlar. Lefkoşa’dan sonra Limasol’a gider Dr. Ayten Salih. Anestezi konusunda yaşanan problemler, kısa bir süre anestezi kursu alan Dr. Ayten Salih’in anestezist olarak çalışmasına neden olur. Aldığı 3 aylık anestezi eğitiminin ardından tekrar Lefkoşa’da çalışmaya başlar. 63 olaylarının başladığı dönemde Lefkoşa’da görevli olan Dr. Ayten Salih, Rumlarla birlikte Rum yaralıların tedavisi için uğraşır ve yaklaşık 30 Türk arkadaşı ile birlikte mahsur kalır. EOKA’cıların hastaneyi basması sonucunda bazı arkadaşları vurularak öldürülür. Günler süren korkulu bekleyiş sonunda Rum Başpiskoposu Makarios’un aracı olması sayesinde Lefkoşa’nın Türk kesimine geçirilirler.
Kıbrıs Türklerinin en kötü dönemlerinden olan 60’lı yıllar Dr. Ayten Hanım’ın vatanı ve insanları için fedakarca uğraş verdiği ve tarihe adını altın harflerle yazdırdığı bir dönem olur. Yoklar döneminin yaşandığı bu yıllarda, Kıbrıslı Türk öğrenciler Türkiye’deki eğitimlerini yarıda keserek vatanları için savaşmaya gelirler. Dr. Ayten Salih, bu korkunç ve zor dönemde bir doktor olarak dağa çıkarak mücahitlere yardımcı olmaya talip olur. Ve talebi kabul edilir. O artık bir mücahittir. Dr. Burhan Nalbantoğlu’nun Erenköy bölgesinde görevlendirilmesi ile İzmir Bölgesi diye anılan bölgenin sorumluluğuna getirilir. Beşparmak dağlarını adım adım gezerek arkadaşları ile birlikte yaralı yuvaları kurdu ve yaralı insanları tedavi etti. Kıbrıs Türk halkının özgürlük mücadelesine gönüllü olarak katılan Dr. Ayten Salih, erkek-kadın tüm arkadaşları ile birlikte bugünkü devletimizin temelini atanlar arasında yer aldı.
60’lı yılların teşkilat mücadelesinin ardından, 1967’de anestezi ihtisası yapmak üzere İngiltere’ye gider Dr. Ayten Salih. İhtisasın ardından yine Limasol’a tayin edilir. 1970’de Limasol Hastanesi’ne Başhekim olur. O günlerde yine karma yaşanan bir kenttir Limasol. 70’li yıllara gelinse de Türklerle Rumların çok da dostça yaşamadığı ortadadır hep. Ama karma yaşam devam etmektedir. Dr. Ayten Salih bu dönemde bir ilke daha imza atar ve kırmızı-beyaz renkli Doğan Türk Birliği kulübüne başkan olur. Kötü bir dönem geçiren Doğan Türk Birliği Dr. Ayten Hanım sayesinde tekrar başarıyı yakalar çıkışa geçer. Ancak Dr. Ayten, sarı-lacivert sevgisini Doğan Türk Birliği’ne de geçirerek kulüp renklerinin değişmesine neden olur. Doğan Türk Birliği sarı-lacivert olur.
20 Temmuz 1974’den bir gün önce ertesi gün Türkiye’nin adaya çıkartma yapacağı bildirilir Dr. Ayten Salih’e. Yine bir savaş başlamak üzeredir ama artık bunun kesin bir kurtuluş olduğu bilinmektedir. Artık Rumlarla birarada yaşama macerası son bulacaktır. Ve 20 Temmuz Barış Harekatı yapılır. Limasol’daki tüm erkekler esir alınır, kadınlar ve çocuklar kalır. Ancak kent Rum kontrolündedir. Barış Harekatı’nın ardından Ada ikiye bölünür ve Türkler özgürlüklerine kavuşur. Ancak Limasol’daki Türkler mahsur kalmıştır. Dr. Ayten Salih de Limasollularla birlikte Limasol’da kalır savaş sonrasında. Önce doktorluk görevi gelse de erkeksiz kalan ailelerle ilgilenmek onların ihtiyaçlarını karşılamak gibi sorumluluklar da hep Dr. Ayten Hanım’a kalır.
Savaşın ardından Kuzey’de oluşturulan Türk bölgesine geçme yetkisine sahip olan Dr. Ayten Salih, çeşitli zamanlarda Kuzey’e yaptığı ziyaretlerde Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve ordu komutanları ile görüşmeler yapıyor çeşitli görevler üstlenerek geriye dönüyordu. Bu ziyaretlerinde gerekli bilgi alışverişinde bulunuyor, kuzeye geçiş yolları konusunda çalışmalarda bulunuyordu.
En üst düzeyde yaptığı bu çalışmalar sonucunda, resmen duyurulmasa da sancaktar görevi verilir. Bu görevlendirme Limasol’da kulaktan kulağa duyulur ve Rumların tepkisine neden olur. Dr. Ayten, Limasol’da kaldığı dönemde hem sosyal, hem idari hem de mücahitlik görevi yapar. Soydaşlarının her an yanında olur onlara yardımcı olur. 1975 yılında Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile Rum Yönetimi Başkanı Klerides’in anlaşması sonucu Limasol’daki Türkler de özgür bölgeye geçerler.
Özgür bölgede kurulan yaşamda Dr. Ayten artık mesleğinde farklı bir alanda çalışmaya başlar. Doktorluk kariyerini bırakarak yeni yönetimle birlikte sağlık yöneticiliğine geçiş yapar. İlk olarak Sağlık Müdür Muavinliği’ne getirilir. Dr. Ayten Hanım, yeni görevinde de sağlıkla ilgilenir ve Lefkoşa Dr. Burhan Nalbantoğlu Hastanesi’nin kurulmasına katkı koyar. 1978’de Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı’na getirilir. Sağlık yöneticiliğinde eksik servisleri tamamlayarak, toplum sağlığı için gerekli olan servislerin en sağlıklı şekilde kurulmasına öncülük eder. 1982 yılında müsteşarlık görevine atanır. Bu dönemlerde Kıbrıs Türk toplumunda en yaygın rahatsızlıklardan biri olan talasemia Dr. Ayten Berkalp için önemli bir sorundur. Yurt dışındaki çalışmaları sonunda talasemianın yokedilebileceğine inanır ve çalışma başlatır. Talasemia derneğinin de kurulması çalışmalar için itici güç olur. Başarılı çalışmalar sonucunda talasemia konusunda dünya çalışma grubuna kabul edilir Kuzey Kıbrıs. Dr. Ayten Berkalp, Kuzey Kıbrıs temsilcisi olarak çalışma grubundaki yerini alır. 1983 yılında Talasemia merkezinde erken tanı konulmaya başlanır.
Müsteşarlık döneminde birçok yasal çalışmaya da imza atan Dr. Ayten Berkalp, talasemia konusundaki yasa çalışmasında da etkin rol oynar. Dr. Ayten Hanım’ın çalışma hayatında 1981-1991 dönemi öğrenme konusundaki yoğun çalışmalarla doludur.
Yeni kurulan devletimizde yaşama geçirilecek yeni sağlık ünitelerinin sağlıklı bir şekilde oluşturulması için yurt dışı çalışmalarına katılan Dr. Ayten Berkalp, edindiği tecrübeler sonucunda, kanser, kalp ve böbrek hastalıkları konusunda çeşitli çalışma alanları yaratarak ilgili ünitelerin kurulmasında öncü olur.
Sağlık alanındaki birçok yasal çalışmaya imza atan Dr. Ayten Berkalp, özürlülerle ilgili bir merkezin oluşturulmasında ve kanser teşhis ve tedavi ünitesinin birleştirilmesinde etkin olur. Sağlıktan kopmadan yine sağlıkla dolu bir çalışma hayatı olan ve yeni devlette birçok ilke imza atan Dr. Ayten Berkalp, çalışma hayatı boyunca sosyal etkinliklerden de geri kalmadı. Üniversiteden sonra çeşitli derneklerde kurucu olarak yer aldı Dr. Ayten Berkalp. Çocuk Esirgeme Kurumu, sendikalar, Yaşlılar Cemiyeti ve sosyal sigortaların oluşmasına katkı koydu. Aktif olarak spor yapmasa da Kıbrıs’a dönüşünde maçlarda hakem olarak görev aldı. Milli Olimpiyat Komitesi Yönetim Kurulu Üyeliği ile Spor Dairesi Yönetim Kurulu Üyeliği görevleri ile spor camiasına hizmet vermeye devam etti. 24 saatin yetmediği bir çalışma yaşamından arta kalan zamanlarını yine ülkesinin güzel insanlarına ayırdı Dr. Ayten Berkalp. 1991 yılında çalışma hayatını bırakan Dr. Ayten Berkalp, emekliye ayrılır.
Emeklilik döneminde kendine ve ailesine daha çok zaman ayırmaya çalışan Dr. Ayten Berkalp, oldukça uzun bir Avustralya seyahatine çıkar. Kardeşleriyle ve yeğenleriyle dolu dolu bir tatil geçiren Dr. Ayten Hanım, Avustralya’da da hiç boş vakit geçirmez. Çeşitli ziyaretlerde bulunarak spor kulüplerinin etkinliklerine katılır. Yıllar geçse de sporu unutamadığının en güzel kanıtıdır bu aslında. İçinden yüreğinden hiç ayıramadığı sporculuk yanı hep Ayten Hanımladır.
Emeklilik dönemi çok da uzun sürmez Dr. Ayten Berkalp’in. 1995 yılında Cumhurbaşkanlığından gelen bir telefonla kendini yine çalışma hayatında bulur Dr. Ayten Berkalp. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın arzusunu kıramayarak 15 Kasım 1995 yılında Kamu Hizmeti Komisyonu üyesi olarak yeni bir göreve başlar Dr. Ayten Hanım. Geçen 6 yılın ardından 16 Kasım 2001’de ikinci dönemine başladığı görevi yine Ayten Hanım’ın tüm zamanını alıyor...
Hayatını ve yıllarını verdiği ülkesi için bıkmadan çalışan Dr. Ayten Berkalp, evine ve kendine neredeyse yok denecek kadar az zaman ayırıyor. Yeğeni ile birlikte yaşayan Dr. Ayten Hanım’ın mutfakla ilgisi yok denecek ölçüde. Ancak zorunlu hallerde mutfağa girdiğini itiraf eden Ayten Hanım, sağlıklı yemek pişirmeye özen gösteriyor. Az yağlı, sebze ağırlıklı menüleri tercih eden Dr. Ayten Berkalp, yemeği yaşamak için yiyenlerden...
Boş vakti yıllardır bulamayan Dr. Ayten Berkalp, spordan da oldukça uzaklaşmış su sıralar. Sadece yürüyüş yapan Ayten Hanım, bahçesiyle ilgilenmekten mutlu oluyor. Çeşitli bitkiler ve güzel çiçekler yetiştirdiği bahçesinde gezmekten keyif alıyor. Ailesinin pek çok ferdini kaybeden Dr. Ayten Berkalp, üzüntülerinden ve sıkıntılarından uzaklaşmak için bolca kitap okuyor.
Genç nesillere örnek olacak, başarılarla yoğrulmuş, Kıbrıs tarihine ışık tutacak mücadele dolu bir yaşam geçiren Dr. Ayten Berkalp, ciltler tutacak hayatını kitaplaştırmak zorunda olduğunun bilincinde. Dr. Mustafa Erbilen’in kendisine yakıştırdığı misyoner tanımını hakedecek çalışmaları olan Dr. Ayten Berkalp, Türk toplumu için her dönemde çalışan bir nefer ve unutulamayacak bir değer...

Feriha Çürükoğlu
40 yılı aşkın bir süredir yaşadığı Kıbrıs artık Anavatanı. Yaptıkları Kıbrıs Türk mücadele tarihine geçen, hakkı hiç bir zaman ödenmeyen, toplumda hep öncü olan öğretmenlerden biri Feriha Coşkun Çürükoğlu. Özellikle devlet olma sürecinde toplumların önünü açan kişilerdir öğretmenler. Feriha Hanım da Kıbrıs Türk halkı için ve özellikle de Baf’lılar için özel bir yere sahip.
11 Mart 1930 yılında İstanbul-Pendik’te dünyaya gözlerini açan Feriha Coşkun, bir öğretmen kızı. Pendik ilkokulunun başöğretmeni Rana Hanım, okuluna evinden daha fazla zaman ayırdığı için küçük Feriha, okulda doğar. Rana Hanım ile denizci Fuat Coşkun Bey’in tek çocuğudur Feriha. Anne Rana Hanım, o yılların Türkiye’sinde herkes okusun diye çalışmalar yapan ve halk okulları fikrini ortaya atan genç bir başöğretmendir. Çalışmaları sayesinde Atatürk’ten takdir belgesi alan Rana Hanım, öğretmenlik sevgisini kızına da aşılar. Feriha, annesi sayesinde okula erken başlar, okuma yazmayı hemen öğrenir. Yaramaz bir kız olan Feriha, bebek oynamayı sevmez hiç. Sokakta erkek arkadaşları ile oynamak en büyük zevkidir. Deniz kıyısında yaşayan bir İstanbullu olarak ilk öğrendiklerinden biri de Boğaz’ın serin sularında kulaç atmaktır. 7 yaşındayken annesini kaybeder Feriha ve bir anda bütün dünyası değişir. Pendik’ten Eyüp sırtlarında yaşayan babaannesinin evine taşınır. Ailesinin tek çocuğu olan küçük Feriha hep şımartılır ve özenilerek büyütülür. Annesi sayesinde okula erken başlayan Feriha 7 yaşında ilkokul üçüncü sınıftır.
Annesinin ölümüyle önce itiraz edilse de yapılan sınavlar sonucunda başarılı olduğu anlaşılınca okuluna devam eder. Ama bu olay onun okul hayatı boyunca, yaşca hep 3 yaş küçük olmasına neden olur. İlkokuldan sonra önce özel bir okul olan İstiklal Lisesi sonra da İstanbul Kız Lisesi’ne yazdırılır. Öğrencilik yıllarını vasat olarak tanımlayan Feriha Coşkun, sporda çok aktiftir. Aletli jimnastik yapan Feriha Coşkun, okulunun voleybol takımında da yer alır. Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girer Feriha Coşkun. Dersleri yanında spor yaşamı üniversitede de devam eder. Fakültenin voleybol takımında yer alan Feriha, yüzerek Boğaz’ı geçen yüzücüler arasına da adını yazdırır. İstanbul’un 40’lı yıllarında yüzme dersleri alarak tramplenden atlamayı öğrenir. Erkek arkadaşlarına fark attığı yüzme yarışları Feriha Coşkun’a büyük keyif verir.
Üniversitede okurken İstanbul yaşamının dışında Anadolu’nun da farkına varır Feriha Coşkun. Annesinin Anadolu için yaşadığı çırpınışların nedenini öğrenir. Genç bir edebiyat öğretmeni adayı iken de 13 kız arkadaşı ile birlikte öğretmen olunca Anadolu’ya gitmeye karar verirler. Mezuniyetin ardından yaptıkları başvuru kabul edilir ve 2 aylık bir ilkokul öğretmenliği kursuna alınırlar.
1950 yılında kız arkadaşları ile birlikte Adana’nın Kadirli ilçesine öğretmen olarak atanır Feriha Coşkun. Anadolu’nun fakirliğinden ve geri kalmışlığından çok etkilenir Feriha Hanım. Ancak ilkokul öğretmenliği macerası başarısızlıkla sonuçlanır ve geri İstanbul’a döner. Çalıkuşu özentisi Anadolu ilkokulları öğretmenliği macerası böyle son bulur Feriha Coşkun’un. Hemen ardından Antakya Lisesi’ne tayin alır Feriha Hanım. 900 bin nüfuslu kalabalık İstanbul’un ardından çok sakin ve sessiz gelir Antakya Feriha Coşkun’a. Ama Antakya’da çok mutlu olur Feriha öğretmen.
10 yıl boyunca öğretmenlik yaptığı Antakya’da pek çok ilke imza atar. Her zaman keyifle izleyicisi olduğu tiyatro oyunlarını sahneye koyar öğrencileriyle birlikte. Spordan tiyatroya, 19 Mayıs gösterilerinden Cumhuriyet Bayramı törenlerine kadar tüm etkinliklerde okulu ile en öndedir.
1960 yılına gelindiğinde Kıbrıs artık Türkiye’nin gündemindedir ve hayat çizgisi de Kıbrıs’a uzanmaktadır Feriha Coşkun’un. Türk Alayı’nın Kıbrıs’a gönderilmesi döneminde Türkiye Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, İskenderun’u ziyaret eder. Feriha öğretmen, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i görmek için Antakya’dan İskenderun’a gider. Biraz zorlu da olsa Cumhurbaşkanı ile tanışmayı başaran Feriha öğretmen, hakkında verilen bilgi sonunda Cumhurbaşkanı’nın takdirini kazanır. Cemal Gürsel, çalışkan ve başarılı öğretmenlerin Kıbrıs’ta Rumlarla karışık yaşamak zorunda olan Türklere gerekli olduğunu ifade ederek Feriha öğretmenin Kıbrıs’a gönderilmesini ister.
Türk Alayı’nın ardından Ada’ya gelir Feriha Coşkun. Kendi tercihi doğrultusunda hemen Baf’a tayin edilir Feriha öğretmen. Deniz kıyısında kurulmuş, bahçeli evleri, sineması ve rahat insanlarıyla Baf’ı çok sever Feriha Coşkun. 2 yıllığına görevli olarak geldiği Baf’ta yeni bir yön alacaktır hayatı Feriha öğretmenin. Milli duygularla yüklü sıcak kanlı Akdeniz insanlarına hemen alışır Feriha Hanım, hiç yabancılık çekmez. Görev aldığı Baf Kurtuluş Lisesi’nde öğrencilerine hemen tiyatroyu sevdirir. Çeşitli piyesleri sahnelerken, müsamereler de düzenlerler. Kendi de öğrencileriyle birlikte çalışan onların sahnede rahat olmalarını sağlayan Feriha Hanım, mikrofon karşısına geçerek onlara cesaret verir. Güzel ve akıcı Türkçesiyle, tüm törenlerin aranılan konuşmacısıdır.
Çok rahat ve açık bir yapıya sahip olan Baflılar, Feriha öğretmeni çok severler. Milli günler ve törenler artık daha coşkulu kutlanmaktadır. Öğrenciler daha coşkulu ve daha aktif olarak çeşitli etkinlikler düzenlemektedirler. Okul müsamerelerinin düzenlendiği sinema salonu hem filimleriyle hem de sahnesiyle Baflılar için bir eğlence mekanıdır. Sinemanın ortaklarından Ali Bey, Baf’ta bir anda gündeme oturan İstanbullu Feriha öğretmeni pek beğenir ve hemen evlenmek için aracı gönderir. Bölge eşrafının tavsiyesi ile Ali Bey’le evlenmeyi kabul eder Feriha Hanım. Mutlu bir evliliğin temellerini atan Çürükoğlu çifti tam 42 yıldır evli.
21 Aralık 1963’e kadar çok güzel bir dönem yaşar Feriha öğretmen ve bu arada Kıbrıs’a da iyice alışır. Ancak Kanlı Noel’in ardından zor ve sıkıntılı günler başlar Kıbrıslılar için. Rahat ve sıkıntısız hayat bitmiş yerine kıtlıkların yaşandığı suyun elektriğin ve en önemlisi yiyeceğin olmadığı bir yokluklar dönemi başlamıştır. Artık Türkler Rumlara korkuyla bakmaktadır. 6 Mart 1964’e gelindiğinde Baf’ta yaşanan çarşı çarpışmalarıyla birlikte Baflı Türklerle Rumlar birbirlerine düşman olurlar. Bir Türkün vurulmasıyla başlayan olaylar hızla tırmanır. Türkler bir grup Rumu esir alır. Esir rum kadınlarına bakma görevi Feriha öğretmene verilir.
9 Mart çarpışmalarının ardından artık savaş dönemi yaşanmaya başlamıştır. Kadın erkek herkes vatanı ve canı için uğraş vermektedir. Feriha öğretmen Sancaktar’ın emri ile mücahit yazılır. Çok sayıdaki mücahit Kıbrıs kadınının arasında Feriha öğretmen de vardır. Kıbrıs Türk Mücahidi için giysiler toplanmakta, çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu dönemde Kıbrıslılar için bir öncü görevini taşıyanlardn olan Feriha Hanım, Baf Kadınlar Birliği’ni kurar ve başkanlığını yürütür.
Evlerinde huzurları kaçan Baflılar bu dönemde Baf’ın köylerinden olan Mutallo’da toplanırlar. 70 kişinin bir arada yaşadığı ambarlar evleridir artık. Son sınıfta eğitim gören öğrenciler Feriha Hanım’ın çabalarıyla üzüm ambarlarında lise bitirme sınavlarını verirler.
Bölgeyi ziyaret etmek isteyen Rum Başpiskoposu Makarios, Feriha öğretmenin organizasyonu ile Mutallo’ya sokulmaz. İlerleyen günlerde de Ada’ya çıkmaya çalışan Rauf Denktaş’ı yakalayıp serbest bırakmayan Rumları protesto edenler arasında da yine Baflılar vardır. Mutallo’da düzenledikleri mitingle Denktaş’a destek verirler.
Mücahit Feriha öğretmenin bir dakika dahi boş zamanı yoktur. Kıbrıs Türk halkının varoluş mücadelesini dünyaya duyurma hedefini taşıyan radyolardan biri olan Gazi Baf’ın Sesi Radyosu’nun kuruluşunda yer alarak sözlü yayınlar sorumluluğunu üstlenir. Savaş ortamında değişik etkinlikler düzenleyebilmek için Fikir Sanat Ocağı’nın kuruluşuna katkı koyar Feriha öğretmen. Amaç çeşitli sosyal aktivitelerle toplum yaşamına hareket getirmektir.
Baf Sivil Savunma Teşkilatı’nı oluşturma görevi yine Feriha öğretmendedir. Sivil Savunma Bünyesinde açtıkları ilk yardım ocakları ile halka hizmet verirler. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kuruluşunda da bulunan Feriha Hanım, bu yoğunluğun içinde kendi çocuklarına dahi zaman ayıramıyor, bir görevden diğerine koşuyordu. Sancaktarlığın desteği ve görevlendirmeleri ile yapılan bu görevler, Feriha öğretmen için en kutsal görev olan analık görevinden bile önce geliyordu nerdeyse. Feriha Hanım’ın en etkilendiği olaylardan biri de Baf’ın Pitargu köyünde üstlendiği görev olur. Rumların etkileri altına alarak Rumlaştırmaya çalıştıkları köylerden olan Pitargu’ya özel görevle hemşire kılığında giden Feriha öğretmen, köylüleri organize ederek köyde bir okul açılmasını ve çocukların Türkçe öğrenmelerini sağlar.
Öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye çalışan Feriha Hanım, kendi çocuklarının bakıcı elinde büyüdüğünü itiraf ediyor samimiyetle. Reşit, Mustafa ve Fuat isimli 3 oğlu olan Feriha Hanım, çocuklarının nasıl büyüdüklerini bile görememiş nerdeyse. Her isteklerini tam olarak yerine getirmeye çalışsa da galiba önce öğretmen sonra anne olmuş. DAÜ Radyo Sorumlusu büyük oğlu Reşit Bey, bakalım annesini nasıl anlatıyor.....
1964-68 yılları arasında mücahitlik yapan Feriha öğretmenin Kıbrıs Türk toplumuna büyük hizmetleri geçmiş. Baf ‘ın zor günlerinde hep Baflılarla birlikte olan Feriha öğretmen, sıkıntılı günler yaşadıkları Baf’ta Rumların meydanlarındaki büyük heykellerine karşın kendilerinin de bir Atatürk heykeline sahip olmaları gerektiğini düşünmüş. Cumhuriyetin 50. yılına denk gelen 1973 yılında Baf Kurtuluş Lisesi bahçesine dikmek için bir Atatürk heykeli yaptırmaya karar verir. Ancak yokluk içinde yaşanan Kıbrıs’ta bunu yapması mümkün değildir. Aldığı özel izinle Türkiye’ye gider Feriha Hanım. İstanbul’da da aldığı izinle heykel için para toplamaya başlar. Kısa süre içinde toparladığı 80 bin lira ile heykelin siparişini verir ve adaya döner. Ancak heykelin açılışının hedeflendiği 30 Ağustos 1974’den önce yaşanan Barış Harekatı heykeli gündemden düşürür.
74 barış Harekatı ile birlikte özgürlüğüne kavuşan Kıbrıs Türk halkı, Güneyi terkederek Kuzeye yerleşir. Güneyde kalan pek çok şey arasında Feriha öğretmenin kapı kapı gezerek yapmayı başardığı Atatürk heykeli de vardır.
Kuzeye geçtikten sonra Güzelyurt’a yerleşen Çürükoğlu ailesi, yeni bir hayata başlar. Feriha öğretmen yine en önde görevinin başındadır. Güzelyurt Kurtuluş Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Feriha Hanım, aynı hızla öğretmenliğine devam eder. Tiyatrolar, gösteriler, müsamereler hep Feriha Hanım’ın elinde şekillenir.
Ama Feriha Hanım, Güneyde kalan Atatürk heykelinden de vazgeçmez. Öğrencilerinin de yardımıyla önce Lefkoşa’ya geçirilmesini ardından da Güzelyurt Belediyesi’ne iadesini sağlar. Ve Feriha Hanım’ın gözünün nuru Atatürk heykeli şimdilerde Güzelyurt’un en güzel yerinde halkı selamlamakta.
Baf’ta olduğu gibi Güzelyurt’ta da öncü olur Feriha Hanım. Önce Kadınlar Konseyi hemen ardından da Kadınlar Birliği’nin Güzelyurt şubelerini açar. Aktif öğretmenlik yaşamına 1987 yılında nokta koyar Feriha öğretmen. 37 yıllık çalışma hayatının ardından emekliye ayrılır. Ama hiç alışamaz emekliliğe. Yıllar önce ayrıldığı okulunun önünden geçmez hiç.
Emeklilik günlerinin en güzel yanı çocukları ve torunlarıyla geçirdiği güzel saatlerdir. Evinde zaman geçirmeyi sevse de bir kadın olarak mutfağa alışamaz Feriha öğretmen. Mecbur kaldıkça mutfağa giren Feriha Hanım, misafir ağırlamayı çok sevse de kolay menülerle mutfaktan çıkmayı tercih ediyor......
Canı kadar sevdiği torunlarından birisini bir kaza sonucu yıllar önce kaybeden Feriha Hanım, hayata küsmüş. Her zaman topluma öncü olan her sosyal etkinliğin başını çeken Feriha öğretmen, evine kapanmış. Çok sevdiği edebiyattan ve kitaplardan bile uzaklaşmış.
Ancak şimdilerde küçük torunlarıyla yeniden hayat bulan Feriha Hanım, yaşadığı sağlıksız ve acı dolu günleri geride bırakma uğraşında. Hayat dolu bir insanken, acılara gömülen Feriha öğretmen sevenleriyle birlikte yaşama yeniden sarılma çabasında......

İnci Kansu
O bir sanatçı. Üretemediği her günü kayıp sayan bir insan. Hayalleri ve projeleri hep sanatı ile ilgili ve hep sanatı üzerine. Mutfağını bile atölyesine taşımış. Tabii bu klasik anlamda mutfak değil. Atölyeler, sanatçıların en güzel üretimlerini gerçekleştirdikleri mutfakları. Sanatın mutfağında gerçekleşen şaheserler herkesi güzel bir düş dünyasına götürmeye aday.
İnci Yılmaz, 1937 yılında Lefkoşa’da doğar. 4 kardeşin en büyüğü olan İnci, tüm kardeşlerine ablalık yapar. Ev hanımı Hatice Hanım ile kasap Mustafa Beyin ilk çocuğudur. El becerileri çok gelişmiş, mükemmeliyetçi bir anne olan Hatice Hanım ile pratik bir zekaya sahip, aktif bir insan olan Mustafa Bey, çocuklarının iyi yetişmesi için çok uğraş verirler. Özellikle küçük kız kardeşiyle çok uyumlu olan İnci Yılmaz, kardeşleriyle her zaman muhabbetli olmuş.
Genelde mutlu bir çocukluk geçiren İnci Yılmaz’ın sanata ilgisi ilkokul sıralarında başlamış. Hep gülen resimler çizen İnci, resimleriyle birlikte yazılarıyla da dikkat çeker ilkokulda. Ortaköy ilkokulunda başladığı ilkokulu Lefkoşa Ayasofya ilkokulunda tamamlar. İlkokulun ardından dönemin tüm kızlarının gittiği Kız Lisesi’ne başlar İnci. Ancak şehir dışından gelen arkadaşlarının aksine yatılı değildir İnci. Okula gidip gelirken babasının hediye ettiği bisikleti kullanan İnci, o yıllarda bir erkek oyuncağı olan bisikletiyle dolaşan kızlardan biri olur. Babası ile birlikte bisikletleriyle gittikleri okul yolunu unutamaz. Okul yolunda bisikletini sürerken, rüzgardan açılan eteğini kapatmak için uğraşınca bir anda kendini yerde bulan İnci Yılmaz, bisiklet kazasını gülerek anlatıyor.
İlkokulda olduğu gibi ortaokul ve lisede de sanata yatkınlığı hemen ortaya çıkan İnci Yılmaz, ortaokulda iken, güzel resim öğretmeni Mevhibe Hanım’ı kendine model seçer. Mevhibe Hanım’ın verdiği destek ve gösterdiği ilgi ile resme olan ilgisi daha da artar İnci Yılmaz’ın. Klişe ustası olan eniştesi Rıfat Bey de resme tutkusunu kamçılar İnci’nin. Rıfat Bey’in çizdiği ve kullandığı güzel desenler ve figürler İnci için inanılmazdır. Lise son sınıfa geldiğinde İnci Yılmaz, kararını vermiştir resam olacaktır. İnci’nin Türkiye’de okuma fikri ailede çok tepki görür. Genç bir kızın Türkiye’de tek başına okumaya gitmesi hiç uygun görülmez. Kızlar için düşünülen evde oturarak kısmeti çıkınca da evlenmektir. İnci Yılmaz bu fikre şiddetle karşı çıkar. Kızının isteği karşısında baba Mustafa Bey, İnci’ye destek çıkar ve kızının okumaya gitmesine izin verir.
Sınavlara katılan İnci Yılmaz, 1957 yılında burslu olarak Ankara Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü’nde okumaya gider. Gönüllü olmasına karşın ailesinden ilk kez uzaklaşan İnci Yılmaz, ilk dönemin tamamlanmasına yakın Kıbrıs’a geri dönmeye karar verir. Ailesine yazdığı bir mektupla durumu bildirir. Annesinden gelen mektupla geri dönmeye hazırlanan İnci, babasından gelen çok sert bir mektupla Ankara’da kalmaya karar verir. Baba Mustafa Bey, İnci’ye tepki göstererek, eğitim görmeyi kendisinin istediğini dolayısıyla da zorluklara katlanmaya mecbur olduğunu söylüyordu.
Babasının haklı tepkisi sonunda okulunda kalır İnci Yılmaz. Evden, aileden uzak olsa da zaman geçtikçe Ankara’ya alışır İnci Hanım. Okulda resim yanında gördüğü afiş, sanat tarihi, reklam ve seramik gibi dersler sanata ilgisini daha da artırır İnci Yılmaz’ın. Ankara’da güzel dönemler geçirir İnci Yılmaz. Ancak içine kapalı bir toplum yapısından sonra Türkiye çok farklı gelir İnci Yılmaz’a.
Aslında İnci gibi diğer Kıbrıslı arkadaşları da çekingen ve içlerine kapalıdır. Aynı okulda buluşan Kıbrıslılar hemen gruplar oluşturarak biraraya gelirler. Hem şiveleri hem de farklı yapıları ile hemen farkedilirlerdi.
Kıbrıslıların biraraya toplandığını gören hocaları da hemen olaya el koyarak tatlı sert bir ifade ile diğer arkadaşlarıyla da kaynaşmalarını isterdi. Kıbrıslıların oluşturduğu bu gruplarda İnci için yeni bir hayat vardır aslında.
Okulunun ikinci yılında, yeraldığı bu grupta gelecekte eşi olacak Mehmet Kansu ile tanışır İnci Yılmaz. Edebiyat fakültesi öğrencisi olan Mehmet Kansu ile arkadaşlıkları hızla gelişir İnci Hanım’ın. Ciddi bir ilişki boyutuna giren arkadaşlıkları Kıbrıs’a kadar uzanacaktır ikilinin.
İnci Yılmaz 3 yıllık eğitimini tamamladıktan sonra lisans eğitimini de alarak 1960 yılında Kıbrıs’a döner. Kıbrıs’a döner dönmez resim öğretmeni olarak Limasol 19 Mayıs Lisesi’ne tayin alır İnci Hanım. Hayatını Lefkoşa’da geçiren İnci Hanım’a Limasol ve insanları çok farklı gelir. Çok canlı ve hareketli yapılarıyla Limasolluları çok sever İnci Yılmaz. İnci Hanım’ın ardından 1961 yılında Mehmet Bey’in de tayini Limasol’a çıkar. Ailelerin baskısı ve isteği sonucu 17 Kasım 1961 yılında İnci Hanım ile Mehmet Bey evlenirler. Yeni hayatlarına Limasol’da başlayan ikili ekonomik sıkıntılara ve Kıbrıs’ın karışık durumuna rağmen çok mutludurlar. Okuldan arta kalan zamanlarında arkadaşlarıyla Limasol’da çok güzel günler geçiren Kansu çifti de 63 olaylarıyla birlikte huzursuz olur.
1964 yılında büyük oğluna hamile olan İnci Hanım, Limasol’dan ayrılarak Lefkoşa’ya döner. 28 Mayıs 1964’de de büyük oğlu Çağakan, 23 Mayıs 1969’da küçük oğlu Yılmazkan Kansu doğar. Eşinin ardından, Mehmet Kansu da Lefkoşa’ya döner. Kansu çifti Lefkoşa’da kendilerine yeni bir hayat kurar. Kadrosu Limasol’da kalsa da İnci Hanım, Kız Lisesi’nde göreve başlar. Ancak saatleri dolmadığı için önce Ticaret Lisesi’ne ardından da Öğretmen Koleji’ne derse gider.
15 yıl boyunca 3 okulda birden ders veren İnci Hanım, yıllar içinde çok yorulduğunu hisseder. 15 yılın ardından Müdür Muavini olarak 20 Temmuz Lisesi’nde görevlendirilir.
Öğretmenliği yanında ressamlığı da başarıyla yürüten İnci Hanım, tüm bu yıllar boyunca bir arayış içindedir. Öğrencilerine resmi sevdirmeye çalışırken kendi de çeşitli çalışmalar yapar. Çeşitli jürilerde yer alırken yurt içinde ve yurt dışında da karma resim sergilerine katılır.
Öğretmenliğinin ardından 8 yıl boyunca Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev alır İnci Kansu. Bakanlıkta aldığı görev resim hocalarına çeşitli konularda yardımcı olmaktı. Bu görevini çok sever İnci Hanım. Öğrencilerin ardından öğretmenlerle resim konusunda çalışmak çok keyif verici olur. Sadece öğretmek değil çalışmalar konusunda tartışmanın ve fikir alışverişinde bulunmanın herkesi geliştirdiğini görür İnci Kansu.
1987 yılında fullbright bursu ile 3 aylığına Amerika’ya giden İnci Kansu’nun sanat hayatı yeni bir boyut kazanır. O güne kadar yaptığı çeşitli çalışmaları bir yana bırakan İnci Hanım, yeni bir sanata gönül verir.
Bu sanat sanallaşmaya giden dünyamızda yeni bir boyut kazanan kağıdın öyküsüdür. Yani kağıt sanatının dünyasıdır. Amerika’da çalışma imkanı bulduğu 5 kağıt atölyesinde kağıdı iyice tanır ve sever İnci Hanım. Ama bu öyle bir tutkudur ki aslında İnci Hanım, o güne kadar yaptıklarını bir kenara koyar ve kendini tamamen kağıt sanatına verir. Adaya döner dönmez hemen kendine bir atölye kuran İnci Hanım, çalışmalarına başlar. İnci Kansu, 20. yüzyıl sanatı diye tanımladığı kağıt sanatında bulmuş kendini. İnci Hanım, varolana yeni bir soluk getirme uğraşı içinde. Yaratıcılığın sınırlarını zorladığı çalışmaları ile günlerini dolduran İnci Hanım, Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’de pek bilinmeyen bu yeni sanatı tanıtma çabası içinde. Çalışmaları sonucunda çeşitli ödüller de kazanan İnci Hanım, başarılı çalışmaları ile gelecekte de adından çok söz ettireceğe benziyor.
Kağıt sanatı ile ilgili her toplantıya her çağrıya gitmeye çalışan İnci Hanım, sanal bir dünyaya yol alınan dünyamızda kağıt sanatının önemine dikkat çekiyor. Kopyalamanın, tüketmenin ve kirletmenin had safhada olduğu eski dünyamızda yeni bir üretimi teşvik ediyor kağıt sanatı. Tüketici konumundan çıkarak üretici ve yaratıcı pozisyonuna girmenize yardımcı oluyor.
Kullanımının yavaş yavaş ortadan kalktığı, egemenliğini sanal ortamlara terkettiği dünyamızda, kağıt, sanatçılarla yeni bir egemenlik alanı yeni bir saltanat kuruyor. 2 bin yıllık bir geçmişe sahip olan kağıt üretimi yeniden şekilleniyor şimdilerde. Kağıt üretirken, kadınların mutfakta faydalandıkları yöntemleri de kullanan İnci Hanım, mutfak özlemini atölyesinde gideriyor. Boş vakitlerinin tamamını atölyesinde geçiren İnci Kansu, mikserini ve haşlama yöntemini de kullanarak harikalar yaratıyor.
Kağıt üretim aşamasında doğal bitki liflerinden çeşitli kağıtlara kadar doğal niteliklere sahip herşeyi değerlendiren İnci Kansu, yapay olmamak kaydıyla doğal maddelerin tamamının kağıt üretiminde kullanılabileceğini ifade ediyor. Yine bizlerin haşlayarak sofralarımıza aldığımız sebze ve meyvelerin İnci Hanım’ın yetenekleri sayesinde yenebilir kağıtlar formuna girdiğini görmek oldukça keyif verici. Aklın ve yeteneğin sınırlarını zorlayan sanat çalışmalarını yaygınlaştırmak ise İnci Hanım’ın en büyük hayali.
7 yıldır gecesini gündüzüne katarak bitirmeye çalıştığı projesi İnci Kansu’nun en büyük ideali. Geniş bir alanı kapsayan galeri-atölye çalışması kişisel bir hedef olsa da topluma çok şeyler kazandıracak bir eser niteliğinde. Resim galerisinden yoksun Lefkoşa için güzel bir eser özelliği taşıyacak galerisini uluslararası bir açılışla ülkesine kazandırmayı hedefleyen İnci Hanım, çok heyecanlı. Binanın üst katında oluşturulan atölye ise kağıt sanatına pek çok sanatçı kazandırmaya aday. Kağıt sanatını geliştirmeyi hedefleyen İnci Hanım, düzenleyeceği kurslarla bu sanata gönül verenlere öğretmenlik yapacak.
Kağıdı insanlara yeniden ve farklı bir boyutta sevdirmeye çalışan İnci Kansu, yurt dışında yapılan kağıt sanatı konferanslarını kaçırmadan izliyor. Boş zamanlarında kendini geliştirmeye çalışan İnci Hanım, lisan eğitimine oldukça düşkün. Üniversite eğitiminin ardından boş bulduğu her dakikada lisanını geliştirmeye çalışan İnci Hanım, halen bu çalışmalarını sürdürüyor. Lisan eğitiminin dışında bilgisayar eğitimine de önem veren İnci Kansu, dünyayla iletişimin bilgisayar kanalıyla yapıldığını gözönünde bulundurarak bilgisayarla da haşır neşir olmuş. Dünyanın hızına yetişmek için çaba göstermek gerektiğini ifade eden İnci Hanım, kadınlarımızın kendilerini bu tür alanlarda geliştirmeleri gerektiğini vurguluyor.
Kendini sanat çalışmalarına adayan özel insanlardan olan İnci Kansu, doğallığı kişiliklerinde taşıyan sanatçıların doğal olana katkı koymayı her zaman başardığını düşünüyor. Her geçen gün yaşlanan dünyamızda yeni bir şeyler üretmek, güzel olana katkı koymak herkes için kaçınılmaz bir istek ve hedef olmalı aslında. Bunun da en yaratıcı yollarından biri hiç kuşkusuz sanat. Üretmek ve özel şeyler yaratmak isteyenler için.

Yıldan Birand
O bir müzik aşığı. Genlerinde taşıdığı müzik yeteneğini ve sevgisini hiç yitirmeden, yaşamının her anına taşıyan, müziğe tutkun bir sanatçı. Yıldan Birand, sihirli parmakları ve güzel sesiyle insanı başka dünyalara götürüyor. 1 Ocak 1943 yılında Lefkoşa’da dünyaya gelen Yıldan Taner, 3 kardeşin en küçüğü. Yıldan, ev hanımı Seniha Hanım ile orkestra şefi Zeki Taner’in en küçük çocuğu olarak dünyaya gözlerini açar. Anne egemen bir evde büyüyen Yıldan, özellikle ağabeyi Yılmaz Taner’le birlikte yaptıkları haylazlıklarla bilinir. Çok mutlu bir çocukluk geçiren Yıldan, tüm müzik aletlerini ustalıkla çalan babasına hayrandır. İnsanları çok seven, çalışkan ve en iyiyi yapmaya çalışan bir yapıya sahip olan Zeki Bey, müzik aşkını çocuklarına da aşılar. Genlerinde taşıdıkları müzik yetenekleri ile Yılmaz ve Yıldan Taner hemen farkedilirler. Güzel sesiyle her ortamda dikkat çeken Yıldan, şarkı söylemekten sonsuz keyif alır. Ayasofya ilkokulu’na başlayan Yıldan, hemen koroya alınır. Bütün müzik çalışmalarının içinde yer alan Yıldan’ın okul sonrasında en mutlu olduğu anlar sokakta arkadaşlarıyla oyun oynamaktır. Okuldan gelir gelmez çantasını fırlatıp kendini hemen sokağa atar. Arkadaşları ile oynadığı aşık oyunu ve beştaş gibi oyunlar hafızasında yer eder.
Her türlü imkana sahip rahat bir aile ortamına sahip olan Yıldan Taner, rahat bir çocukluk geçirir. İlkokulun ardından girdiği Kız Lisesi’nde müzik yanında diğer derslerinde de başarı gösterir Yldan Taner. Çalışkan, zeki ve hırslı bir yapıya sahip olan Yıldan, özellikle tarih ve coğrafya gibi ezbercilik gerektiren derslerde de oldukça başarılıdır. Güzel sesiyle yürüttüğü solistlik görevi ortaokul ve lisede de devam eder Yıldan’ın. Çocukluğundan itibaren birlikte olduğu arkadaş grubu ile güzel bir gençlik dönemi geçirirler.
Her hafta sonu kendi aralarında düzenledikleri eğlencelerle mutlu olurlar. Müzik yanında diğer derslerdeki başarısı ile kısa sürede öğretmenlerinin gözüne girer Yıldan. Güzel sesi müzik yanında edebiyatda da çok etkilidir. Edebiyat öğretmeni şair Arif Nihat Asya’nın ‘’Olamam’’ isimli şiirini bir törende seslendiren Yıldan Taner, şiirin sahibini derinden etkiler.....
Türk-Rum karışık bir toplum yapısının yaşandığı yıllarda bayrak ve millet kavramları ile büyür Yıldan Taner. Kız Lisesi döneminde Rumlara karşı erkek lisesi ile birlikte yaptıkları yürüyüşler milliyetçilik duygularını daha da kamçılar. Müziği çok sevmesine ve çok yetenekli olmasına karşın, ezberi de oldukça güçlü olan Yıldan Taner, annesinin yönlendirmesi ile hukuk okumaya karar verir. Ancak lise son sınıfa geldiğinde Okul Müdürü Leman Feridun’un etkisi ile yeteneğini kullanması ve müzik alanında çalışması için ikna olur Yıldan Taner.
1960 yılında aldığı bursla Gazi Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü’ne gider Yıldan Taner. Çalışkan ve hırslı bir öğrenci olan Yıldan, günde 9 saatlik çalışma ile kendini tamamen piyanoya verir. Ağabeyi Yılmaz Taner’in de hocası olan Prof. Edward Zuckmayer, çeşitli sınavların ardından Yıldan’ın da Yılmaz Taner kadar iyi olduğuna karar vererek, Yıldan Taner’le çalışmayı kabul eder. Profesör Zuckmayer’in ardından konservatuvarın en başarılı şan hocalarından Azize Işık’tan da şan dersleri almaya başlar Yıldan Taner.
Güzel sesiyle hocalarını büyüleyen Yıldan Taner, akademi eğitimi döneminde 22 arkadaşı ile birlikte Gaziantep’e kadar uzanan Anadolu turnelerine çıkar. Her yıl gerçekleştirdikleri konserler dizisi tüm öğrenciler için güzel bir tecrübedir.
3 yıllık yoğun çalışmanın ardından müzik eğitimini tamamlar Yıldan Taner. Akademinin tamamlanmasının ardından hocaları Yıldan Taner’in opera sanatçısı olması için Türkiye’de kalmasını isterler. Ancak ailesinin geri dön çağrısına dayanamayan Yıldan Taner, 1963 yılında Ada’ya döner.
Kısa bir süre boş geçen günlerin ardından Atatürk İlkokulu’na öğretmen olarak tayin alır Yıldan Taner. Büyük bir ilkokul olan Atatürk ilkokulu’nda, 5 ve 6. sınıf öğrencilerine ders vermeye başlayan Yıldan Hanım’dan, bir orkestra kurması istenir. Yokluklar dönemi geçiren Kıbrıs Türk halkı için bu zor olsa da Yıldan Hanım, kısa sürede bir orkestra kurmayı başarır. Başardığı güzel işten inanılmaz keyif alan Yıldan Hanım, öğrencilerine birşeyler öğretmenin keyfini yaşar.
Atatürk ilkokulunun ardından Kız Lisesi’ne atanır Yıldan Taner. Kız Lisesi’nde de ilk istenen orkestra kurması olur. Yoğun bir çalışmanın ardından 100 kişiden oluşan çok sesli bir orkestra kuran Yıldan Hanım, bir Kinder Senfonisi oluşturmayı başarır. Org, flüt, akordeon ve melodika gibi çeşitli aletlerden oluşan çok sesli orkestra çok ses getirir. Genç bir öğretmenin çalışma azminin sonucudur bu. Müziğin bıkmadan usanmadan çalışma isteyen bir alan olduğunu ifade eden Yıldan Taner, öğrencilerine her zaman yenilikler getirmeye çalışmış.
60’lı yılların sonuna doğru özel yaşamında da değişiklik yaşanır Yıldan Hanım’ın. Ailelerinin aracılığı sonucunda Saip Birand’la tanışan Yıldan Taner’in hayatı değişir. Birbirlerini tanıma sürecinin ardından 3 Kasım 1968’de iki genç evlenir. Yıldan Hanım, öğretmenlikle birlikte ev hanımlığını da yürütmeye başlar.
Çok çeşitli çalışmalara imza attığı yoğun çalışma hayatı içerisinde 22 Kasım 1974’de tek çocuğu olan kızı Seniha doğar. Ama yoğun yaşamı içerisinde Seniha’yı anneannesi ve teyzesi büyütür. Ama Saip Bey’le Seniha, Yıldan Hanım’ın yoğun çalışma hayatından hiç şikayetçi olmazlar. Çünkü Yıldan Hanım, müzikle yarattığı dünyada çok mutludur.
Kız Lisesi’nde çalıştığı yıllarda, orkestranın ardından bir kızlar bandosu kurmaya karar verir Yıldan Birand. Babası Zeki Bey’in de yönlendirmesi ile öğretmenliğinin üçüncü yılında bandoyu kurar. Kızlar bandosu çok ilgi çeker. Tüm törenlerde ve gösterilerde kızlar bandosu en öndedir. Hatta Kıbrıs’ı ziyaret eden bir Arap heyetini karşılamaya bando gidemeyince görev kızlar bandosuna düşer, havaalanına giderek heyeti karşılarlar.
Cumhuriyetin 50. yıl kutlama törenlerine bandoları ile katılan baba kız Taner’ler Hürriyet gazetesine haber olur. Bandonun ardından caz orkestrası da kurar Yıldan Hanım. Öğrencilerini öyle yoğun bir çalışmaya sokar ki bazı öğrenciler bundan şikayetçi olurlar. Ama 3 koldan sürdürülen çalışmalar yıl sonunda yapılan gösterilerle amacına ulaşır ve her zaman takdir toplar.
Öğretmenlikte yaptığı çalışmalar yanında ülkemiz müzik tarihinde önemli yeri olan Senfoni Koro ve Orkestrası’nda da görev alır Yıldan Birand. Şef Yılmaz Taner’in kurduğu Senfoni orkestrası ile pek çok konserler verirler. Birkaç yıl önce adı Filarmoni Orkestra ve Korosu olarak değiştirilen Senfoni Orkestrası da Yıldan Hanım’ın hayatında önemli yer tutuyor. Müzik çalışmaları içerisinde besteciliğe çok fazla yer vermeyen Yıldan Birand, sadece uzun yıllar görev yaptığı 20 Temmuz Lisesi’nin marşını bestelemiş. Bestekarlık olayının ayrı bir çalışma alanı olduğunu vurgulayan Yıldan Hanım, öğretme olgusunun kendi hayatında daha fazla yer tuttuğunu ifade ediyor.
Uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra 1992 yılında öğretmenlikten emekli olmuş Yıldan Birand. Emeklilik dönemini pek sevmeyen Yıldan Hanım, küçük öğrencilere dersler vererek kendine yeni bir çalışma alanı yaratmış. Kendi evinde bir okul yaratan Yıldan Birand, bugüne kadar sayısız öğrenciler yetiştirmiş.
Küçük sihirli parmakların kısa sürede güzel şeyler yarattığını görmek mutlu ediyor Yıldan Hanım’ı. Şimdilerde bilim adamlarının savunduklarını yıllar öncesinden deneyerek 3 yaşındaki çocuklara müzik dersleri vermeye başlamış Yıldan Taner. Bilim adamları 2.5 yaşında başlanan piyano derslerinin çocukların hem matematik hem de fen zekasını geliştirdiğini vurgulayarak piyano derslerinin önemine dikkat çekiyor. Çocukların eğitiminde aileye büyük görevler düştüğünü ifade eden Yıldan Birand, aile teşviğinin ve desteğinin çocuk gelişiminde büyük önem arzettiğini vurguluyor.
Çok sevdiği öğrencileriyle çalıştığı yoğun saatlerin dışında evine zaman ayırmaya çalışan Yıldan Hanım, titiz ev hanımlığıyla dikkat çekiyor. Mutfakla pek arası olmasa da evine çok özenen Yıldan Birand, sevdiklerine sevdikleri yiyecekleri yapmak için yine de kolları sıvayarak mutfağa giriyor......
Oldukça misafirperver bir ev hanımı olan Yıldan Birand, konuklarını ağırlamaktan büyük keyif alıyor. Dostları ve sevdikleriyle birlikte olmak Birand ailesi için vazgeçilmez bir olay.
Üstünden yıllar geçse de emekli olduğunu düşününce hüzünlenen Yıldan Hanım, emekliliğine inat, bıkmadan çalışıyor. Minik öğrencilerine piyanoyu sevdirmek için sonsuz bir sabır sergileyen Yıldan Hanım, kendi kızı ile yeterince ilgilenemediğini itiraf ediyor.
Kızının piyano ve gitarı amatörce çaldığını ifade eden Yıldan Hanım, çok güzel bir sese sahip olmasına karşın kızına müzik eğitimi aldıramadığını anlatıyor. Kendi aldığı şan derslerini de hüzünle hatırlayan Yıldan Birand, şimdiki dönemler olsa şan eğitimine devam ederek, opera sanatçısı olmayı tercih edebileceğini vurguluyor. Operaya inanılmaz bir sevgisi olan Yıldan Birand, geçmişini ve kaçırdığı opera sanatçılığı şansını hatırlattığı için operaya gitmeyi tercih etmiyor hiç. İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde solist olan öğrencisi Sevil Yarar ise, gurur duyduğu öğrencilerinden sadece birisi.
Kuzey Kıbrıs’ın sanat alanında gururu olan Rüya Taner, Yıldan Hanım’ın da en büyük gururu. Rüya Taner’in halası olan Yıldan Birand, ailedeki müzik yeteneğinin Rüya ile birlikte dünya sahnelerine taşınmasının haklı gururuna sahip............
Her tür müzikle yakından ilgilenen Yıldan Hanım, müzik türleri arasında ayırım yapmadan hepsini dinlemeyi seviyor. Klasikler arasında en çok Bach’ı sevdiğini söyleyen Yıldan Birand, Bach’ı kendine en yakın besteci olarak algılıyor.
Evrensel bir dünya dili olan müzik hep güzeli çağrıştırıyor. Müziğin başarılı bir temsilcisi olan Yıldan Hanım da sihirli dokunuşları ve inanılmaz sesiyle yeni bir dünya yaratıyor. İçinde kötülüklere ve çirkinliklere yer vermeyen güzel ve evrensel bir dünya.

Cemaliye Hocaoğlu
Hayatını insanlara yardım için adamış kanatsız bir melek sanki. Çocukluğundan itibaren taşıdığı iyiliksever ve müşfik özellikleriyle hemen dikkat çeken Cemaliye Hasan, Kıbrıs Türk mücadele tarihinde ve Kıbrıs Türk toplumu içinde tanınan ve bilinen bir isim. Kıbrıs Türk toplumunun kurtuluş mücadelesinde önemli bir yere sahip olan sayılı kadınlarımızdan Cemaliye Hanım. 10 Ekim 1935’de Baf’ta doğan Cemaliye Hasan, ailesinin tek çocuğu. Ev hanımı annesi Rasime Hanım ile lastik tamircisi Hasan Salih Bey’in kızı Cemaliye, el bebek gül bebek olarak büyütülür. Daha o yaşlarda iyiliksever ve yardımsever yapısıyla dikkat çeker. Yardıma muhtaç insanlara yardım etmeyi, dost elini uzatmayı hiç ihmal etmez. Tek çocuk olarak büyüyen Cemaliye, yalnız olmaktan hoşlanmaz hiç, en büyük zevki yakınlarda oturan ve 6 çocuğu olan halasına giderek orda vakit geçirmektir. Yalnız yemek yemekten nefret eder Cemaliye. Annesi Rasime Hanım, kızına yemek yedirebilmek için mahalledeki diğer çocukları da eve davet etmek zorundadır.
Baf ilkokulunda okula başlayan Cemaliye, başarılı bir öğrencidir. Tek çocuk olmanın da verdiği avantajla en iyi şekilde yetiştirilmeye çalışılır Cemaliye. Piyano, rumca ve ingilizce derslerine gönderilir Cemaliye. İlkokulun ardından Lefkoşa’da bulunan Viktorya Kız Lisesi’ne yatılı gönderilir Cemaliye Hasan. Kızlarla dolu bir okulda çok güzel vakit geçirse de okulun katı kurallarından sıkılır Cemaliye. Küçücük yaşına rağmen hristiyanlık eğitimi verilen din derslerine karşı çıkar ve müslüman öğrencilerin bu derslere girmemesine neden olur.
Okul yıllarında aktif bir öğrenci olan Cemaliye Hasan, tüm spor dallarında başarılıdır. Tiyatro ve müziğe de ilgi duyan Cemaliye, tüm sosyal faaliyetlerin içinde yer alır.
Kız Lisesi’nin orta bölümünün ardından Cemaliye, American Academi’ye geçer. Çalışkan ve başarılı bir öğrencilik hayatı olan Cemaliye, akademide voleybol takım kaptanlığını yürütür. İyi bir koşucu da olan Cemaliye, tüm aktivitelerin içindedir, herkes tarafından farkedilen güzelliği de dillere destandır. Yardımsever kişiliği ile çevresinde çok sevilen Cemaliye, annesinin o dönemde geçirdiği ağır bir kaza sonucunda kendi mesleğini belirler. Uzun bir süre hastanede yatan annesine, çok iyi bakan hastabakıcılardan etkilenen Cemaliye, bu mesleğin kendisi için ideal olduğu kararına varır. Akademinin ardından ailesinin tüm tepkisine rağmen Cemaliye Hasan, sınavlara katılarak İngiltere’de hemşirelik eğitimi almaya hak kazanır. Dünya Sağlık Teşkilatı’nın verdiği eğitim bursunu almayı başaran 5 kişiden biri olan Cemaliye Hasan, 1956 yılında Manchester’e gider. Manchester Royal Informery’de aldığı 3 yıllık eğitimin ardından 1959’da okulunu bitirir Cemaliye. 1960 yılında Kıbrıs’a dönen Cemaliye Hasan, önce kısa bir süre Lefkoşa’ya ardından da Limasol’a tayin alır. İngiltere’de eğitim alan, İngiliz sistemi içinde yetişen Cemaliye Hanım, artık Sister Cemaliye’dir.
Kişilik yapısıyla oldukça uyumlu mesleğinde çok başarılıdır Cemaliye Hasan. Kıbrıs’ın en karışık dönemlerinden olan bu yıllarda, hayatı yeni bir şekil alır Cemaliye Hasan’ın. O zamanların sayılı Kıbrıslı Türk doktorlarından olan Dr. Halim Hocaoğlu, Cemaliye Hanım’a bir görüşte aşık olur. Başarısı yanında güzelliği ile de oldukça dikkat çeken Cemaliye Hanım, Dr. Halim Bey’e pek yüz vermez önceleri. Ancak genç doktor kolayca pes edeceklerden değildir. Gönderdiği güzel çiçeklerle kısa sürede Cemaliye Hanım’ın kalbini çalar.
Ancak bu dönemde İngiltere’de Royal Society of Health’den burs alan Cemaliye Hanım, arkasına bakmadan adadan ayrılır. Cemaliye Hanım’ın ardından İngiltere’ye giden Halim Bey, onu evlenmeye ikna eder. Ada’ya dönene kadar evlenmekten cayar diye korkarak 22 Nisan 1962’de Cemaliye Hanım’la İngiltere’de nikahlanır.
Cemaliye Hanım, İngiltere ve çeşitli Avrupa ülkelerinde aldığı halk sağlığı eğitimini tamamlayarak, 1963 sonbaharında Kıbrıs’a döner. Kıbrıs’ın karışık ortamı düğün hayallerini de suya düşürür. Eşi ile birlikte Limasol’da görevli olan Cemaliye Hanım’a Limasol ve Baf bölgelerinin sağlık sorumluluğu verilir. Yüzlerce köyün halk sağlığı teşkilatlarından, çalışanlarından ve sistemin sağlıklı yürümesinden sorumlu tutulan Cemaliye Hanım’ın bu görevi, 63 olaylarının patlak vermesi ile birlikte son bulur. Olaylarla birlikte hemen Limasol’a dönen Cemaliye Hocaoğlu, arkadaşlarıyla birlikte, bir düğün salonunu hastaneye çevirirler. Arkadaşlarından aldıkları destekle bir hastane kurmayı başaran Türk doktor ve hemşireler, yaralılara yardımı aksatmadan sürdürür. Bu dönemde farklı bir alanda çalışan Cemaliye Hanım, anestezist yokluğundan kendi görevleri yanında anestezist görevini de sürdürür. Yıllarca yokluk içinde görevlerini yürüten bu ekibe ancak 1969 yılından itibaren destek verilmeye başlanır.,
63 sonrasında gelişen kötü olaylarda sağlık çalışanlarına pek çok iş düşer. Yaşanan acı olayların ardından Cemaliye Hanım, kıtlıklar içerisinde uğraş vererek halk sağlığı merkezlerinin kurulmasına öncü olur. Sister Cemaliye olarak çok görevi vardır. Oluşturulan merkezlerin denetimi yanında, ebelerin kontrolü, ana-çocuk sağlığının, aşıların denetimi ve hastanedeki ebelerin yöneticisi durumundadır. Köy köy gezerek yaptığı denetimlerle sağlık sisteminin sağlıklı yürümesi için uğraş verir.
Kötü dönemler geçiren vatandaşlarına yardım için çalışan Cemaliye Hanım 19 eylül 1969’da oğlu Cem’i dünyaya getirir. 4 yılın ardından da 23 Nisan 1973’de kızları Mevhibe doğar, Halimoğlu ailesinin. Sürekli çalışmak zorunda olan Sister Cemaliye ile Dr.Halim Bey, çocuklarını bakıcılarla büyütür. Kızları Mevhibe’nin ardından da çalışma tempoları hiç düşmeyen ikiliyi daha da zor günler beklemektedir aslında.
20 Temmuz 1974’de adaya çıkarma yapılacağını Limasol Hastanesi Başhekimi olan çalışma arkadaşı Dr. Ayten Berkalp’den öğrenen Cemaliye Hanım, yine görevinin başındadır. Türk askerinin adaya çıkarma yapmasının ardından Limasol’da da heyecanlı bir bekleyiş başlar. Ancak Türk ordusu çizdiği Yeşil Hat’ta kalır ve Limasol’a gitmez. Limasol’da yaşayan yaklaşık 4 bin Türk , Rum kontrolündeki bölgede kalır. Korkunç bir savaşın yaşandığı bu dönemde Rumlar Limasol’da yaşayan erkeklerin tamamını esir alır. Türk mahallelerine saldıran Rumlar, evleri talan eder, bayrakları yırtarlar ve etrafa korku saçarlar. Önceleri esirlerin nerede olduğunu öğrenemeyen halk daha sonra erkeklerin okullarda tutsak edildiğini öğrenir. Ancak, Türk askerinin korkusuyla Türkleri öldürmekten korkan Rumlar esirlere eziyet etmekten de geri kalmıyordu.
Limasol’da yaşayan erkeklerin esir edilmesiyle birlikte Türk toplumu arasında bir boşluk yaşanır. Bu dönemde toplumdaki birlikteliği sağlamak için Dr. Ayten Berkalp Sancaktar ve Cemaliye Hanım da Sancaktar Yardımcısı olarak görevlendirilir. Ayten Hanım ile Cemaliye Hanım, esir olan erkeklere yiyecek ve giyecek götürmek için Kızılhaç’tan özel izin alarak haftada bir bu görevi yerine getirmeye başladılar. Ambulansı kullanan Cemaliye Hanım ile yanında Dr. Ayten Berkalp, Limasol esirleri yanında bölgedeki diğer köyleri de gezerek ihtiyacı olanlara yardım ediyorlardı. Esirlere götürülen yemekler arasına koydukları radyolar ile erkeklerin haber almalarını sağladılar.
Gözüpek iki genç kadın olarak tehlikeli işler başaran Cemaliye Hanım ile Ayten Hanım, Kuzeydeki Türk Yönetimi ve askeri yetkililerle koordineli bir şekilde haberleşiyor ve Kuzey’e haber aktarıyordu. Yakalanmaları sonucunda öldürülme riskini bile göze alan ikili, Limasol’daki askeri faaliyetlerden ve Rumların çalışmalarından gözlemlediklerini Kuzey’e aktarıyorlardı. Kuzey’e geçişi sağlayacak yolların tesbiti için sürekli çalışma yapan ikili, Kuzey’den gelen emirler doğrultusunda yaptıkları işlerde zaman zaman Rumlarla korkulu dakikalar da yaşarlar.
Kocasından dahi gizlediği istihbarat görevi yanında kendi görevini de yürüten Cemaliye Hanım, bu dönemde kendi kullandığı ambulans ile köy köy gezerek sağlık hizmetlerini de sürdürüyordu. Stavrovunno köyünü ziyarete gittiği günlerden birinde Türk yetkililerden biri Cemaliye Hanım’dan Baf’tan Magosa’ya silah taşıyıp taşıyamayacağını sorar. Askeri görevini de severek yürüten Cemaliye Hanım, bu teklifi kabul eder. Bu görev çerçevesinde binlerce A4 ve çeşitli silahlar, mermi ve el bombasını ambulansı ile Magosa’ya taşıyan Cemaliye Hanım, pek çok erkeğin bile çekinerek yapabileceği bir görevi gözünü sakınmadan yerine getirir. Binlerce mücahit gibi Cemaliye Hanım da vatanı için can vermeye hazırdır. Yerine getirdiği görevlerin kendisini hiç korkutmadığını gururla anlatan Cemaliye Hanım, ‘’ne Rumdan ne de ölümden hiç korkmadım’’ diyor cesurca.
Eşi Dr. Halim Bey’le birlikte ölümü düşündükleri anlarda tek rahatsızlıklarının çocukları olduğunu ifade eden Cemaliye Hanım, ölmeleri halinde oğulları Cem’i Fransız bakıcılarına resmen evlatlık verdiklerini kanıtlayan bir belge bile imzaladıklarını anlatıyor. İçinde bulundukları ortamda ölümün çok doğal olduğunu anlatan Cemaliye Hanım, o ortamda ölümün sıradan bir olay olduğunu herkesin kabullendiğini vurguluyor.
Tehlikelerle dolu rahatsız bir dönemde, her an Rumlar tarafından deşifre edilme tedirginliği ile görevini sürdüren Sister Cemaliye ve ailesi 1975’de Türk ve Rum Yönetimlerinin anlaşması sonucunda Kuzey’e geçerler. Kuzeyde yeni bir yaşama başlayan Hocaoğlu ailesi, ilk 3 aylarını Dorana Otel’de geçirir. Cemaliye Hanım, hemen görevine başlayarak 1988 yılına kadar Başhemşire olarak çalışır. 1988’de idari bir göreve atanan Cemaliye Hanım, hastanelerle ilgili Sağlık Müdürlüğü görevine getirilir. Bu görevi boyunca eski arkadaşı Müsteşar Dr. Ayten Berkalp’le tekrar çalışma imkanı bulan Cemaliye Hanım, 2 yılın sonunda siyasi bir tercihle görevden alınır. Görevden alınınca emekli olmaya karar verir Cemaliye Hanım.
1990 yılında emekli olan Cemaliye Hocaoğlu eşi ile rahat bir emeklilik dönemi düşlerken 1990 Nisanında acı bir olayla sarsılır. Eşi Dr. Halim Hocaoğlu bir hastasına bakmak ve eski mesai arkadaşlarını ziyaret etmek için gittiği Girne Akçiçek Hastanesi’nde ani bir enfaktrüs geçirir. Doktor arkadaşlarının tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamaz Dr. Halim. Cemaliye Hanım, artık hayatta çocuklarıyla tek başınadır. Amerika’da eğitim gören Yüksek Bilgisayar Mühendisi oğlu Cem ile Genetik Mühendisi kızı Mevhibe tek dayanağıdır.
Hayatı boyunca yaşadıklarıyla güçlü bir kadın olduğunu kanıtlayan Cemaliye Hanım, şimdi de kendinden emin ve kararlı. Yaşama bağlı, sevgi dolu bir insan olan Cemaliye Hanım’ın bir tek boş dakikası bile yok. İki dönemdir Ulusal Birlik Partisi Girne Kadın Kolları Başkanlığı’nı yürüten Cemaliye Hanım, dostları ve evi ile ilgilenmeyi çok seviyor. Eski bir sağlıkçı olarak edindiği titizliğini evinin her köşesinde ve tabii ki mutfağında görmek mümkün. Sağlıklı menüleri ve güzel bitki çayları ile konuklarına keyif veriyor......
Eski dönemlerin dostluklarını ve insan ilişkilerini özlediğini ifade eden Cemaliye Hanım, boş zamanlarında Amerika’da yaşayan oğlunu ve Avustralya’da yaşayan ailesini ziyarete gitmekten mutlu olduğunu anlatıyor. Kıbrıs’ı ve arkadaşlarını çok seven Cemaliye Hanım, köpeği ile ilgilenmekten ve çocukluk arkadaşları ile biraraya gelmekten keyif alıyor. Güzel çiçekler yetiştirdiği bahçesiyle ilgilenmek ise Cemaliye Hanım için vazgeçilmez bir uğraş. Fırsat yarattığı her anda yardıma muhtaç insanların yanında olan Cemaliye Hanım, yardımsever kişiliğinden hiç ödün vermemiş. Gelecekte, ülkeleri için verdikleri mücadeleyi arkadaşı Dr. Ayten Berkalp’le birlikte kitaplaştırmayı düşünen Cemaliye Hanım, bu vatan toprakları için mücadele edenlerin hiçbir zaman unutulmaması gerektiğini vurguluyor.
Cemaliye Hocaoğlu, bu vatan tarihine adını altın harflerle yazdıran, hiç unutulmayacak ve gelecek nesillere örnek olan güçlü kadınlardan.

Emel Samioğlu
Geçmişin kültürel değerlerinin günümüzde yaşatılmasını amaç edinmiş, geçmişle bugünü yaşayan bir sanatçı, Emel Samioğlu. Sıcak renklerle, imler ve dokular arasında yaşanan bu süreç izleyenleri farklı bir dünyaya taşıyor. 1946 yılında Balalan köyünde dünyaya gözlerini açan küçük Emel, 3 kardeşin en büyüğü. Annesi ev hanımı Raziye Hanım ile babası gümrük memuru Kemal Denizer, aslen Limasollu. Karpaz’da yaşayan anneannesinin yanında doğan Emel için Karpaz gelecekte de çok büyük önem taşıyarak sanatına yön verecektir. Aslen Girit göçmeni olan anneanne Emel’in hayatında önemli bir yer tutar. Girit’in Yunanlılara geçmesi ile Kıbrıs’a göç eden Emel’in büyükdedesi, kendine yaşam alanı olarak Karpaz’ı seçer. Yine Girit göçmeni olan bir kızı da kendine eş olarak seçmesi ile Kıbrıs yeni vatanları olur. Denizer, ailesinin 3 çocuğu arasında en hareketlisidir Emel. Bir saniye bile yerinde duramayan ve güzel sanatlara olan eğilimi ile hemen farkedilir. Limasol’daki Sedat Simavi İlkokulunda ilk eğitimine başlayan Emel, resme olan ilgisi ile hemen dikkat çeker. Renkli kalemlerle yaptığı resimlerle hayat bulur Emel. En keyif aldığı olaylardan biri de arkadaşlarının portrelerini çizmektir. Resimle birlikte müzik de yer alır Emel’in hayatında. O yıllarda özel hocadan müzik dersi alan birkaç çocuktan biridir.
Anne Raziye Hanım ile baba Kemal Bey, kızlarının resme olan tutkusunu kırmazlar hiç. Babası ile dükkan dükkan gezerek boyalar seçtiklerini unutmaz Emel. Aslında yeteneklerini güzel el işleri yapan annesi ile boş zamanlarında ahşap oymacılığı yapan babasından almıştır.
Ailenin güzel sanatlara yatkınlığı Emel’de en güzel şekliyle ortaya çıkar. 10 yaşına geldiğinde baba Kemal Bey, Emel’e ilk resim sehpasını yapar. Bu olay Emel’i çok mutlu eder. Ama Emel’i mutlu eden başka olaylar da vardır. Her tatil fırsatında soluğu Karpaz’da anneannesinin yanında alan Emel, Karpaz’dan çok etkilenir. Balalan köyündeki imece usulü yaşam ve kadınların tütün tarlalarında geçen hayatları çok etkileyicidir. Kadının anneliği, üretimi ve yaşam çabası farklıdır Karpaz’da.
İlkokulun ardından 19 Mayıs Ortaokuluna devam eden Emel’in resim yeteneği babasını bir arayışa yöneltir. Ortaokuldaki resim hocası, günümüz ressamlarından İnci Kansu, Emel’deki yeteneği farkederek onu teşvik eder. Baba Kemal Bey, kızının resim eğitimi alması gerektiğine inanır ve ortaokulun ardından Lefkoşa’daki Kız Meslek Lisesi’nde yatılı okumasına karar verir. Aslında Kemal Bey, Kız Meslek Lisesi eğitimi ile kızına hem resim eğitimi aldırmayı hem de onu kız-erkek karma bir liseden uzak tutmayı hedefler. Çünkü erkek egemen bir ailede büyüyen kızının karma bir okulda okuması ona göre sakıncalar taşımaktadır. Resim eğitimi görecek olan Emel, buna hiç itiraz etmez ve yatılı olarak yeni okuluna başlar. Kız Meslek Lisesi’ndeki eğitimi gelecek için bir basamak olur Emel’e.
Birincilikle bitirdiği okulunun ardından 1963 yılında, Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na gider Emel Denizer. Sadece kızların kabul edildiği bir okul olması baba Kemal Bey için de çok önemli bir unsurdur. Otoriter ve katı tutumuna karşın kızının okuması için onu Ankara’ya göndermeye razı olur.
Kıbrıs’ın en kötü dönemlerinden birirnin yaşandığı, Türk-Rum çatışmalarının doruk noktasına ulaştığı karışık günlerde Emel Denizer, ailesini geride bırakarak Ankara’ya gider. Sanatla ve tarihle dolu okulu Emel için bulunmaz fırsattır.
Öğrencilerini en doğru şekilde yetiştiren ve yönlendiren hocaları sayesinde Ankara’nın kültürle yoğrulmuş ortamında keyifli bir öğrencilik geçirir Emel Denizer. Sinema, tiyatro, opera ve daha nice kültürel etkinliği kaçırmadan okuluna devam eder Emel. Ancak Kıbrıs’taki karışık ortam Emel’in ailesinden aylarca haber almasını engeller. Bu arada Türkiye’de bulunan Kıbrıslı öğrenciler Kıbrıs’a dönmek için örgütlenmeye başlar. Kıbrıs’taki savaş ortamına kendilerini hazırlayan erkek öğrencilerin yanında kızlar da ilk yardım ve paraşüt kurslarına tabi tutularak Kıbrıs için hazırlanırlar. Gergin bir ortamda yaşanan bu hazırlıklar sonucu erkek öğrenciler Kıbrıs’a gönderilir. Geride kalan kızlar Kıbrıs’taki savaş ortamını gergin ve huzursuz bir bekleyişle izlerler. Ailesi ile kesilen haberleşmesinin tekrar kurulması ile Emel Denizer, eğitimine devam eder. 1967 yılında okulunu tamamlayan Emel Hanım, hocalarının asistanlık teklifine karşın bu cazip teklifi reddederek ülkesine Kıbrıs’a döner.
Kıbrıs’a döndükten sonra öğretmenlik yaşamı başlar Emel Denizer’in. İlk olarak Limasol 19 Mayıs Lisesi’ne atanır. Öğrenciliğin ardından gelen öğretmenlik yeni bir yaşam biçimidir Emel Hanım için. Öğrencilerine, yaşamlarının başlangıcında yeni bir vizyon vermek, hayata ve objelere farklı bir gözle bakmayı öğretmek Emel Hanım için yeni hedeftir artık. Öğretmenliği ile birlikte sanat çalışmaları da başlar Emel Denizer’in. İngiltere’ye gerçekleştirdiği kısa seyahatte bile müzelerle, resim atölyelerini gezerek çeşitli çalışmalar yapar.
Öğretmenliğinin ikinci yılında hayatında değişiklikler olur Emel Hanım’ın. Aynı okulda öğretmenlik yaptığı Ata Samioğlu, girer hayatına. Kısa bir arkadaşlık döneminin ardından ailelerin de onayı alınarak 1969 yılında evlenirler. Evliliğinin ilk yılında 1970’de büyük oğlu Özge doğar, 1978’de de küçük oğlu Özgü. Yeni bir ortamdadır artık Emel Hanım. Ancak sanata ve resme olan tutkusu dizginlenemez. Yoğun iş ve ev hayatına rağmen sanat çalışmaları sürer.
Özellikle dışa açılma ve dış dünyadaki gelişmeleri izleme Emel Hanım için çok cezbedicidir. Öğretmenlik yılları boyunca katıldığı yurt dışı gezilerinde sergileri, müzeleri gezerek, çeşitli etüdlere katılır Emel Samioğlu.
21 yıl süren öğretmenlik yaşamında 19 Mayıs Lisesi’nin ardından Lefkoşa Kız Lisesi ve 20 Temmuz Lisesi’nde resim ve sanat tarihi öğretmenliği yapan Emel Hanım, takvimler 1987’yi gösterdiğinde artık resimden uzak kalamayacağını anlar. Yıllarca sürdürdüğü öğretmenlikten resim için ayrılmaya kesin karar verir ve emekli olur.
Emeklilikle birlikte, sanatla dolu bir yaşam başlar Emel Samioğlu için. Yıllardır hayalini kurduğu kendi atölyesini kurar hemen. Ancak öğrencilerini peşini bırakmaz Emel Samioğlu’nun. Dıştan gelen talepler üzerine 6-10 yaş arası öğrenciler yetiştirmeye başlar. Küçük fırçalar resim sergileri de minik öğrencilerinin eserleri sonucu oluşur. Çocuklar yanında yetişkinler için de resim kursları düzenleyen Emel Hanım, amatör sergilerin de mimarı olur. Amatör fırçalarla yeni bir dünya yaratır.
Atölyesinde geçirdiği saatler bir yaşam biçimi yaratır Emel Hanım için. Her resimde yeniden doğar. Kıbrıs’ın geçmişe dayalı yoğun efsane ve görüntüleriyle dolu yaşamında, her gün yeni yolculuklara doğru yol alır. Her resimde yeniden kendini ve geçmişini bulur. Yakın geçmişte yaşananları kendi özümsedikleri ile harmanlayarak bugüne ulaştırır. Emekliliğinin ardından 1987’de hayat verdiği birinci kişisel sergisinde eğitim ve öğrenci ilişkilerine dayalı insan ağırlıklı figür çözümlerine ve Karpaz yöresinin doğası ile dinamik yaşam yapısını yansıtır Emel Samioğlu. Doğa ve insan sevgisi serginin çıkış noktasını oluşturur.
Yaşamı boyunca etkisi altında kaldığı Kıbrıs adasının geçmişe dayalı görüntüleri ile Karpaz bölgesinin inanılmaz doğa yapısı sanat çizgisini oluşturmada bir rehberdir Emel Hanım için. Çok sevdiği anneannesi ile birlikte geçmişten bugüne uzanan, yaşanmışlığı simgeleyen her obje, Emel Samioğlu için bir malzemedir. Somutla soyutu birleştirerek yola çıkan Emel Hanım, Kıbrıs sanat camiasında ses getirecek, farklı bir çalışmaya da imza atar. İkinci kişisel sergisinde Karpaz yaşamını yansıttığı sandalyelerle geçmişten günümüze bir köprü kurar. Her ne kadar emekliliğin ardından geldiği için rahatlığın simgesi olarak yorumlandıysa da, aslında Emel Hanım için kaybetttiklerinin izlerini yansıtan bir sergi oldu. Unutulmaya yüz tutmuş değerler Emel Hanım için hayatın ta kendisi. Bu yüzden hep geçmişle geleceği birlikte sorgulamış. İlginç bir sergi olan sandalayeler sergi, Emel Hanım’a 1992 yılı Türk Bankası Yılın Sanatçısı ünvanını kazandırır. Sandalyelerin ardından açtığı Karpaz örtüleri sergisi de bir doğa harikası olan Karpaz’dan ne kadar etkilendiğinin kanıtı olur.
Kendi stilini kısa sürede yakalayan Emel Samioğlu’nun yurtdışındaki meslektaşları tafaından farkedilmesi de çok uzun sürmez. Kendine özgü yorumlarıyla, yıllar içerisinde başta Türkiye’de İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere Belçika ve Almanya’da çeşitli sergilere katılmış. Her dönemde farklı bakış açıları yakalayan Emel Samioğlu, ünlü ressam Abidin Dino’dan da etkilenir. 1994 yılından itibaren mikro cerrahinin insan bedeni üzerindeki ince detaylarla çalışması etkilemiş sanatçıyı ve Abidin Dino’nun parçalanmış el ve ayak resimleri...
Emel Samioğlu, sanatçı olarak yapıt ile izleyen arasında sessiz soru ve cevaplarla bir diyalog kurulması halinde sanatçının kendine özgü üslubunun oluştuğunu ifade ediyor. Sanatını icra ederken hep eski ile yeniyi sorgulayan Emel Hanım’ın çalışmalarında geçmişten izler taşıyan motifler dikkat çekiyor.
Tam bir doğa tutkunu olan Emel Hanım, 1993 yılında HP Galerinin sahibi Rezzan Nevzat’ın yönlendirmesi ile Geçitköy göletinde bir workshop çalışmasına katılır. Bu çalışmanın ardından düzenledikleri serginin sonunda yine Rezzan Hanım ile birlikte bu çalışmalarını seramiğe aktarırlar. Bir ilk olması bakımından önem taşıyan bu çalışma basında da çok ilgi görür.
Yıllar içerisinde geliştirdiği sanatıyla olgunluk dönemine geçiş yapan Emel Hanım’ın son dönem çalışmalarında idolleri görüyoruz. Sanat tarihçisi ve ressam Desmond Morris’in çalışmalarından etkilenen Emel Samioğlu, zengin kültür mirası olan Kıbrıs’ın zenginliği ve özgünlüğünü bugüne taşır. Sanatçı önce Anadolu, ardından da Kıbrıs’ta neolitik dönemde görülen anaerkil toplumun doğurganlık, kuvvet ve kutsallık sembolü olan Ana Tanrıça temasını yansıtır resimlerinde. Primitif yaklaşımın görüldüğü resimlerdeki tanrıçaların, zamanla gruplar halinde ifade edeilmesi, leke ve sıcak renklerle kurduğu birliktelik, karanlıktan ışığa, geçmişten bugüne yönelen yumuşak bir geçiş...
Emel Samioğlu’nu birçok karma sergiye imza atarken görsek de, kişisel sergilerin sayıca azlığı hemen dikkat çeker. En büyük sıkıntısının zaman yetersizliği olduğunu vurgulayan Emel Hanım, yoğun çalışmaları arasında özel sergilere vakit ayıramamaktan şikayetçi. Yurt dışı çalışmalararına her zaman daha çok ağırlık veren sanatçı, dışa açılmanın kendisi için önemli olduğunu vurguluyor. Uluslararası alanda ülkesini tanıtıcı çalışmalarda bulunan sanatçı, yurtdışında katıldığı çeşitli atölye çalışmaları ile de kendini sürekli geliştirmeye çalışıyor.
Ender zamanlarda yaratabildiği boş vakitlerinde ailesi ile zaman geçirmeyi tercih eden Emel Hanım, doğa ile haşır neşir olabileceği yürüyüşler yapmayı çok seviyor.
Ancak pikniklere bile fırçalarıyla gitmeyi tercih eden Emel Samioğlu için vazgeçilmez sporlardan biri de yüzme. Yazın beni her an denizde görebilirsiniz diyen sanatçı, adalı olmanın keyfine varıyor....
Renkler, objeler ve dokular....Geçmişin gizeminin bugünde yaşaması ve hayat. Tüm bunları Emel Samioğlu’nun o inanılmaz güzel resim serüveninde görebiliriz. O her an kendini aşmaya hazır, sürekli bir devinim yaşayan ve her an yeni bir yolculuğa çıkmaya hazır durumda. Toplumsal ve kültürel değerlerimizin en yaratıcı temsilcilerinden olan Emel Hanım, geçmişten geleceğe uzanan bir değer.....
Vedia Barut
Yüzüne baktığınızda, bir yaşam geçer gözlerinizin önünden. Ama bu yaşam gözlerin sahibinin değil, bir şehrin, bir ülkenin tarihidir. Bu gözler Vedia Barut’un gözleridir. Vedia Barut, pek çok Kıbrıslı ve de özellikle Lefkoşalılar için başkentin simgesi olsa gerek.
14 Şubat 1919’da Lefkoşa’da doğan Vedia, 3 kızkardeşin ortancası. Selimiye Camisi Baş imamı olan baba Mehmet Recep Bey ile ev hanımı anne Emine Hanım’ın en haşarı kızı olan Vedia, kardeşleriyle çok uyumludur. Oldukça haşarı bir kız olan Vedia ile başedemeyen ailesi belki daha kontrollü olur diye 3 yaşında onu okula başlatır. Öğretmeni Nazif Hanım, biraz zorlansa da Vedia’yı okulda tutmayı başarır. Ayasofya İlkokulunda eğitimine devam eden Vedia, 9 yaşında keman dersleri almaya başlar. Çok güzel bir sese sahip olan Vedia hocaları tarafından hemen farkedilir. Müzikle de haşır neşir olduktan sonra, okulda düzenlenen bütün müsamerelerde rol alır Vedia.
Dayılarla, teyzelerle ve yeğenlerle birarada oldukça geniş bir ailede yaşayan Vedia çok rahat büyür. Özellikle dayısı Hasan Kemal Bey’in çeşitli sosyal faaliyetlerin içinde yer alması Vedia ve kızkardeşleri için bulunmaz bir fırsattır. Matbaa memuru olan dayı Hasan Kemal Bey, aynı zamanda izci başkanlığı yaparken, müzik ve tiyatro grubu ile de çeşitli gösterilere çıkıyordu. Mutaassıp Hoca Mehmet Recep Bey, çok sevdiği kayınbiraderine sonsuz bir güvenle kızlarını emanet eder ve onların güzelliklerle dolu bu sosyal hayatın içinde yer almalarına izin verirdi. Modern dünyanın sihirli kutusu televizyonun yer almadığı o günlerde en güzel eğlenceleri sahnede yaratırdı eğlence severler.
İmam olan baba Mehmet Recep Bey’e karşın annesi Emine Hanım’ın daha tutucu olduğunu anlatıyor Vedia Barut. 1920’li yılların Kıbrıs’ında özellikle kızların giyiminde daha hassastır anne Emine Hanım. Kızların yaramazlıklarından başı sıkıştıkça da onları babalarının yanına camiye gönderir. Din ve Allah sevgisi ile büyüyen Vedia, ilerleyen yılların tüm modernliğine karşın dinden hiç kopmaz. Namazını, orucunu hiç aksatmayan Vedia, Allah’a sarsılmaz bir inançla bağlı kalır.
Mehmet Bey ile Emine Hanım’ın uyumlu beraberliği çocuklarına mutlu ve rahat bir çocukluk yaşatır. Kıbrıs’ta yaşamın daha rahat olduğu bu dönemlerde, herkes mutludur.
7 yıl boyunca Nazım İleri isimli hocasından keman dersleri alan Vedia, ilkokulun ardından Viktorya Kız Lisesi’ne gider. Hırslı ve çalışkan bir öğrenci olan Vedia’nın en sevdiği ders fiziktir. Gelecekte eczacı olmayı kafasına koyan Vedia, derslerine dört elle sarılır. Her sınıfı derece ile tamamlayan Vedia, bu dönemlerde arkadaşları ile birlikte kurduğu amatör bir tiyatro grubu ile o zamanların meşhur olan oyunlarından Aşık Garip’i sahneye koyar. Müzikal bir oyun olan Aşık Garip’in şarkıları bugün bile aklında Vedia Hanım’ın.
Dayısı Hasan Bey, Kıbrıs’ın kültürel yaşamında etkin bir rol alması Vedia ve kızkardeşleri için de önemlidir. Zaman zaman ünlü konukların ağırlandığı evlerinden geçen unutulmaz konuklardan biri de Münir Nurettin Selçuk olur. Onuruna verilen çay partisine katılan Münir Nurettin Selçuk, yaz olmasına karşın evden çıkmadan boynunu eşarpla sıkıca bağlar. Bu görüntüye dayanamayan Vedia, Münir Nurettin’e neden eşarp bağladığını sorar. Ünlü sanatçı, bunun üzerine’’benim bütün sermayem sesimdir. Bu nedenle ona iyi bakmam gerek kızım’’ diye cevap verir.
Vedia, Viktorya Kız Lisesi’ni başarı ile bitirdikten sonra eczacılık hayalini gerçekleştiremez. Çünkü yasalar değişmiş ve Kıbrıs’ta hastanelerde verilen eczacılık eğitimi artık İngiltere tarafından kabul edilmemektedir. Çok üzülen Vedia’nın imdadına yine dayısı yetişir. Yeğeninin boş oturamayacak bir kız olduğunu düşünen dayısı Hasan Bey, eniştesini de ikna ederek Vedia’ya bir ticaretevi açılmasını sağlar.
1937 yılında Kıbrıs’ta ilk kez bir kadın ticaret hayatına atılır ve bu olay toplumda çeşitli tepkilere neden olur. Kadınların çalışmasına alışkın olmayan çeşitli kesimler farklı tepkiler gösterir. Vedia Hanım’ı destekleyenler yanında, eleştirenler de olur. Hatta babası imam Mehmet Bey’in arkasında namaz kılmak caiz değildir diye dedikodu çıkarılır. Bu dedikoduların saçmalığını gören Söz gazetesi yazarı Mithat Bey, yazdığı yazılarla Vedia Hanım’a destek verir ve toplumda kabul görmesine yardımcı olur. Ailesi de her zaman Vedia’nın yanındadır. Toplumda söz sahibi dahi olmayan kadınların arasından sıyrılan Vedia Hanım, yeni bir çağın temsilcisidir.
Yeni açtığı dükkanında yurtdışından ithal ettiği hazır giysiler, aksesuarlar, oyuncaklar ve makyaj malzemeleri satan Vedia Barut, kısa sürede Lefkoşalı hanımların vazgeçilmezi olur. Kendisi de modayı yakından takip eden ve makyaj yapmayı çok seven Vedia Hanım, dönemin kadınlarına örnek olacak özellikler taşır. Azmi ve çalışma hırsı sayesinde dönemin başarılı işletmecilerinden olur. Başarısı sonucunda, dönemin ticaret bakanlığı yurt dışına gönderilecek ticaret heyetine, Atailer ve Nafi kardeşlerle birlikte Vedia Barut’u da dahil eder. İsrail, İngiltere, Hollanda ve çeşitli ülkeleri kapsayan uzun ticari gezide Vedia Barut, çalışan kadın olarak ülkesini en iyi şekilde temsil eder ve işyeri için çeşitli acentelikler almayı başarır.
1945 yılında Vedia Hanım’ın hayatında değişiklikler olur. Eşi olacak Hasan Bey ile tanışır ve evlenir. Bu evlilikten Vedia Hanım’ın ikiz oğulları olur. Hüseyin ve Mehmet. Ancak ikiz oğulları da Vedia Hanım için bir engel olmaz. Annesi ve babası ile birlikte yaşadıkları için çocukların bakımını anneanne Emine Hanım üstlenir. Vedia Hanım da ticaret hayatına devam eder. Yoğun hayatının içinde eşi Hasan Bey, bir süre sonra Avustralya’ya gider. Çocukları ile birlikte annesinde kalan Vedia Hanım, yaşamına devam eder. Hasan Bey bir süre sonra eşi ile çocuklarının da Avustralya’ya gitmesini ister. Ancak, baba Mehmet Recep Bey kızının yanlarından ayrılmasına izin vermez. Hasan Bey de bu haberin ardından Vedia Hanım’dan boşanır. Vedia Hanım temelli olarak anne ve babasının yanına yerleşir.
Çocuklarını büyütme konusunda sorun yaşamaz hiç Vedia Hanım. Her anında anne ve babası yanındadır. Kendisi de ailesine bağlıdır. Ablası ve kızkardeşi ile oluşan kopmaz bağ hep süregelir. Abla Nedime kendi ailesi ile birlikte Vedia ile çocuklarına da sahip çıkar. Her yere birlikte giderler, herşeyi birlikte yaparlar. Tabii küçük kızkardeş nevin de yanlarındadır hep. O kadar ki isimleri ‘’Barışçı ailesi’’ ne çıkar. Çünkü dayılar, teyzeler, yeğenler ve kardeşlerden oluşan bu büyük aile her zaman birbirine bağlı ve saygılıdır.
Korkunç bir iş disiplinine sahip olan Vedia Barut, iş yaşamındaki başarısını buna bağlıyor. Yıllarca kadınları cezbedecek çeşitli ürünleri piyasaya sunan Vedia Barut, daha sonraları kırtasiye ve gazete bayiliği konusunda çalışmaya başlar. Lefkoşa’da tek tük bulunan kırtasiyeciler arasında yer alan Vedia Hanım, 1940’lı yıllarda yaşanan savaş dönemlerinde devletin görevlendirdiği tek kırtasiyeci olduğunu büyük bir gururla anlatıyor. Savaş döneminde avukatlara verilen kırtasiye malzemelerini sınırlı olarak resmen dağıtma görevi Vedia Hanım’a verilir.
Kırtasiye yanında, Kıbrıs’ın hem Kuzey’inde hem de Güney’inde basılan gazetelerin bayiliğini yapan Vedia Barut, güneş doğmadan kalkar ve barikattan gazeteleri alarak dükkanına dönerdi. Bugün hala daha sabahın 05.00’inde barikata giderek gazetelerini alır Vedia Barut. Hiç bitmeyen bir enerji ile dolu olan Vedia Hanım, üzerine güneşin doğmasını uğursuzluk sayanlardan. Tembel insanı hiç sevmeyen Vedia Hanım, hayatı boyunca çalışmış hep. 1937’den beridir Kıbrıs toplumunda kendine saygın bir yer edinen Vedia Barut, sosyal yaşamın da vazgeçilmezleri arasında yer aldı hep. Güzel sesi ile katıldığı her ortama renk veren Vedia Hanım, 1973 yılında yıllardır verdiği hizmetlerine karşılık ödüllendirilir. Düzenlenen üst düzey bir toplantı ile kendisine ödül verilen Vedia Hanım, çalışabildiği sürece iş yaşamına devam edeceğini ifade ediyor.
Büyük bir sevgiyle bağlı olduğu işi Vedia Hanım’ın hayatına anlam verir nitelikte. Hala daha büyük bir şevkle sürdürdüğü işi 80’li yılların ortalarında büyük bir sekteye uğramış. Lefkoşa’nın göbeğinde Sarayönü’nde bulunan dükkanı çıkan büyük yangında tamamen yanmış. Dükkanının yandığını görünce kendini kaybeden Vedia Hanım, hayatının en kötü günlerini yaşar. Yokolan dükkanının ardından bir kuruş tazminat dahi verilmediğini söyleyen Vedia Hanım, oğlunun yardımıyla yeni bir dükkan açar. Ancak bu olaydan sonra Vedia Hanım, kırtasiye işini de bırakarak sadece gazete bayiliğine devam eder.
Şimdilerde 83 yaşında olan Vedia Hanım, her sabah bıkmadan usanmadan saat 04.30’dan itibaren işinin başında olmaya devam ediyor. Devam eden yaşam serüveninde oğullarının desteği ile hayatını sürdüren Vedia Hanım, yaşayan bir tarih sanki. Son günlerine kadar anne ve babası ile birlikte olan Vedia Barut, oğullarının da kendi hayatlarını kurmaları ile tek başına yaşamaya devam etmiş.
Kendi soyadını verdiği oğullarından Mehmet Bey, kendine Kıbrıs’ta bir yaşam seçerken ikizi Hüseyin yurtdışında Brüksel’de bir yaşamı tercih etmiş. Torunları İngiltere’de yaşayan Vedia Hanım, onlara olan özlemini dile getirmeden yapamıyor. Ancak eğitim olayının önemine de dikkat çeken Vedia Hanım, eğitim için Çin’e bile gidilebileceğini vurguluyor.
Sabah 04.30’da güne başlayan Vedia Barut, tüm gününü işiyle yaşıyor. Öğle saatlerine kadar dükkanında gazete satışı yapan Vedia Hanım, öğleden sonra da evinde faturaları ile uğraşıyor. İyice ilerleyen yaşına rağmen, zekasından ve güzelliğinden birşey kaybetmeyen Vedia Barut, çok özel bir insan.
Kıbrıs Türk kadınının başarılı temsilcilerinden ilki olan Vedia Hanım, örnek alınacak bir yaşam öyküsüne sahip. Kadınların söz hakkının olmadığı bir dönemde kadının başarısını en güzel şekilde temsil eden Vedia Barut, Kıbrıs’ın unutulmayacak simalarından. Kıbrıs Türk kadınının evden çıkarak toplum yaşamında yer almasında bir önder görevi bulunan Vedia Barut, Kıbrıs Türk kadınının tarihsel gelişiminde yadsınamaz bir öneme sahip. Vedia Barut, her dönemde yaşayacak özel bir kadın.

Feyziye Hulusi
Feyziye Hulusi, yaşamın pek çok alanında ilkleri başarmış bir isim. Kıbrıs Türk kadınının tiyatro ve mikrofonla tanışmasında öncü olan kişilerden biri. Ama yaşamında yer verdiği tüm güzelliklere karşın, unutulmayacak acılar yaşamış bir anne Feyziye Hanım. Biricik oğlu vatanı için şehit olmuş bir şehit annesi o.
Feyziye Rıza, 10 Nisan 1921 yılında Lefkoşa’nın Ayluga mahallesinde, 3 çocuklu ailesinin tek kızı olarak dünyaya gelir. Tapu Kadastro Dairesi Müdür Yardımcısı baba Mehmet Rıza Bey ile ev hanımı anne Sadıka Hanım, çocuklarının yetişmesinde çok titizdirler. Aslen, şimdiki Balıkesir o zamanki adı ile Balıkitre köyünden olan Mehmet Rıza Bey’in soyu kadı sülalesinden gelme. Hafta sonlarını ve tatillerini, birkaç dönümlük arazi içindeki çiftlikte geçiren küçük Feyziye, hayvan yetiştirmekten büyük zevk alır. Hareketli yerinde duramayan Feyziye, 10 odalı evin altını üstüne getiriyordu. Lefkoşa’ya gidiş gelişlerin faytonla ve trenle yapıldığı 20’li yıllarda Feyziye, evde geçen zamanlarda babasının ney çalışını keyifle dinlerdi. Neyzen olan baba Mehmet Rıza Bey, ney yanında birçok müzik aletini de ustalıkla çalıyordu. En yakın aile dostlarından olan Dr. Fazıl Küçük, Feyziyelerin çiftliklerini sık sık ziyaret ederek keyifli sohbetlere vesile oluyordu.
Feyziye, 4 yaşında 4 aylık ve 4 günlük olunca, o zamanki adetlere göre, ayakları yere basmadan kucaktan kucağa geçirilerek, Hafız Nazif Hanım Hoca’ya götürülerek okutulur ve böylece okula da başlamış olur. İlk okulu Selimiye İlkokulu olur. O yıllarda da 5 yıl olan ilkokulda da hiç yerinde duramaz Feyziye, dersleri kadar sosyal faaliyetlerde de başarılı olur.
Annesinin güzel ud çalışı, babasının da müziğe düşkünlüğü küçük Feyziye’de de hemen kendini gösterir. Dayısının aldığı keman ile müzik derslerine başlar ve ardından piyano, ud ve cümbüş çalmayı öğrenir. Çok fazla eğlence imkanının olmadığı 20’li yıllarda çocukların en sevdiği olaylardan biri de Çiçek Bayramı idi. Baharın gelmesi ve çiçeklerin açması ile birlikte kutlanan Çiçek Bayramı’nde küçük çocuklar dizdikleri çiçekten kolyeleri öğretmenlerine ve büyüklerine armağan ederlerdi. Eğitim yılı sonunda düzenlenen müsamereler ise en önemli eğlenceleri olurdu.
Selimiye’nin ardından orta eğitim için, Viktorya Kız Lisesi’ne geçer Feyziye. Okula giderken ilklerden birini gerçekleştirir ve bisiklet kullanmaya başlar. Bisikletine olan düşkünlüğü yıllarca sürer. Okuldaki sosyal etkinliklerde hep en öndedir Feyziye. Oyunlar, tiyatro gösterileri ve müzik hayatında hep yer alır. 5 yıllık eğitimi olan Viktorya kız lisesine 3 yıl daha eklenince, bu eğitim Feyziye’ye çok ağır gelir. 5 yılın sonunda babasına, eğitimine Amerikan Akademi’de devam etmek istediğini söyler. Bu işe çok kızan Mehmet Rıza Bey, Feyziye’yi okula göndermez. 2. Dünya savaşının yaşandığı bu yıllarda, bir ay boyunca çiftlikte kalır Feyziye. Daha sonra babasının gönlünü eden Feyziye Amerikan Akademi’ye geçer. Ancak aradan geçen bir ay Feyziye’nin eğitimini olumsuz etkilemiştir. Arkadaşlarına yetişmek için özel hocadan haftada iki kez fransızca ders almaya başlar. Sayılı Türk kızının okuduğu Amerikan Akademi’de en yakın arkadaşlarından biri de Kamuran Aziz’dir. İlk kadın bestecilerimizden olan Kamuran Aziz’in akordionu o günlerin favori eğlence araçlarındandır. Pikniklerde gezilerde müzikli eğlenceler yaşanır.
Akademideki son yılında Feyziye’nin unutamadığı olaylardan biri Türkiye Dışişleri Bakanı Rüştü Sracoğlu’nun adaya gerçekleştirdiği ziyarettir. Koloni idaresinde yaşayan Kıbrıs Türk halkı için bir Türk bakanın adayı ziyareti çok önemlidir.
En yakın arkadaşı ile birlikte okuldan atılmayı dahi göze alarak Saracoğlu’nu görmek için okuldan kaçmaya karar verirler. Ancak, olayı öğrenen okul müdürü bunu engeller. Okul çıkışı tören yerine giden Feyziye ve arkadaşı Saracoğlu’nun ancak meydandan ayrılışını görür.
Akademinin ardından yine evde oturmaya başlar Feyziye. Ancak kısa sürede bundan sıkılır. Çok sevdiği hayvanlarıyla uğraşmak bile ona yetmez. Bir ay yaşadığı Balıkitre’den ayrılarak tekrar Lefkoşa’ya döner. Lefkoşa’da bir yakınının verdiği akılla bir ziyareti esnasında müsteşarın eline iş talebinde bulunduğu bir mektup vermeyi başarır. Müsteşar bu mektubu değerlendirerek, Feyziye’ye Enformasyon Dairesi’nde part-time iş önerir. Teklifi büyük bir heyecanla kabul eden Feyziye yeni işine başlar. Kalan boş zamanında da devlet matbaasında çalışmaya başlar. Matbaada çalışırken resmi evraklarda ‘P’ harfi ile yazılan Kıprıs’a itiraz ederek Kıbrıs olarak düzeltilmesini sağlar.
Enformasyonun çıkardığı Kıbrıs Mecmuası’nın da sorumluluğunu alan Feyziye Hanım, çalışmayı sever. 40’lı yılların yaşandığı bu dönemde, Kıbrıs Türk Spor Kulübü düzenlediği etkinliklerle Türkleri bir araya getirmeye çalışır. Feyziye Hanım, kulüpten aldığı bir teklif sonucu amatörce tiyatro yapmaya başlar. Kadınların çarşaf altına saklandığı bu yıllarda sahneye çıkma cesareti gösteren bu gözüpek genç kız olumlu eleştiriler alır. Babası Mehmet Rıza Bey’inde bir müzik grubu ile yer aldığı sahnede pek çok etkinliğe imza atarlar. 3 yıl boyunca sahne aldığı tiyatroda Kahraman, Akın, Büyük Kalpler ve Çoban Çeşmesi gibi ünlü oyunları sahneye koyarlar.
Türklük ruhunun daha çok yaşanmaya başladığı bu dönemde ilk kez Kıbrıslı Türk gençleri 19 Mayıs’ı kutlamaya başlar. Düzenlenen ilk törende yarışlarda birinciliği kimseye kaptırmayan Feyziye Hanım olur.
Spordaki bu başarısı günlerce konuşulur ve basında geniş yer alır. Feyziye Hanım spora olan eğilimini yıllar sonra küçük torununda görecektir.
Türk Spor Kulübü’nde geçirdiği saatler yaşamında yeni sayfalar açmasına neden olur. Arkadaşlarının uygun görmesi ile, Kulübün Genel Sekreteri olan Mustafa Hulusi ile tanışır.15 Şubat 1942’de nikahlanan Feyziye Hanım ile Mustafa Bey, 1943’de de hemen evlenirler. Evlendikten sonra da çalışmayı sürdüren Feyziye Hanım, işine bisikletiyle gitmeye devam eder. 10 Kasım 1945’de kızı Gönen’i dünyaya getiren Feyziye Hanım, işinden ayrılır. Enformasyon Dairesi’nin de dağılması ile işini de kaybeden Feyziye Hulusi, 2.5 yıl kadar çalışma hayatından uzak kalır.
40’lı yılların sosyal yaşamında tüm renkleri ile yer alan Feyziye Hanım, yakın dostları Küçükler ve Denktaşlarla sürekli birliktedir. Partiler ve piknikler vazgeçilmez eğlenceleri arasındadır. Tekrar işe başladığında oğlu Ongun doğana kadar, önce bir müzede daha sonra sağlık bakanlığına bağlı bir birimde çalışır. 14 Ocak 1949’da oğlu Ongun doğunca tekrar işi bırakır Feyziye Hanım. Oğlunu büyüttükten sonra tekrar iş aramaya başlayan Feyziye Hulusi, Amerikan Akademi’de hokey hocalığı yapmaya başlar. Hocalığın ardından tapuda açılan sınavı kazanarak tapuda çalışmaya başlar Feyziye Hanım. Bu dönemde yıllarca sürdürdüğü bisiklet alışkanlığını terkeden Feyziye Hanım, bisikletten arabaya geçer ve ilk arabasını alır.
Tapunun durağan ve sıkıcı ortamı Feyziye Hulusi’ye uymaz. Bu nedenle CBC radyosunun müdürü Suphi Rıza Bey’in teklifini severek kabul eder. Kısıtlı personelle ağır bir çalışma temposuna giren Feyziye Hulusi, tiyatrodan kalma tecrübesiyle mikrofon karşısında yeniden hayat bulur. Gece geç saatlere kadar çalışan Feyziye Hanım, işinden hiç şikayetçi olmadı. Eşi Mustafa Bey, önceleri tepki verse de daha sonra Feyziye Hanım’a destek olur.
Birçok radyo programına imza atan Feyziye Hanım, bu alanda da ilklerden olmayı başarır. Takvimden 7 yaprak programı toplumda büyük beğeni toplar. EOKA’nın ve Rumların Türkleri baskı altına almaya başladığı yıllarda 9 Kasım 1956’da Vali Sir John Harding’i programına konuk eden Feyziye Hulusi, büyük takdir toplar. Mikrofon karşısındaki etkileyici sunuşu birçok faaliyette yer almasına neden olur. Rumlara karşı yapılan mitinglerde ve çeşitli gösterilerde Feyziye Hanım, mikrofon başında olur hep.
1960 yılından itibaren Kıbrıs Türkleri için zor günler başlar. CBC’de çalışan Türklerin milli programlar yapması yasaklanır. 1963’e kadar geçen sürede ilişkiler iyice gerginleşir.
Geçen yıllar içinde çocuklarını büyüten Feyziye Hanım, 21 Aralık 1963 günü kızı Gönen ile damadı Kenan Atakol’la en mutlu günlerini paylaşmaya hazırdır. Halbuki bu tarih Kıbrıs Türkleri için tarihin en acı günlerinden biri olmaya adaydır. Düğüne hazırlanan Hulusi ailesini kötü bir sürpriz karşılar. Patlak veren olaylar sonucu düğün iptal edilir ve aile arasında küçük bir kutlama ile geçiştirilir. 21 Aralıktan itibaren huzursuz günler başlar. Aylar boyunca evinde dost ve akrabalarını konuk eden Hulusi ailesi de bu acıları en derinden hisseder. Olayların akabinde Dr. Küçük’ün garajında deneme yayınlarına başlayan Kıbrıs Türk Mücahidinin Sesi Bayrak Radyosu’nda Üner Ulutuğla birlikte bir hafta boyunca milli şiirler okur Feyziye Hulusi. Bayrak Radyosu’nun kuruluş aşamasında tekrar Enformasyona geçen Feyziye Hanım, 3 yıl çalıştıktan sonra Dr. Küçük’ün sekreteri olur. 2 yıl boyunca Kıbrıs Türkleri Lideri Dr. Küçük’ün sekreterliğini yürüten Feyziye, Bayrak Radyosu Müdürü Hakkı Süha’nın çağrısı üzerine Dr.Küçük’ün de izni ile 1968 yılında temelli olarak Bayrak Radyosu’na geçer.
Bayrak Radyosu, emekliliğine kadar geçen sürede Feyziye Hanım için ikinci yuva olur. Büyük bir aşkla bağlı olduğu işi ni zevkle sürdürür. Kadınların mikrofon karşısında da başarılı çalışmalara imza atabileceklerinin en büyük kanıtı olur. Pek çok ilk gibi Bayrak Radyosu’nda da ilk kadın çalışanlar arasına adını yazdırır. İngiliz ve Rum idaresinden kurtulan Türk toplumunun kendini ispat savaşında kadınların da en ön saflarda yer alabileceğinin en güzel göstergesi olur Feyziye Hulusi.
Türk toplumunun varoluş mücadelesine Bayrak Radyosu’nda katkı koyan Feyziye Hanım’ın, yıllarca yurt dışında kalan kızı Gönen ile oğlu Ongun, 1974 Temmuz’u öncesi adaya dönerler. Başarılı bir ressam ve sanat tarihi uzmanı olan Gönen Hanım ile müzik çalışmaları yapan Ongun, sanat alanındaki yetenekleri ile ailelerinin geleneğini sürdürür bu dönemde. 1974 yılına gelindiğinde Kıbrıs Türkleri için artık bir dönüm noktası yaşanmaktadır. Ve Barış Harekatı başlar. Bayrak Radyosu, mücahidin sesi olarak bu süreçte yerini alır. Feyziye Hanım da görevinin başındadır. 25 yaşındaki oğlu Ongun, diğer gençler gibi cephede yurdu için savaşmaya karar verir. Ancak bu karar onu şehitlik mertebesine yükseltirken ailesini bitmez tükenmez acılara sürükleyecektir aslında. Annesi Feyziye Hanım, oğlunun şehit olduğu haberini şehitlerle ilgili duyurusunu yaparken öğrenir. Aile, sonsuz acılarını şehitlik ünvanını alan oğullarını kalplerinde yaşatarak, unutmaya çalışıyor.
Oğlunun şehit olmasının ardından yaşamın eski tadında olmadığını ifade eden Feyziye Hanım, 1977 yılında Bayrak Radyosu’ndaki görevinden emekli olur. Merkez Bankası’nda Kıdemli Müdür olan eşi Mustafa Bey ile birlikte Karaoğlanoğlu’na yerleşen Feyziye Hanım, oğlunun anısına kendisine verilen evi de hiç benimsememiş. Hep oğlunu anımsatan evin numarasınının oğlunun ölüm tarihi, kendilerine veriliş tarihi olan 14 Ocak tarihinin de oğlunun doğum günü ile aynı olması Feyziye Hanıma hep üzüntü vermiş.
1977 Mayıs ayında, Yurt İçi Yoksul Annelere Yardım Derneği tarafından Yılın Annesi ödülüne layık görülen Feyziye Hulusi, oğlunun anıları ile yaşıyor.
Emekliliğin ardından evinde küçük bir çiftlik kuran Feyziye Hanım, tavuktan güvercine, siyam kedisinden tavşana kadar pek çok hayvan beslemiş yıllarca. Çocukluğundan kalma hayvan sevgisi yıllardır süren Feyziye Hulusi, şimdilerde çiftliğini dağıtsa da hayvan sevgisini yüreğinde yaşatmaya devam ediyor.
1986 yılında Kıbrıs Türk Kadınlar Birliği’nin Girne Şubesini yenileyerek tekrar hayata geçiren Feyziye Hulusi, o günden bugüne Birliğin başkanlığını da yürütmekte. 400 üyenin yazılımıyla hayata geçen Birliğin en etkin faaliyetlerinden biri yoksul çocuklara verdiği eğitim bursları. Fakirlere yaptığı yardımlarla toplumun çeşitli kesimlerine ulaşmayı hedefleyen Birlik, yılda bir kez düzenlediği yurt dışı gezilerle de üyelerinin dünyayı tanımasını sağlıyor. Uluslararası pek çok etkinlikte Kıbrıs Türk kadınını başarıyla temsil eden Birlik, kadınlarımızın çalışmalarıyla hep daha iyiyi başarmaya aday.........
1994 yılında çok sevdiği eşi Mustafa Bey’i de kaybeden Feyziye Hanım, şimdilerde, çok yakınında yaşayan kızı ve damadı ile mutluluk buluyor. Anneannelerinin uzağında yaşayan torunların resimleri ise evin her köşesini süsler durumda. Tek başına yaşayan Feyziye Hanım, annesinden kalma adetlerle girdiği mutfağında yıllar öncesinden kalma değişik tarifleri yakınlarına ve dostlarına tattırmaktan keyif alıyor.......
Yıllardır süren emekliliğini çeşitli hobilerle renklendirmeye çalışan Feyziye Hanım, hareketli yaşamını hiç terketmemiş. Ada Lionslarla oluşturdukları koro çalışmalarını büyük bir şevkle sürdüren Feyziye Hulusi, güzel sesiyle de müzikten hiç kopmadığını kanıtlıyor.
Toplumda etkili alanlarda hep en önde yer alan Feyziye Hanım, Kıbrıs Türk kadını için öncü bir kişilik. Renkli ve başarılı kişiliği bulunduğu ortamlara ışık yaymış hep. Acıların en büyüğünü yaşasa da kadın kimliğinin güçlü yapısıyla yaşamı ve dostlarını hep sevgiyle ve mutlulukla kucaklamayı başarmış bir güçlü kadın ve şehit annesi o......

Mine Küfi
Kıbrıs Türk toplumunda kadın hareketi deyince akla gelen isimlerden biridir Mine Küfi. Toplumda kadının hak ettiği noktaya ulaşması için aktif olarak uğraş veriyor yıllardır. Mine Küfi, 1953 yılında, ailesinin ilk çocuğu olarak 5 doktor gözetiminde dünyaya geldi. Eczacı Arif Küfi ile ev hanımı anne Tezer İzzet’in ilk ve tek kızlarıdır. Erkek kardeşi Metin, Mine’den 8 yıl sonra dünyaya gelir. Osmanlı geleneklerinin hakim olduğu ailenin geçmişi çok eskilere dayanır. Baba tarafından büyük dedesi Ahmet Beliğ Paşa, Fransa’da Sorbon’da eğitim almış, Mısır’da Maliye Bakanlığı yapmış önemli bir isim. Emekliliğini Kıbrıs’ta geçirmeye karar veren Beliğ Paşa, ailesiyle Kıbrıs’a yerleşir. İyi eğitim almış bir Osmanlı erkeği olan Beliğ Paşa, Osmanlı ve Avrupa geleneklerinin Kıbrıs’ta yerleşmesinde önemli rol oynar. Toplum yapısının oluşmasında Beliğ Paşa’nın etkisi çok olur. Anne tarafından büyükdedesi ise Başhakim İzzet Efendi. Sultan beratı ile Kıbrıs’a gelmiş. Bir diğer dede ise Tüccarbaşı Fuat Efendi. Türklerin adada barınmasına ve yerleşmesine büyük katkı koyar. Babasının babası Dr. Küfi ise adadaki ilk Türk hekimlerden. Önemli noktalardan gelen aile büyükleri Kıbrıs Türk toplumunun şekillenmesinde söz sahibi olur. Adada Türklüğün yerleşmesi ve kökleşmesinde iz bırakırlar.
Ailenin ilk torunu olan Mine, 5 doktor gözetiminde dünyaya gelir. Yıllarca tek çocuk olarak büyütülen Mine, çocukluğunu yaşayamadan büyür. Yaşıtları sokaklarda koşarken Mine tam bir salon çocuğudur. Ağaca çıkmayı top oynamayı bilmez, doğayı tanıyamaz. El bebek gül bebek büyütülen Mine, öğrenemediği oyunlara rağmen çok mutlu bir çocukluk geçirir. Mutlu bir çocukluk yaşamasına rağmen anneannesiz, nenesiz büyür Mine. Aile büyüklerinin çoğunu kaybeder henüz küçükken. Babaannesi Servet Hanım, onun için çok önemlidir bu yüzden. Büyükanne sevgisini bir tek onda görür. 4 yaşına geldiğinde ilk kreşlerden olan Seşşın kreşine gönderilir. Ardından Süheyla Hanım Anaokulu ve 1959’da da Köşklüçiftlik ilkokulu’na başlar. Hırslı olmayan, ama çalışkan bir öğrencidir Mine. Tüm okul yaşamı boyunca matematiği sevmez. Onun asıl ilgisini çeken sosyal bilimler olur. Kendi ilkokul sıralarındayken dünyaya gelen kardeşi Metin’le hayatları kesişmez hiç. Aradaki yaş farkı hep farklı hayatlar yaşamalarına neden olur.
6 yıllık eğitimin ardından ilkokulu bitirdiği yıllarda, adada Türk-Rum ayrılığının en korkunç dönemi yaşanır. Orta eğitimini Maarif Türk Kolejinde alan Mine, yaşamına ecnebi boyutun da katılması için Amerikan Akademi’ye gönderilir. Bu dönemde ailesi ile ilk anlaşmazlığını yaşar Mine. Kısalan etek boyları, sorun olur aile içinde. Ama Mine istediğini yapar ve mini eteği giyer. Ancak Akademi’de mutlu olmaz Mine. Çünkü, protestanlığı yayma misyonunu üstlenen Amerikan Akademi’de hristiyanlığı kabul etmesi için baskı görür. Bu baskılara tepki gösteren Mine, o yaşlardan itibaren Türk kimliğini savunur. Birlikte okuduğu Rum arkadaşlarına da tepki gösteren Mine, kendisine Rumca değil ingilizce konuşulmasını ister. Ama bunun sonucunda Rumca öğrenemediğini de yıllar sonra farkeder Mine Küfi.
1971’de Amerikan Akademi’den mezun olan Mine Küfi’nin, aile gelenekleri doğrultusunda evlenmesi ve evinin hanımı olması beklenir. Ancak Mine, evde oturmayı değil okumayı seçer. Kıbrıs’a en yakın üniversite olan Beyrut’taki Beyrut University College’e gönderilir. Ailesinden ilk kez ayrılan Mine için bu çok büyük bir tecrübedir. Beyrut’ta 2 yıl reklam desinatörlüğü eğitimi alan Mine Küfi, Kıbrıs’a dönüşünde Mehmet Küçük’le birlikte bir reklam bürosu kurar. Yeni kurulan büro ile reklamcılığa yeni bir soluk getiren ikili, adada reklamcılığa modern bir anlayış kazandırır.
Mine Küfi’nin hayatını şekillendirmeye başladığı bu dönemde, Kıbrıs’ta siyasi ortam çok karışıktır. Ve 1974 Temmuzunda adada barış harekatı gerçekleştirilir. Barış Harekatı Mine Küfi’de unutulmaz anılar bırakır. Savaş yaralıları için gönüllü hemşirelik yapan Mine Hanım, hayatın farklı bir boyutunu da görmüş olur. Adada yeni bir düzen oluşmuş, Kıbrıslı Türkler için yeni bir dönem başlamıştır artık. Mine Hanım, bu karışıklıkların ardından ailesinin de teşviki ile İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde siyasal bilgiler eğitimi almaya karar verir ve İstanbul’a gider.
Boğaziçi yılları Mine Küfi’nin hayatını yönlendirdiği yıllar olur. Siyasi öğrenci akımlarından soyutlanmış bir üniversite olan Boğaziçi’nde çoğunlukla sosyal demokrat düşünceye sahip öğrenciler görülür. Yıllar sonrasının Cem Boyner ve Güler Sabancı gibi isimleri ile üniversitede tanışır Mine Küfi. En yakın arkadaşı ise bir dönem Türkiye’de başbakanlık yapacak olan Bülend Ulusu’nun kızı Nurgün Ulusu olur. Mine Hanım, bu dönemde tüm sosyal faaliyetlerin içinde yer alır. İstanbul’da yaşamın keyfine varan Mine Hanım, 3 yılda Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olur.
Üniversite’de okuduğu yıllarda daha sonraları eşi olacak Alper Orhon’la da tanışır Mine Küfi. Üniversitede bölüm başkanı olan Alper Orhon’la tanışan Mine Hanım, eğitiminin ardından 1977’de Kıbrıs’a döner. Siyasal Bilgilerden mezun olan Mine Küfi, adaya dönüşünün ardından toplum yaşamını daha çok gözlemlemeye başlar. Derneklerde görev alan arkadaşlarıyla birlikte, o dönemlerde devlet mekanizmasını kurmaya çalışan Meclis’in oturumlarını izlemeye giderler. 1979 yılında bu oturumların birinde Meclis’te, Türkiye Başbakanı Ecevit tarafından Kıbrıs’ta görev yapması için gönderilen Alper Orhon’la tekrar kesişir hayatları. Kısa süren bir arkadaşlık devresinin ardından aile geleneklerini kıran Mine Küfi, Alper Orhon’la 1979 yılında evlenir. Geleneksel Osmanlı yapısına sahip ailesinde akraba evlilikleri gerçekleşirken Mine Hanım, aile dışından biri olan Alper Orhon’la yaşamını birleştirir. Mine Küfi, ailesine karşı gelerek bir evlilik gerçekleştirse de hayatının her döneminde ailesinin maddi ve manevi desteğini görür. Bu güzel aile için hiçbir şey sürekli sorun olmaz. Birbirlerine bağlı ve sevgi doludurlar.
5 yıl süren evlilikleri süresince, politika ile dolu bir dönem geçirir. Kadın potansiyelinin nasıl kullanılabileceğini bu dönemde daha çok gözlemleyen Mine Hanım, Alper Orhon’la evliliğinin kendisini politikaya daha çok yakınlaştırdığını anlatıyor.
1984 yılında iş yaşamında profesyonel deneyim kazanmak için İstanbul’a yerleşmeye karar verir Mine Küfi. İstanbul’da birçok büyük şirkette yönetici sekreterliği yapan Mine Hanım, üniversite arkadaşları ile de kendine yeni bir hayat kurar. Ancak talihsiz bir trafik kazası geçiren Mine Küfi, yaşama dönüşünün ardından, daha sakin bir ortamda iyileşmek için adaya gelir. Yıl 1990.
Kıbrıs’ta tekrar yaşam bulan Mine Küfi, 1990’da yeni başlayan kadın hareketinin içinde yeralır. Üniversiteli Kadınlar Derneği’ne üye olarak, hareket içinde yerini alan Mine Hanım, böyle bir harekette yeralmasının sebebini babaannesi Servet Hanım’a dayandırıyor. Aile, tüm Osmanlı geleneklerine karşın, Avrupalı yönüyle de kadına söz hakkı vererek, ailede eşitliği sağlar her dönemde. Babaanne Servet Küfi, o dönemlerde adadaki kadın hareketinin temelini atanlardan olur ve Kadınlar Birliği’nin kurucuları arasında yer alır.
Aktif olarak Üniversiteli Kadınlar Derneği’nde görev alan Mine Küfi, hemen yönetim kurulu üyeliğine getirilir. Okuma yazma oranının çok yüksek olduğu Kuzey Kıbrıs’ta kadının ezilmiş durumda olmadığını belirten Mine Küfi, esas amacın kadın potansiyelini geliştirerek toplum yapısı içerisinde daha üst noktalara ulaştırmak olduğunu ifade ediyor. Kadının konumunun her dönemde farklılıklar gösterdiğini vurgulayan Mine Hanım, daha önceleri Kıbrıs Türk kimliğini yaşatma çabası içinde olan toplumda, kadın hareketinin geç başladığına dikkat çekiyor. 1994 yılında Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin başkanlığına getirilen Mine Küfi, kadın hakları konusunda daha aktif olmaya başlar.
Kıbrıs Türk kadınının bilinçli olduğunu ve ailede etkin bir yere sahip olduğunu ifade eden Mine Hanım, 1990’lı yıllarda başlayan kadın hareketinin ilk evrelerinde kadının siyasette erkekler için varolduğunu ve oy toplama amacıyla çalıştığını anlatıyor. Kadının gerek toplum hayatında gerekse evlilik hayatındaki haklarını koruma ve artırma çalışmalarını 1995 yılından itibaren gündeme getiren 5 kadın örgütü Kadın Platformu adı altında toplanır.
Mine Küfi, başkanlık yaptığı 7 yıl boyunca yaptığı çalışmaları anlatırken, kadının öne çıkması için kollektif çalışmalar yaptığını ve bunun sonucunda da toplumun temel taşlarından olan aile yasasının çağdaşlaştırılmasını sağladıklarını anlatıyor. Bu yasa ile kadının evlilik içerisinde mal ortaklığına sahip olduğunu belirten Mine Küfi, yasa ile kadının konumunu sağlamlaştırdıklarını vurguladı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sivil toplum evrelerinin tamamlanmadığını ve geleneklerin etkili olduğunu ifade eden Mine Hanım, kadınlarda potansiyel olmasına karşın bunun kullanılamadığını anlatıyor. Mine Küfi, Kıbrıs Türk kadınının kendi bireysel başarısı için uğraş verdiğini ve bu sayede öne çıkmayı başardığını ancak erkeklerle paralel konumda olabilmek için fırsat eşitliği sağlanması gerektiğini belirtiyor. Başkanlığı döneminde birçok uluslararası ve iki toplumlu etkinliğe imza atan Mine Küfi ve Üniversiteli kadınlar derneği, çözüm arayışlarına kendi çaplarında katkı koyarlar.
Dernek Başkanlığı yaptığı dönemde, KKTC tanınmazken Üniversiteli Kadınlar Derneği’ni, merkezi İsviçre’de bulunan Federasyon Başkanlığı’na üye yapmayı başardığını anlatan Mine Hanım, ‘’tüm çabamız kadınımızın dünyaya açılmasını sağlamak içindi’’ diyor. Dünyanın 67 ülkesinde şubesi bulunan Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin bir örgütlenme biçimi olduğunu ifade eden Mine Küfi, kadınlar arasında ayırımın sözkonusu olmadığını vurguluyor. Başkanlık yıllarında UNOPS’tan toplam 100 bin dolarlık 2 projeye onay aldığını ifade eden Mine Hanım, bunların bir tanesinin kadının eğitim ve istatistiki olarak incelenerek kitaplaştırılması ikincisinin de bir kadın kütüphanesi kurulması olduğunu belirtti.
Kadının daha uzun vadeli düşündüğünü ve daha toplumsal olduğunu anlatan Mine Hanım, sırf bu nedenlerle bile kadınların politikada olması gerektiğini savunuyor. Başkanlığı döneminde kadınlar için %30 oranında kota talepleri olduğunu anımsatan Mine Küfi, meclisteki yansımanın nüfus oranına göre olması gerektiğini bu nedenle ülkemizde %47 orana sahip olan kadınların en az % 30’la mecliste temsil edilmesini istiyor.
Ancak tüm pozitif etkenlere karşın, ülkede örgütlenme bilincinin zayıf olduğunu vurgulayan Mine Hanım, bireylerin kendilerini öne çıkarmaları sonucunda, kadın hareketinin son yıllarda çok gerilediğini anlatıyor. Kadın konularının ön planda olması için, kadın örgütlerinin daha aktif ve işbirlikçi olması gerektiğini ifade eden Mine Küfi, kötü ekonomik ve siyasi koşullar içerisinde bile kadın konularının ön planda tutulması gerektiğini vurguluyor.
Yaşamından kadın hareketinin hiç eksilmediğini anlatan Mine Küfi, Üniversiteli Kadınlar Derneği başkanlığından ayrıldığı 2001 yılından bu yana kendine daha çok zaman ayırıyor. Yıllarca yollarının kesişmediği kardeşi ile şimdilerde çok mutlu. Kardeşine ait özel şirketin halkla ilişkiler ve pazarlama sorumluluğunu yürüten Mine Hanım, yılların acısını çıkarıyor gibi. Kardeşinin kızları Hande ile Yasemin ise yaşamını tamamen dolduruyor. Anne-babası ve kardeşinin ailesi ile paylaştığı yaşamında çok mutlu Mine Hanım. Her koşulda kendisine destek olan ailesini hep yanında bulan Mine Küfi, ailesi ve dostlarıyla zaman geçirmekten hep mutlu olmuş. Yeğenleri ile zaman geçirmekten büyük keyif alan Mine Hanım’ın mutfakla arası ise pek yok. Yaşamında sadece evlilik döneminde mutfağa girdiğini anlatan Mine Hanım, bizlere Şarlot tatlısının yapımı hakkında bilgi vermekle yetiniyor.
Şimdilerde siyasi bir partinin kadın kolları başkanlığını yürüten Mine Küfi, zaman içerisinde politikada şansını deneyebileceğinin de sinyallerini veriyor. Sosyal yaşamındaki aktifliğin hiç azalmadığını anlatan Mine Hanım, sinema, tiyatro ve opera izlemekten keyif alıyor. Yıllar boyunca tenis oynayıp, binicilik sporu ile uğraşan Mine Hanım, yaşadığı kaza sonrasında bu hobilerinden vazgeçmiş. Fırsat buldukça seyahat etmeyi de çok seven Mine Hanım, dünyanın pek çok ülkesini ziyaret etmiş. Küçük yaşlarda başladığı seyahatleri azalmadan sürüyor Mine Küfi’nin. Boş vakitlerinde dans dersleri alan Mine Hanım, yeni hobiler edinmiş. Son yıllarda özellikle Avrupa ülkelerini ziyaret eden Mine Küfi, katıldığı etkinlikler ve konferanslarla Avrupa’yı iyice tanımaya çalışıyor.
Kadın potansiyelinin küçümsenmeyecek boyutta olduğunu her dönemde vurgulayan Mine Küfi, fiziksel farklılıklara rağmen fırsat eşitliği sağlanması halinde kadınların erkekler kadar başarılı olabileceği düşüncesinde. Kadın hareketinin başarılı isimlerinden olan Mine Hanım, kadınlar için yapılacak pek çok şeyin varolduğu bilincine sahip, inançlı ve azimli bir kadın.

Ufuk Taneri
Profesör Dr. Ufuk Taneri, Kıbrıs Türkü’nün övünç kaynağı bir bilim kadını. Ama herşeyden önce çok iyi bir anne ve kendisi anneliği profesörlüğün bile üstünde tutuyor.
Ufuk Taneri, 31 Ekim 1958 yılında ikiz kardeşlerden biri olarak dünyaya gelir. Erkek olan ikizi ve kendilerinden oldukça büyük iki ağabeyle birlikte büyürler. Öğretmen anne Feriha Hanım ile Türk Radyosu Müdürü baba Subhi Rıza Bey, dört çocukları ile çok mutludurlar. Sürekli kitaplarla haşır neşir, kültürlü bir ortamda büyürler. Evin tek kızı olan Ufuk, sürekli gülen yüzü ve yardımseverliği ile bilinir. Baba Subhi Rıza Bey’in Bayrak Radyosu müdürlüğüne getirilmesi ile sohbetlerin konusunu hep radyo oluşturur.
Mevlevi Tekkesi Sokakta bulunan geniş bahçeli evlerinde çok mutludur Taneri ailesi. Öğretmen olan anne Feriha Hanım, okuldan arta kalan zamanlarında hep çocuklarının yanındadır. Okula Selimiye İlkokulu’nda başlayan Ufuk, ilk öğretmeni Şenay Hanım ile 3. sınıf hocası Naciye Hocanımın, okulu sevmesinde çok büyük rolü olduğunu anlatıyor. İlk 3 yılın ardından tam gün eğitim veren Köşklüçiftlik ilkokuluna geçer Ufuk. Çok hareketli yerinde duramayan bir kız olan Ufuk, okulda düzenlenen her faaliyetin içindedir. Bale ve koro çalışmalarına katılan Ufuk, kısacık boyuyla yüksek atlama sporunun da başarılı temsilcisidir. Evinde mutlu olmayı başaran neşe dolu bir kızdır Ufuk.
İlkokulun ardından babasının isteği ile Kız Lisesi’nde eğitim görmeye başlar Ufuk. Mutlu ve başarılı bir öğrencilik geçiren Ufuk, ilkokul yıllarından itibaren bir ömür boyu sürecek güzel arkadaşlıklar kurar...........
Ortaokul ve lise döneminde de her faaliyetin içindedir Ufuk. Tiyatro, koro, milli oyun ve sporla doludur öğrenciliği. Sınıf kaptanlıklarını kimseye bırakmaz. Lise sonda da okul kaptanı olur. Sosyal aktivitelerin tamamında yer almasına karşın derslerde ilgisini çeken ise matematik ve kimyadır Ufuk’un. Lise 1’e geldiğinde Alman Kültür’den aldığı bir burs ile ilk kez ada dışına çıkar ve Almanya’ya gider. Bu geziden sonra yurt dışı olayı çok ilgisini çeker Ufuk’un.
Lise eğitiminde sona yaklaştıkça tercihini belirler Ufuk. Çok sevdiği Anavatanı’nda matematik veya kimya okuyacaktır. Bu branşlara ilgi duymasının başta gelen sebepleri de öğretmenleridir. Kimya hocası Güniz Ali Rıza ile matematik hocaları Peyker Teyfik ve Şermin Kotak, meslek seçiminde etkili olurlar. 1976 yılında liseden birincilikle mezun olan Ufuk Taneri, tek tercihi olan Hacette Kimya Bölümü’nde okumak üzere Ankara’ya gider. Rumların adada yaşattığı sıkıntıların ardından Anavatan’da bulunmak sonsuz bir mutluluk verir Ufuk Taneri’ye. Ancak Türkiye’deki günleri umduğu kadar güzel gitmez. Öğrenci olaylarının yoğun bir şekilde yaşandığı bu günler eğitimine engel olur ve Ufuk Taneri, eğitimi için İngiltere’ye gitmeye karar verir. İngiliz Elçiliği’nin verdiği burs ile İngiltere Queen Elizabeth College’de matematik ve kimya eğitimi almaya başlar Ufuk.
Keyif alarak okuduğu bu bölümlerin ardından, 1980 yılından itibaren doktora ve doktora üstü çalışmalarını da Kuvantum Teori dalında Kings College Londra Üniversitesi’nde sürdürür Ufuk Taneri. Hayatına matematikle yön veren ve matematikle hayat bulan Ufuk Hanım, doktora çalışmalarını Kuvantum teorisi dalında yapan sayılı öğrencilerden olur. Doktora çalışmalarının en yoğun safhasında 27 Mart 1984’de oğlu Niyazi dünyaya gelir. Oğlunun doğumu ile başka bir boyuta geçer Ufuk Hanım. Çocuklara aşırı düşkün olan Ufuk Hanım, oğluna gözü gibi bakar.
Mayıs 1984’de Royal Albert Hall’de düzenlenen törenle Londra Üniversitesi’nden doktora ünvanını alan Ufuk Taneri, oğlu ve annesi ile birlikte Londra’da yeni bir hayata başlar. Anneliği herşeyin üstünde tutan Ufuk Taneri, akademik çalışmaları yanında, oğlunun eğitimine de büyük önem gösterir.
1986 yılında yıllarca uzak kaldığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden, ülkesinden bir teklif alır Ufuk Taneri. Ülkede kurulacak ilk üniversite olan Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin kuruluşuna katkı koyması istenmektedir.
Ufuk Taneri, bu teklif karşısında, oğlunun kendi ülkesinde, kendi kültürü ile büyümesinden yana tercih koyarak, Kuzey Kıbrıs’a döner ve DAÜ Kimya Bölüm Kurucu Başkanı olarak da görevine başlar. Yeni heyecanlarla, yeni coşkularla kimya laboratuvarını kurar Ufuk Taneri. Aynı dönemde DAÜ’nün Halkla İlişkiler ve Uluslararası ilişkiler Sorumluluğunu da yürüten Ufuk Hanım, DAÜ’ye bir kültür merkezi kazandırmak amacıyla Gazi Mağusa’daki Ay Yorgi Kserinos Kilisesi’ni restore etmeye başlıyor. 2.5 yıl süren zorlu çalışmaların sonunda Eski Eserler Dairesi önderliğinde yürütülen çalışmalar tamamlanır ve DAÜ bir kültür merkezine kavuşur. Aynı dönemde, Raif Rauf Denktaş Konferans serilerini düzenleyen Ufuk Taneri, üniversitenin ve ülkenin tanıtımına katkı koyar.
Toplam 7 kişi ile DAÜ’nün kuruluşuna katkı koyan Ufuk Taneri, tüm bu yoğunluğunun içerisinde oğlunu da hiç ihmal etmez. Niyazi’nin okula başlamasını ve her faaliyette yer alışını mutlulukla izler Ufuk Hanım.
Takvimler 1989’u gösterdiğinde Ufuk Taneri, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Doçent ünvanını alır. Hem bilimsel çalışmalarını yürütüp hem de oğluyla yakından ilgilenen Ufuk Hanım, Doçent olduktan sonra da görevine DAÜ’de devam eder.
Oğlunun büyümesini adım adım takip eden Ufuk Hanım, 1993 yılında kendini geliştirmek ve uluslararası bir bilim kadını olmak için Kanada’ya gitmeye karar verir.
Kanada’nın dünyaca ünlü Waterloo Üniversitesi’nde görev alan Ufuk Taneri, oğlu ile birlikte Kanada’ya yerleşir. Her derdine her sevincine ortak olan oğlu ile birlikte bir yaşamı paylaşan Ufuk Hanım, oğlunun en iyi şekilde yetişmesi ve dünya kültürünü de tanımasını ister. İlkokulun 4 ve 5. sınıfını Kanada’da okuyan Niyazi, dünya kültürü ile tanışmış ve ingilizceyi de öğrenerek Kuzey Kıbrıs’a döner. Ufuk Taneri, oğlunun DAÜ koleji yıllarını, Okul Aile Birliği Başkanı olarak yakından takip eder. DAÜ’deki yeni görevi ise Matematik Bölümü’nde öğretim üyeliğidir. Çünkü Ufuk Hanım’ın Kanada’da bulunduğu yıllarda kurucusu olduğu kimya bölümü maddi yetersizlikler nedeniyle kapatılmıştır.
Ufuk Hanım, yaşamını matematik ve kimyaya adayarak doğru yolu bulduğunu ifade ediyor. Başarılı bir bilim kadını olmak için de çok çalışmak gerektiğini vurgulayan Ufuk Hanım, bilimle uğraşan insanların araştırmacı, yenilikci ve dünyaya açık olması gerektiğini ifade ediyor. Matematiği, en büyük aşkı olarak tanımlayan Ufuk Taneri, 1997 yılında çalışmalarının karşılığını alarak Profesörlük ünvanına hak kazanır. 39 yaşında KKTC’nin en genç ve ilk bayan profesörü olan Prof. Dr. Ufuk Taneri, bilimi bir uygarlık misyonu olarak tanımlıyor. ..........
Çalışma disiplinini ailesinden ve özellikle babasından aldığını söyleyen Ufuk Hanım, çalışmanın başarıyı getirdiğini ve başarının sırrını oluşturduğunu ifade ediyor.
Kanada’dan dönüşünün ardından 1995’den itibaren Matematik Bölümünde, Yüksek Lisans Komitesi Başkanlığını da yürüten Prof. Dr. Ufuk Taneri, 1998 yılında Londra ve Oxford’da ‘’Üniversitede Kalite’’ çalışmaları yapar. Oxford’da Kuvantum Teori Dalı’nda otorilerden olan Prof. Florence Sheung Tsun’un davetlisi olarak konferans verir. 1999 yılında DAÜ’de Rektör Danışmanı olarak da görev yapan Prof. Ufuk Taneri, bu görevi esnasında yaptığı kalite çalışmalarında hedeflediği başarıyı yakalayamadığını ifade ediyor.
Aslında iyi bir anne olmaktan daha güzel bir ödül yok diyen Ufuk Hanım, hayatta sadece oğlu için taviz verebileceğini vurguluyor. Şu anda Wisconsin Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği dalında eğitim gören Niyazi’nin çok bağımsız bir karaktere sahip olduğunu anlatan Ufuk Taneri, Niyazi’nin paylaşımı seven bir çocuk olduğunu bu nedenle, annesinin herşeyini paylaştığını ve çok iyi arkadaş olduklarını ifade ediyor. ...........
Ülkemizde bilimsel çalışmaların çok yeni olduğunu belirten Prof.Ufuk Taneri, yurt dışı temaslarla edinilen bilgi birikiminin Kuzey Kıbrıs’a aktarılabileceği düşüncesinde. Uluslararası alanda kendine bir yer edinmek için, yurt dışı temaslarına ve çalışmalarına çok önem veren Ufuk Hanım, bu çalışmaların sonucunda gelen ödülleri de gururla karşılıyor. Ufuk Hanım’ın bu yıl aldığı ödüller arasında en ilginç olanı Cambridge Üniversitesi’nden gelmiş. 2101’de açılmak üzere gömülen bir kapsülde biyografileri ve bilime yaptıkları katkıları yer alan 200 bilim insanı arasında olması ve bu kapsülün açılışına oğula ve toruna devredilecek bir davetiyenin olması Ufuk Hanım için, paha biçilmez.
Yaşadığı tüm ülkeleri çok sevdiğini ve hemen adapte olduğunu anlatan Ufuk Hanım, çeşitli yurt dışı ziyaretleri ve DAÜ’de edindiği dostlarının hayatında ayrı bir yeri olduğunu vurguluyor.
İnsanları çok seven ve sürekli çevresinde dostları ile yaşayan Ufuk Taneri, yakındaki dostları ile mümkün olduğunca görüştüğünü, uzaklarda olanlarla da e-mail’leştiğini anlatıyor. Program için bizlere ulaşan e-mailler arasında çok sevdiği yeğenleri Bahar, Cem, Suphi, Fehmi, Yasemin ve Ege, dostları arasından da Füsun Ertekün, Prof. Tibor İlles, Doç. Dr. Ping Zhang, Celia ve Ian Bell ile Gül-Togan Oral’ın duyguları sayfalardan taşmış. Ufuk Hanım’ın sevecen kişiliği ve dostluğu satırlara sığmamış........
Boş zamanı olmayan Prof. Ufuk Hanım, çok sevdiği seyahatleri bile çalışma gezileri ile birleştirmiş. Bilimsel çalışmalar, seminer ve konferanslar için yurt dışına çıkan Ufuk Taneri’nin ilk uğradığı yer kitapçılarla tarihi mekanlar. Fırsat buldukça tiyatro, opera ve sinema gibi kültürel faaliyetleri de takip etmeye çalıştığını ifade eden Ufuk Hanım, tatil için dahi zamanı olmadığını anlatıyor. Seyahatleri esnasında geliştirdiği fotoğrafçılık merakı ile güzel fotoğraf çalışmaları da yapan Ufuk Hanım’ın boş geçirdiği bir saniyesi bile yok.
Aile sohbetlerine ve ilişkilerine çok önem veren Ufuk Taneri, oğlu Niyazi’nin sıcak bir aile ortamında yetişmesi için yeğenleri ve ailenin diğer bireyleri ile mümkün olduğunca birlikte olmasına uğraş vermiş. 80’li yıllardan itibaren kendileriyle birlikte yaşamaya başlayan annesinin, yaşamlarındaki yerinin hiçbir şekilde doldurulamayacağını da anlatan Ufuk Taneri, annesi ve kardeşlerine de çok düşkün. Oğluyla ilgili her olayda yeni bir el işine başlayan Ufuk Taneri, bunları tamamlaması yıllar sürse bile, böylesine anlamlı uğraşlarını sürdürüyor.
Hayatı boyunca kendi tercihleri doğrultusunda bir yaşamı şekillendiren Ufuk Taneri, en büyük hayallerinden biri olan kitap yazımını gerçekleştirmiş.
Amerika’da henüz basım aşamasında olan, Fizik ve matematik doktora öğrencileri için Kuvantum Teori ve Uygulamaları üzerine hazırlanan kitabı, yabancı iki meslektaşı ile birlikte hazırlamış. Kuzey Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanlığı desteği ile Bilimsel Araştırma Enstitüsü Kurma çalışmaları gerçekleştiren Prof. Ufuk Taneri, vizyonu ve misyonu çok iyi tanımlanmış olan bu enstitünün çalışmalarının tamamlandığını ve bir gün hak ettiği değeri göreceğine inandığını ifade ediyor.
Gelecekteki en büyük hayallerinden olan daha çok kitap yazmayı ve bilime daha çok katkı koymayı ise yaşamı boyunca sürdüreceğini anlatan Prof. Ufuk Taneri, bir dönem kalemiyle de topluma ışık tutmuş. Çeşitli gazetelere yazdığı yazılarla toplumu bilgilendiren Ufuk Taneri, şimdilerde zamansızlıktan şikayetçi.
Yaptığı işlerle ve aldığı ödüllerle, bilim dünyasına Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını yazdıran Prof. Ufuk Taneri, yaşamını oğluna ve bilime adamış, başarılı bir bilim kadını. Kuzey Kıbrıs’ın gurur duyduğu kadınlardan olan Prof. Ufuk Taneri, yaşamın insanın kendi istekleri doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini vurgulayarak, ‘’kendi isteklerinize göre yaşanmayınca, hayat yaşanmamıştır’’ diyor.

İlkay Feridun
Adını pek duymadığımız, ama güzel işlere imza atmış bir kişilik İlkay Feridun. Küçücük ve herşeyin ortada olduğu adamızda, medyada adına pek rastlamıyoruz. Ama imza attığı işler ülkemizin kültürel kimliğini asırlar boyunca yaşatmaya aday.
10 Ocak 1950’de Baf’ın Finike köyünde varlıklı bir ailenin 8 çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya gözlerini açar küçük İlkay. Finike köyünün ileri gelen ailelerinden olan baba Mahmut Başak ile Baf’ın iyi ailelerinden olan Hoca ailesi sülalesinden gelen anne Remziye Hanım’ın 3. kızıdır İlkay. Çok soğuk bir kış gecesi, zor bir doğumla dünyaya gelen küçük İlkay, ailenin gözbebeği olur.
Varlıklı ve eğitimli bir insan olan baba Mahmut Efendi, çocuklarının eğitimine özel önem verir. Tam bir Osmanlı erkeği olan babanın sözünden dışarı çıkmak olanaksızdır. İlkay’ın doğduğu yıllarda büyük ağabeyler yüksek eğitim için Türkiye’ye gönderilir. En büyük ablanın da bir hastalık sonucu ölmesi ile İlkay, bir abla ve bir ağabeyden oluşan 3 çocuklu bir ailenin kızı gibi büyür. 7 kardeşin sürekli biraraya gelmesi o zamanlarda imkansız bir olay.
1000 dönümlük araziye sahip olan baba Mahmut Efendi, topraklarının kazancı ile çocuklarını yetiştirir. Nine dediği dadısı ile rahat bir ortamda büyüyen İlkay, ilkokula Finike’de başlar. 3. sınıfa kadar Finike’de kalan İlkay, büyük kardeşlerinin eğitimi dolayısıyla ilkokulun devamını Baf’ta okur. İlkay, sakin ama oldukça çalışkan bir çocuktur. Öğretmenleri tarafından hemen farkedilen küçük İlkay, arkadaşlarına örnek gösterilen bir öğrenci olur.
3. sınıfın ardından ağabeylerin eğitimi için aile Baf’a yerleşir. 1960 yılında ailenin tüm çocukları Oğuz ağabeylerinin düğünü için ilk kez bir araya gelir. Kardeşlerin tümünün biraraya gelmesi çok ender olur hayatlaru boyunca. İlkay, ilkokul 3’ten sonra eğitimini Baf’ta sürdürür. 1960’tan sonra Kıbrıs’ta yaşanan Türk-Rum çatışmaları Başak ailesinin yaşamını tamamen değiştirir. Varlıklı bir aile olan Başak ailesi, savaşlar ve huzursuzluklarla birlikte mali güçlerini de yitirmeye başlar. 1963 olaylarında, yaşadıkları ev Rumlar tarafından yakılıp yıkılınca, aile Lefkoşa’da yaşayan oğullarının yanına gider. Bu andan itibaren ailenin yaşamı kökünden değişir. Evlerinden yerlerinden olan Başak ailesi, Kıbrıs’ta yaşanan huzursuz ortamdan kurtulmak için Ankara’ya yerleşmeye karar verir.
İlkay, orta 2’ye giderken aile artık Ankara’dadır. Ailenin Ankara’da yaşayan büyük oğullarından Vedat, ailesinin Ankara’ya yerleşmesine yardımcı olur. Fakat İlkay, öğretim yılının ortasında olduğu için okula kabul edilmez. İlkay’ın okul sorununu çözmek için Burdur’da yaşayan ağabeyinin yanına gönderilir. Ankara’nın ardından bir de Burdur’a gönderilen İlkay şaşkındır. Farklı bir ortama giren İlkay, adapte olmakta zorlanır. Burdur’da yaşayan ağabeyin kızıyla yaşıt olan İlkay, bir anda kendini hala olarak bulur, hem de kendi yaşında bir kızın halası. Bu özel durum İlkay için rahatsız edicidir. Girdiği ortamda konuşulan yöresel dili de anlamakta zorlanan İlkay, kendini anlatmakta da zorlanır. 1 ay boyunca mümkün olduğunca az konuşan İlkay, Burdur’un şivesini almaya çalışır. Gittiği ülke Türkiye olsa da yaşanan farklı ortamlar İlkay için sorun olur. Eğitim yılının son 2 ayında sınıfının bütün derslerini başarıyla veren İlkay, orta 2’den mezun olur ve tekrar Ankara’ya döner.
Ortaokulu Ankara Namık Kemal Lisesi’nde tamamlayan İlkay, Ankara Kız Lisesi’ne devam eder. Ankara, İlkay’ın hayatında çok önemli olur hayatının geri kalan zamanında. Çekinerek gittiği Ankara’da çekingen ve kırılgan kişiliğini aşar İlkay Başak. Büyük şehirde yaşamanın zorlukları ve avantajlarını öğrenir. Baf’tan sonra Ankara’yı kendine vatan olarak benimser İlkay. Yıllarca Baf’ın bir köyünde yaşayan Başak ailesi için de Ankara, büyük değişikliktir. Sıradan bir köy kadını olan anne, büyük şehirde tek başına yaşamayı ve kendini idare etmeyi öğrenir. Kendi kimliğini kazanır Remziye Hanım. Baba Mahmut Efendi, hobilerini geliştirerek, topraktan ayrı, apartman hayatına uyum sağlar. Dadıları da kendileri ile birlikte yeni bir yaşama başlamıştır Ankara’da.
Ankara yılları, Kıbrıs’ta yaşanan kötü ortamla birlikte, zorluklar getirir Başak ailesine. Kıbrıs’ta bıraktıkları mal-mülk savaşlar sonucunda yokolur. Ekonomik sıkıntılar içinde bir öğrencilik geçiren İlkay Başak, maldan yana zengin doğduk ama hiç zengin gibi yaşamadık diyor. Parasal sıkıntılar içinde Kız Lisesi’ni bitiren İlkay, 1968 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık bölümünü kazanır.
Kızlara uygun bir fakülte diye tercih ettiği mimarlıkta öğrenci olaylarıyla dolu bir dönem geçirir İlkay Başak. 60’lı yılların sonunda hızla artmaya başlayan öğrenci olayları ODTÜ merkezli olarak gelişir. Deniz Gezmiş’in ODTÜ’de öğrenci olduğu bu yıllar, oldukça hareketli geçer. Hergün yaşanan gösteriler ve olaylar bir süre sonra eğitimi de etkiler. İlkay Başak’ın üniversitedeki 2. yılında had safhaya ulaşan olaylar öğrencileri okuldan uzaklaştırır. Zor bir dönemde okulunu bitirmeyi başaran İlkay Başak, master yapmaya karar verir. Tüm ekonomik sıkıntılara rağmen küçük kızlarının eğitimine destek veren Başak ailesi, zaman zaman gerçekleştirdikleri Kıbrıs ziyaretleriyle de memleket özlemlerini gideriyorlardı.
İlkay Başak, mimarlık eğitiminin ardından restorasyon konusunda master yapmaya karar verir. 9 arkadaşı ile birlikte master yapmaya başlayan İlkay Hanım, modern mimarinin aksine eski eserlerle daha ilgilidir. Üniversite öğrenciliğinde yaşayamadığı dostlukları ve güzel yılları master döneminde yaşar İlkay Başak. 9 kişilik sınıfta yapılan çalışmalar ve mesleki geziler kendileri için unutulmaz bir arkadaşlık ortamı sağlar. Hem okulda hem özel yaşamlarında süren arkadaşlıkları İlkay Hanım’ın Ankara’ya daha da çok bağlanmasına neden olur.
1974 yılında Kıbrıs’ta yaşanan Barış Harekatı, Başak ailesinin hayatında yine bir dönüm noktası yaratır. Baba Mahmut Efendi ile anne Remziye Hanım, master öğrencisi İlkay’ı Ankara’da bırakarak temelli olarak tekrar memleketlerine dönerler. Anne-babasının adaya dönüşünden sonra kendini Ankara’da yapayalnız bulur İlkay. Masterini tamamladıktan sonra, gönülden isteyerek olmasa bile doğduğu yere Kıbrıs’a geri döner İlkay Başak. Ama Ankara’nın büyük şehir ortamının ardından küçücük bir yer olan Kuzey Kıbrıs hiç hitap etmez İlkay Hanım’a. Yıllar önce ayrıldığı vatanında yabancı gibidir. Tüm yaşamını, arkadaşlarını ve geride bıraktığı Ankara’yı özler.
Başak ailesi, yaşanan savaşların ardından tüm malını mülkünü yitirmiş sıradan bir aile olarak Lapta bölgesinde verilen eve yerleşir. Mali sıkıntıda olan ailesine yük olmamak için ağabeyinin Eski Eserler ve Müzeler Dairesi’nde bulduğu işe girer İlkay Başak. Küçük ortamlarda yaşanan sıkıntılardan bunalan İlkay Başak, zaman zaman Kıbrıs’tan kaçıp Ankara’ya gitme isteğini yaşar uzun zaman.
Arkadaşsız ve çevresiz kalan kendini yalnız hisseden İlkay Hanım, bir gün tesadüfen ODTÜ’den sınıf arkadaşı olan Oğuz Feridun’la karşılaşır. Ortak şeyler yaşadıkları, eski bir bir arkadaşını görmek çok mutlu eder İlkay Başak’ı. Oğuz Bey’in sıklaşan ziyaretlerinin sonunda evlenme teklifi gelir İlkay Hanım’a. Uzun yıllardır birbirlerini tanıyan ikili hemen evlenmeye karar verir. 10 Nisan 1976’da nişanlanan genç çift 8 Ağustos 1976’da da hemen evlenir. Evliliğine kendi karar veren İlkay Hanım, Kıbrıs’ın klasik ev döşeme geleneğini de kırarak, eşi ile birlikte mobilyalı bir ev kiralar ve evlenir.
1978 yılında Feridun ailesinin ilk kızı Defne, 1985’de de küçük kızları Başak doğar. İlkay Hanım kızlık soyadı olan Başak’ı kendi kızına vererek yaşatır. Kısa sürede yeni bir hayata başlayan İlkay Hanım, hem anne hem de çalışan bir kadın olarak ağır bir yaşam temposuna girer...........
Mimar kadrosu ile Eski Eserler ve Müzeler Dairesi’nde işe başlayan İlkay Feridun, aynı zamanda adaya dönen ilk restorasyon uzmanıdır da. 25 yılı aşkın bir süredir Eski Eserler’de çalışan İlkay Hanım, 1992 yılından bu yana Eski Eserler ve Müzeler Dairesi müdürlüğünü yürütüyor....
Oldukça küçük bütçelerle çalışan Eski Eserler Dairesi’nde ilk restore ettiği bina Lefkoşa’nın ünlü Derviş Paşa Konağı olur, İlkay Hanım’ın. Sınırlı sayıda personelle yürütülen restorasyon çalışmaları İlkay Hanım için çok zevkli olur. Kıbrıs Türk toplumu için de bir sivil mimari örneği olan Derviş Paşa Konağı, eski eser bilincinin yerleştirilmesinde önemli bir yere sahip. Çevredeki tüm uygarlıkların etkisine sahip bir nevi açık hava müzesi olarak tanımladığı Kıbrıs adasından hayranlıkla bahseden İlkay Hanım, yapılması gereken çok iş olduğunu vurguluyor. .....
Büyük Han, Saçaklı Ev, Lüzinyan Evi gibi restorasyonların tamamlandığını anlatan İlkay Feridun için Büyük Han’ın önemi oldukça özel. Master tez konusu olarak işlediği Büyük Han’ın restorasyonunu tamamlamış olmak İlkay Hanım’a gurur veriyor. 18 yılda restorasyonu tamamlanan Büyük Han, orjinaline uygun olarak restore edilmiş. 68 odası bulunan Büyük Han’da hedeflenen, turistik potansiyel. Kıbrıs’a özgü halk sanatlarının üretilerek satılacağı, yerel özellikler taşıyan bir turistik mekan düşünülerek restore edilen Büyük Han’da açılan işyerleri doğru tercihlerin sonucu........ Kıbrıs üzümünden yapılan şarapların sunulduğu şarapevinden lefkara işine, tahta oymacılığından karagöz oyunlarına, el sanatlarından otantik giysilere ve pul koleksiyonculuğuna kadar herşeyi görmek mümkün......
Eskiye oranla şimdilerde daha geniş mali imkanlarla çalışmalarını yürüten Eski Eserler Dairesi, Türkiye Cumhuriyeti kökenli yatırım projeleri ve UNOPS’un verdiği destek yanında cari bütçeden elde ettiği mali kaynaklarla da restorasyon çalışmalarını yürütüyor.
Şu anda yürütülmekte olan restorasyon projeleri olduğunu ifade eden İlkay Feridun, Mevlevi Tekkesinin restorasyonun son hızla devam ettiğini ve müze açma çalışmalarının sürdüğünü belirtiyor. Milli Mücadele Müzesi’nin de genişletilerek düzenleneceğini anlatan İlkay Hanım, bu çalışmaların da uzmanlar kontrolünde yürütüldüğünü vurguluyor.
Eski Eserler Dairesi’nin yapacak çok işi olduğunu anlatan İlkay Feridun, uzman personel ve kaynak sıkıntısının çalışmalarını yavaşlattığını söylüyor. Daire personeli ile oldukça uyumlu bir çalışma düzeni kuran ve tercihini hep ekip çalışmasından yana kullanan İlkay Hanım, oldukça titiz ve düzenli bir müdür. Kıbrıs’ın doğal ve zengin dokusunun korunması gerektiğini vurgulayan İlkay Hanım, daha büyük maddi imkanlarla daha güzel çalışmaları hedefliyor.
Ülkemizin geçmişini geleceğe aktarmaya çalışan ve buna gönülden bağlı olan İlkay Hanım, evdeki denge ile işindeki dengeyi korumaya çalışıyor. Mesleğine olan aşırı düşkünlüğü ve eşiyle paylaştığı uyumlu hayat yıllarca kendini yabancı hissettiği Kıbrıs’ta yaşamını geçirmesine neden olmuş. Oğuz Bey’le yakaladığı uyumlu birliktelik, yaşamının her saniyesine yansıyor. Yıllarca işinde yaşadığı zorlukları, evinde bulduğu huzurla gidermiş. Gönülsüz başladığı iş ve Kıbrıs yaşamında hep Ankara’yı ve geride bıraktıklarını özlemiş. Kendisine destek olan yeni arkadaşlarına rağmen, geceleri ağladığını ve geri dönmek istediğini anlatıyor İlkay Hanım. İşe başladığı yıllarda restorasyon konusunda herhangi bir çalışması olmadığını ve bunun çok sıkıntı verici olduğunu hatırlayan İlkay Hanım, Eski Eserler Dairesi’nin çok geç teşkilatlanan bir daire olduğunu anlatıyor.
1986 yılından sonra daha kalifiye elemanlar alarak çalışmalarını artırdıklarını vurgulayan İlkay Hanım, hedeflenen çok işler olduğunu ifade ediyor.
Çok dertli bir kişiliği olduğunu anlatan İlkay Feridun, en küçük olayların bile üstünde çok fazla durduğunu vurgularken, bu nedenle çocuklarını büyütürken de çok zorlandığını ifade ediyor. Çocuklarına kendince doğru olanı vererek yetiştirmeye çalıştığını anlatan İlkay Hanım, kızlarında aileden gelen sanat yeteneğinin etkili olduğunu ifade ediyor. Büyük kızı Defne’nin Peyzaj ve Kentsel Tasarım, küçük kızı Başak’ın da resim tahsili gördüğünü belirtiyor.
Özel yaşamında eşi ile her konuda anlaştıklarını belirten İlkay Feridun, sade, yalın ve gösterişten uzak bir hayatı tercih ettiklerini ve Kıbrıs’a kendisini en çok bağlayan nedenin eşi olduğunu anlatıyor. Eşi Oğuz Bey’le pek çok ortak zevkleri olduğunu ifade eden İlkay Feridun, doğada yaptığı yürüyüşlerin kendileri için çok rahatlatıcı olduğunu anlatıyor.
Klasik müzik dinlemeyi çok seven İlkay Hanım, seyahat etmekten hoşlanıyor. Mesleği gereği çeşitli konferanslara katılan ve bu vesileyle birçok ülke gezen İlkay Feridun, değişik kültürleri tanıyabileceği dünya gezilerine özlem duyuyor. Modern mimari ile pek ilgilenmeyen İlkay Hanım, gelecekle ilgili projeleri arasına kendi çapında gerçekleştireceği küçük restorasyonları da koymuş.
Çok aktif olamasa da Müze Dostları Derneği, Üniversiteli Kadınlar Derneği ve Kadından Yaşama Destek Derneği gibi örgütlere üye olan İlkay Hanım, çok yoğun bir tempoda yaşıyor.
Hayatı boyunca hep en iyiyi hedefleyen İlkay Hanım, imza attığı işler ve kültürümüze kazandıracağı yeni eserlerle Kıbrıs’taki Türk toplumunun varlığını, Kıbrıs’ın da zengin tarihsel ve kültürel mirasının geleceğe aktarımını sağlayacak. Güzel eserlerin yeniden doğuşunu ve yaşatılmasını sağlayan İlkay Feridun, kültürel değerlerimizin sadık bir koruyucusu.

Suna Atun
Kendini Mağusa aşığı olarak tanımlayan özel bir insan Suna Atun. Yazın dünyasının yakından tanıdığı Suna Atun, Mağusa’yı her yönüyle geleceğe taşıma hedefinde. Tarihsel dokusu, zengin kültürel yapısı ve liman kenti konumuyla tarih boyunca önemli bir kent olan Mağusa, Suna Atun’un çabalarıyla kimliğini zenginleştirerek Kıbrıs’ın kültür dünyasına damgasını vuruyor.
21 Ocak 1949’da Larnaka kazasına bağlı Vuda köyünde dünyaya gelen Suna Ahmet, ailesinin en küçüğü. Öğretmen Ahmet Niyazi Bey ile ev hanımı Rukiye Hanım’ın tek kızıdır Suna. Aile bağlarının çok güçlü olduğu ailesinde hep iki ağabeyinin koruması altında olur küçük Suna. Aydın bir aileye sahip olan Suna, daha çok babasının etkisi ile büyür. Edebiyata çok düşkün olan baba Ahmet Niyazi Bey, kendi yazdığı piyesleri öğrencileriyle birlikte sahneye koyarken bir yanda da şiirler yazıyordu. Dönemin ilk gramofonunu alan kişi baba Ahmet Niyazi olur. Evde sürekli şiir okuyan ve müzik dinleyen babasından çok etkilenir küçük Suna. Kitaplarla dolu bir evde yaşayan Suna da okumaya karşı çok hırslı olur.
Suna 6 yaşına geldiğinde aile Mağusa’ya taşınır. Mağusa büyülü bir dünya olur Suna için. Surları ve kaleleri ile çok gizemlidir. Küçücük yaşına rağmen Mağusa’yı çok sever Suna. İlkokula Pertev Paşa İlkokulunda başlar Suna. Çok hırslı ve çalışkan bir öğrenci olan Suna, her faaliyetin içinde yer alır. Çalışkanlığı ile öğretmenlerinin dikkatini çeken Suna, herşeyde en öndedir. Sınıf birincilerinin, törenlerde bayrak taşımacılığını yapması hep zor gelir küçük Suna’ya. Çok sevdiği bu görevi minyon fiziği nedeniyle zorlanarak yerine getiren Suna, yine de bayrağı hep kendi taşıdığı için gururludur.
Pertev Paşa ilkokulunun ardından Gazi İlkokuluna geçen Suna, Alasya ilkokulundan mezun olur. Başka eğlence imkanının olmadığı geçmiş dönemlerde, babasının, kendi evlerinde toplanan komşulara en güzel yerinde, devamı bir sonraki geceye kalan 1001 gece masallarını anlatışını anımsar Suna. Babasının yazdığı çocuk oyunlarında da rol alan Suna, Ahmet Niyazi Bey’in düzenlediği okul bahçeleriyle de çeşitli ödüller aldığını anımsıyor. Kültüre ve çevreye düşkün babasının etkisinde kalır Suna, yaşamı boyunca.
Ortaokul ve lise eğitimine Mağusa Namık Kemal Lisesi’nde devam eder Suna. Her faaliyette yer alan Suna, izcilikten tiyatroya, 19 Mayıs gösterilerinden, edebiyat yarışmalarına kadar her konuda başarılıdır. Takvimler 1963’ü gösterdiğinde o dönemleri yaşayan her Kıbrıslı gibi, Suna ve ailesi için de kötü hatıralar bırakan günler yaşanır. Rumlarla karma yaşanan Kaledışındaki bölgede oturan Ahmet Niyazi Bey ve ailesi, çatışmaların başlaması ile birlikte apar topar Kaleiçi’ne geçer. Evlerini terkeden aile uzun bir süre Kaleiçi bölgesinde tek bir odada yaşar uzunca süre. Kendi ailelerinden olmasa bile çok yakın arkadaşlarından şehit olanlar, unutulmaz acılar yaşatır Ahmet Bey ve ailesine.
63 olaylarının dinmesinin ardından hayat devam eder. Namık Kemal Lisesindeki eğitimine devam eden Suna, ilkokuldan itibaren yazdığı güzel yazılarına lisede de devam eder. Lise 3’te Atatürk için yazdığı ‘’Susalım ve Düşünelim’’ isimli kompozisyonu ödül alınca dünyalar Suna’nın olur. Okul yaşamı boyunca aldığı ödüllerin en kıymetlisi olur Atatürk ödülü.
Edebiyatla dolu eğitim yıllarının ardından babasının da yönlendirmesi ile eczacılık okumaya karar verir Suna Ahmet. Ancak ekonomik sıkıntıların yaşandığı bu dönemde, 30 lira maaş alan Ahmet Niyazi Bey için Türkiye’de 3 evlat okutmak hiç de kolay değildir aslında.
Üniversite sınavların ilk kez yapıldığı 1967 yılında sınava girer Suna Ahmet. Sonuçlar açıklandığında, beklenen gerçekleşir ve Suna Ahmet, Kıbrıs ikincisi olarak İstanbul Eczacılık Fakültesine girer. Üstelik aldığı derece Suna’nın burslu okumasını sağlar. Ailesinin de desteği ile 1967 yılında üniversiteye başlar Suna Ahmet.
Bursunun devam etmesi için üniversitede de çok çalışır Suna. Mükemmeliyetçi ve hırslı yapısı üniversitede de devam eder. Sosyal yaşamın zayıfladığı üniversite döneminde ailesine yük olmamak için çok çalışan Suna’nın aklında kalan laboratuvarlar ve kitaplar olur. Derslerle dolu geçen üniversite döneminde, babasını maddi olarak zor duruma sokmamak için kış tatillerinde İstanbul’da kalır Suna. İstanbul’da geçirdiği 1971 yılı hayatını değiştirir Suna Ahmet’in. Öğrenci olaylarının tırmanması nedeniyle sınavları ertelenen Suna, ilk kez bir kış tatilinde Kıbrıs’a gelmeye karar verir.
Kıbrıs’a gelişi hayatında yeni bir sayfa açar Suna’nın. Tatil sırasında kendi gibi Mağusalı olan Ata Atun’la tanışır ve 15 gün gibi kısa bir sürede nişanlanır Suna Hanım. Nişanın ardından İstanbul’a dönen Suna Hanım, sınavlarını tamamlayarak mezun olur. Bu arada Türkiye’de kalmasını sağlayacak asistanlık teklifleri alsa da bunları reddeder ve 1971 yılında Kıbrıs’a döner Suna Hanım.
Ada’ya dönüşünün ardından kendi eczanesini açmayı hedefler Suna Hanım. Ancak maddi koşulları buna elvermeyince bir süre beklemeye karar verir. Bu dönemde Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çalışmaya başlar Suna Hanım. Çevre ve toplum sorunlarına duyarlı olan Suna Hanım, Kıbrıs’ın zorlu ekonomik koşullarında, okullardaki ve köylerdeki yoksul çocuklara yardım etmeyi hedefleyen bu kuruluşta 1990 yılına kadar çalışır.
1972 yılında kendi eczanesini açmayı başarır Suna Hanım. Türklerle Rumların karma yaşadığı Mağusa’da çok az iş imkanına sahip olan 4 Türk eczanesinden biridir Suna Hanım’ın eczanesi. Bütün ticari faaliyetlerin Rumların elinde olduğu bu dönemde gece geç saatlere kadar nöbette kalan eczacı bayanlara eşleri de eşlik eder. 26 Ağustos 1972’de Ata Atun’la evlenen Suna Hanım, Mağusa’ya yerleşir. Mağusa’ya duyduğu aşk gittikçe artar Suna Hanım’ın. Çünkü eşi Ata Bey de kendisi gibi bir Mağusa sevdalısıdır.
İşi ve sosyal faaliyetleri ile dolu olarak geçirdiği günlerin ardından 16 Mayıs 1973 yılında oğlu Sunat’ı dünyaya getirir Suna Hanım. Sürekli çalışan Suna Hanım’a çocuğunu büyütmede annesi Rukiye Hanım çok yardımcı olur. Her başı sıkıştığında yanında bulduğu annesi 74 Barış Harekatı sırasında da torunuyla kızının yanındadır. Harekat esnasında sığındıkları Çifte Mazgallar bölgesinde çocuğu doyurmak için yakınlarda olan eve gitmeyi göze alan Suna Hanımla ailesinin kalktığı yere dinlenmek için uzanan bir mücahidin düşen bomba sonucu şehit olduğunu öğrenir Suna Atun, daha sonraları.
74 sonrasında da Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çalışmaya devam eder Suna Hanım. Yeni oluşan toplumsal yapıda herşey düzensizdir. Sayıları artan çalışan annelere kolaylık sağlamak için bir kreş açtıklarını anlatan Suna Atun, bir yandan da kendi işini geliştirir. 16 Nisan 1975’de kızı Asu’yu dünyaya getirir Suna Atun. 1975 yılı kızları Asu’nun yanında yeni başlangıçlar getirir Suna ve Ata Atun çiftine. A&S Atun Ltd. Adı altında bir ithalat ve satış şirketi kuran ikili işlerini geliştirmeye hadeflerler. Barış Harekatı ile birlikte Rum rekabetinin ortadan kalktığı ticaret hayatında Suna Hanım, şirketleşmenin ardından acentelikler almak için yurt dışına gider. Yurt dışında edindiği izlenimler sonucu, Kıbrıs’ta bir ilk yaratarak, makyaj malzemeleri ile ilaçların birlikte satıldığı yeni bir eczane modeli oluşturur.
Kozmetik üzerinde çeşitli kurslara katılarak sertifikalar alan Suna Hanım, Lancome gibi dünyaca ünlü prestij markalarını satabilme yetkisi elde eder. İlaçtan daha çok kozmetik üzerinde geliştirdiği eczanesinde çalışmaktan keyif alıyor Suna Hanım.
İşlerinin yanında çocuklarını da büyüten Suna Atun, sürekli hareket kazandırdığı yaşamında yeni fikirler üretir. Bir deniz kenti olan Mağusa’da çocuklarının geleceği için bir iş alanı yaratma düşüncesinde olan Suna Hanım, eşi ile birlikte denizcilik işine girer. Önce balık avcılığı yapan bir trol alan ikili, daha sonra yat turları düzenlemek için bir yat alır. Denizcilik işine iyice alışan ikili bir kuru yük taşıma gemisi alarak armatörlüğe adım atar. Bu iş alanıyla Kuzey Kıbrıs’ın ilk kadın armatörü olan Suna Hanım’ın adı şirket gemilerine verilir.
Kendi işleri yanında toplum yararına gerçekleştirilen faaliyetlere de devam eden Suna Atun, Kıbrıs Türk Hava Kurumu kurucuları arasında yer alır. Çocuklarının eğitimi sayesinde okul aile birliklerinde etkin görevler alan Suna Atun, başkanlık yaptığı dönemde 4 okul aile birliğini bir federasyon çatısı altında birleştirmeyi hedefler ancak bu proje yaşanan çeşitli sorunlar nedeniyle gerçekleşemez. 1990 yılına kadar çeşitli sosyal örgütlerde çalışan Suna Hanım, bu tarihten sonra çalışmaları bırakır. Sivil toplum örgütlerinin yeterince çalışmadığı inancını taşıyan Suna Atun, enerjisini başka alanlara yöneltir.
1990’lı yıllara gelindiğinde, kuleleri ve kaleleri ile ünlü Suna Hanım’ın gizemli kenti Mağusa, korunmaya muhtaçtır. Tüm yaşamını geçirdiği, en büyük aşkım dediği eski Mağusa için birşeyler yapmaya karar verir Suna Atun. 1998 yılında kendi gibi Mağusa aşığı arkadaşları ile birlikte Eski Mağusa’yı Koruma ve Yaşatma Derneği’nin kurucuları arasında yer alır. Derneğin başkanlığına getirilen Suna Hanım, bu tarihten itibaren bütün ilgisini Mağusa’ya yöneltir.
Düşlerinin Mağusası koruma altına alınsa da kaybolup gitmektedir. Çoğu evlerin tarihi nitelikler taşıdığı ve belgelendiği eski Mağusa’da, evlerin dokusunun değiştirilmesi yasaklanmış. Ancak bu şekilde de gittikçe yıpranan evler terkediliyor ve viran oluyor. Maddi olarak yüksek rakamlara ihtiyaç duyulan restorasyon çalışmalarda pek başarılı olunamıyor. Şimdilerde bir Türk kenti olan Mağusa, uluslararası yardımlardan da uzak. Dernek olarak girişimler yaptıklarını anlatan Suna Hanım, olumlu yanıtlar alamadıklarından yakınıyor. Tarihi niteliklere sahip Mağusa için radikal kararlar alınması gerektiğini anlatan Suna Hanım, surlar içinin yaşam potansiyelinin her geçen gün azaldığını ve canlılığın üniversite nedeniyle dışa kaydığını ifade ediyor. Mağusa’nın yaşatılırken korunması gerektiğini de anlatan Suna Atun, Kaleiçi’nin sevgi ve ilgiye muhtaç olduğunu vurguluyor. Düzenledikleri çeşitli etkinliklerle, ‘Görmeyen gözlere Mağusa’yı göstermeye’ çalıştıklarını anlatan Suna Hanım, surlariçinin canlandırılması gerektiğini savunuyor.
Mağusa’yı Koruma ve Yaşatma Derneği, çalışmalarına devam ederken, ‘’dünümüzü araştırarak bugüne, dün ve bugünü de yarınlara taşımak’’ düşüncesiyle bir aile vakfı kurar Suna ve Ata Atun ikilisi. Suna ve Ata Atun, Mağusa Tarihini Araştırma ve Yazın Vakfı yani kısaca SAMTAY olarak isimlendirilen vakıf, genelde Kıbrıs’a özelde de Mağusa’ya hizmet için kurulmuş. Kurucuları arasında yer alan Bülent Fevzioğlu ile birlikte uyumlu çalışmalar gerçekleştiren Suna Atun, vakfın başkanlığını da yürütüyor. Mağusa tarihini geleceğe taşımak için çeşitli çalışmalar yürüten vakıf 21 Ocak 2001’de kurulmuş. Mağusa’nın geçmişini yansıtan 9 karelik bir albüm çalışması ile yazın alanına giren SAMTAY Vakfı, özellikle Suna Hanım için hayatının amacı durumunda. Bundan sonraki yaşamında tek hedefinin bu vakfın yaşamasını sağlamak ve kültür dünyasına olabildiğince eser kazandırmak olduğunu ifade eden Suna Atun, şimdilerde Mağusa için yapılan çalışmaların gelecekte Kıbrıs için de gerçekleştirilmesi umudunu taşıyor.
Mağusa’nın tanıtılması hedefi ile yola çıkan SAMTAY vakfı, geçmişle gelecek arasında bir köprü oluşturmuş. Kuruluşunun birinci yılına toplam 1100 sayfa tutarında 4 yeni kitap, bir cep albümü ile özgün türkü ve ağıtların yer aldığı 14 eserlik müzik CD’si sığdırmış.
Mağusa Haritasında Yüzlerinin ve Yüreklerinin İzdüşümü Kalmış 116 İnsan, Bir Yanım Yazı, Bir Yanım Şiir, Özgürlük ve Barış 27 Yaşında ve Kıbrıs Türk Halk Edebiatında Destanlar ve Ağıtlar isimli 4 belgesel nitelikli kitabı, daha ilk yılında yazın alanına kazandıran SAMTAY Vakfı, ikinci yaşına girdiği günlerde de Doç. Dr. Ata Atun’un Excerpta Cypria’dan çevirdiği Mağusa Yazıları’nı yayınlamış. Vakfın kuruluş amaçlarına uygun olarak Kültür-Sanat Ödülleri vermeye başladıklarını söyleyen Suna Atun, ilk ödüllerini folklor dalında 3 kez dünya birinciliği alan İskele Belediyesi Halk Danslerı ekibine verdiklerini belirtti. Ödül verirken kendileri de kısa bir sürede gösterdikleri başarıdan dolayı ödül alan Vakıf, 2000-2001 yılında Necati Özkan Vakfı’nın başarı ödülünü almış.
Günlerinin çoğunu vakıf çalışmalarıyla geçiren Suna Hanım, bu işe gerçekten gönül verenlerden. Mağusa ve edebiyat aşkını kurduğu Vakıfta yaşatan Suna Atun, dünyadaki Türk dilini konuşan milletlerin kaynaşmasını hedefleyen KIBATEK Vakfı’nın da kurucuları arasında yer alıyor. Kısa bir süre önce kurulan KIBATEK Vakfı ile Makedonya, Kırım ve Kazakistan’da çeşitli çalışmalara katılan Suna Atun, ulusal ve uluslararası birçok sempozyuma katılarak, Kıbrıs Türk kültür ve tarihiyle ilgili konuları ele aldı. Kıbrıs ve Kıbrıslı kültür-sanat insanlarıyla ilgili bildiriler sunan Suna Hanım, tüm çalışmalarından dolayı Kadın Araştırmaları Merkezi KADEM tarafından yılın başarılı kadın ödülüne layık görülerek ödüllendirilmiş.
Yoğun çalışmaları arasında çocuklarıyla da iyi ilişkiler kurmayı başaran Suna Hanım, yurt dışında yaşayan kızı Asu ve geçtiğimiz günlerde evlendirdiği oğlu Sunat’la arkadaş gibi olduklarını anlatıyor. Çocuklarının yetişmesine çok özen gösteren Suna Hanım, çok değer verdiği SAMTAY vakfını gelecekte gönül rahatlığı ile çocuklarına devredebileceğini ifade ediyor.
SAMTAY’daki çalışmalarına saatlerin yetmediğini anlatan Suna Hanım, bu çalışmalar esnasında tanıştığı değerli insanlarla dostluğun kendisine çok keyif verdiğini vurguluyor. Bundan sonraki yaşamında, ağırlıklı olarak SAMTAY ve KIBATEK konusunda çalışacağını belirten Suna Atun, SAMTAY vakfını bir kültür-sanat müzesine ve kaynak olarak kullanılabilecek bir yapıya kavuşturacaklarını, gelecek için de birçok projeleri olduğunu söylüyor.
Yapacaklarını zamana sığdıramayan Suna Atun, zengin bir kültürle yoğrulmuş geçmişimizi geleceğe taşıyan bir köprü kurmuş SAMTAY’la. Suna Hanım’ın çocukluğunun gizemli kaleler kenti Mağusa’dan başlayan bu köprünün Kıbrıs’ı en uzak geçmişten bilinmeyenlerle dolu geleceğe taşıyacağına hiç şüphe yok.

Safiye Nadir
Sultanlar gibi, dünyanın en üst noktasında, ulaşılmaz, pırıltılı bir yaşam sürerken, dünyanın tüm maddi değerleri içinde, hoşgörü ve sevgisiyle insanları saran, güçlü kişiliğiyle sorunlar karşısında dimdik ayakta kalmayı ve ailesini birarada tutmayı başaran, mutsuzluklardan mutluluk yaratan gerçek bir sultan bugünkü konuğumuz. Safiye Nadir. Her zaman gönüllerin sultanı olan, Kıbrıs Türk kadınının kimlik bulmasında önemli bir kilometre taşı Safiye Hanım veya çok sevdiği oğlu ile yakın dostlarının yakıştırdığı gibi Safiye Sultan.
1921 yılının soğuk yılbaşı gecesinde ailesinin ilk çocuğu olarak Lefkoşa’da dünyaya gelir Safiye Mustafa. Polis memuru baba Mustafa Şevki ile ev hanımı anne Havva Hanım’ın, tek kızıdır Safiye. Kendinden küçük iki erkek kardeşi Kemal ile Selçuk’un vefakar ablaları olur hep. Hiç yerinde duramayan enerji dolu, zeki kız Safiye 3 yaşına vardığında okula gitmesine karar verilir.
Baba Mustafa Şevki Bey’in görevi dolayısıyla Gazimağusa yakınlarında bulunan Paralim köyünde yaşayan aile, Safiye’yi Rum anaokuluna başlatmak zorunda kalır. Rum anaokulundaki eğitim ile birlikte Safiye Türkçe’nin yanında Rumca da konuşmaya başlar. 3 yıllık eğitimin sonunda Türkçe’den iyi Rumca konuşmaktadır küçük Safiye. Anaokulun ardından aile Safiye’nin Türk okuluna geçmesine karar verir ve Gazimağusa’daki okula kaydedilir. Ancak sınıf arkadaşlarından daha ileri bilgilere sahip olan Safiye, kısa bir süre sonra ikinci sınıfa geçirilir. Hafta içi Gazimağusa’da yatılı kalan Safiye, okulların tatil olduğu Perşembe öğle sonralarında, babasının görevi dolayısıyla mahkemeye gider. O zamanlarda şimdiki savcıların görevlerini üstlenen polisler ağır sorumluluklar taşımaktadır.
1920’li yılların yaşamında oldukça medeni ve ileri görüşlü bir anne babaya sahip olan Safiye ve kardeşleri oldukça şanslıdırlar. Babasının modern düşünceleri, anne Havva Hanım’ın kara çarşafın esaretinden kurtulan ilk kadınlardan olmasını sağlar. İngiliz egemenliğindeki adada yaşam İngiliz adetleriyle gelişmektedir. Safiye’nin spora olan ilgisini keşfeden babası Mustafa Şevki Bey, kızını teşvik ederek atletizm ve tenisle ilgilenmesini sağlar. İyi bir tenisçi olan Safiye, atletizmde de çeşitli ödüller kazanır.
İlkokulun ardından, Gazimağusa’daki ortaokula başlar Safiye Mustafa. Zeki ve çalışkan bir öğrenci olan Safiye, spor etkinlikleri yanında, çeşitli tiyatro gösterilerinde de rol alır. Zamanının modern giyimli, faal genç kızlarından olan Safiye Mustafa, gelecekteki profilini çizmektedir yavaş yavaş. Kendinden küçük erkek kardeşlerine çok düşkündür Safiye. En büyük eğlenceleri evde birlikte geçirdikleri vakitlerdir. Çocukluktan genç kızlığa geçişin bu en güzel günlerinin kısa bir süre sonra tamamen değişeceğinin farkında bile değildir küçük Safiye.
Safiye’nin hayatını değiştirecek en önemli olaylardan biri evlilik olur. Baf’tan Gazimağusa’ya tayin edilen genç polis memuru İrfan Nadir, Mustafa Şevki Bey’in yanında çalışmaya başlar. Mustafa Bey’in evinde yenen yemeklerden birinde, Safiye’nin duvardaki resmini gören genç polis memuru, Safiye ile evlenmeyi kafasına koyar. Safiye ile tanıştıktan sonra kendinden iyice emin olan İrfan Nadir, bütün cesaretini toplayarak amirinden kızını ister. İyi eğitim almış genç polis İrfan Bey, Mustafa Bey ile Havva Hanım’dan onay alsa da Safiye tarafından reddedilir. Ancak bu cevaptan tatmin olmayan İrfan Nadir, Safiye ile kendi konuşmak ister. Mustafa Bey’in onayı ile Safiye’ye, reddedilişinin nedenini soran İrfan Bey, nedenin polis olmasından kaynaklandığını öğrenir. Polislikten istifa edeceği sözünü veren İrfan Nadir, Safiye’ye evet dedirtmeyi başarır.
1937 yılında, 15 yaşında evlilik kararı alan Safiye, okulu bırakarak dikiş kursuna gitmeye başlar. Çalışkan bir öğrenci olan Safiye Mustafa’nın okul hayatı ortaokulda sona erer. İyi bir ev hanımı olmanın kuralı olarak görülen dikiş nakış, aslında gelecekte Safiye’nin hayatına yön verecektir. Düğün hazırlıklarının tamamlandığı, mutlu günün son haftasında, dördüncü bebeğini dünyaya getirmeye hazırlanan Havva Hanım, yaşama veda eder. En mutlu günlerinden birini yaşamaya, beyaz gelinlik giymeye hazırlanan Safiye, en acı günlerinden birini yaşar. Annesinin ölümü ile yaşamları alt üst olur. Fakat baba Mustafa Şevki Bey, gelinlik giyemeyen kızının yaşananlardan biraz uzaklaşması için İrfan Bey’le nikahlarını kıydırarak, İstanbul’da bulunan amcalarının yanına gönderir.
Mustafa Şevki bey daha sonra ikinci evliliğini gerçekleştirecek ve geride kalan oğullarına yeniden sıcak bir yuva sağlayacak, bu evlilikten olan Gökçen’de ailenin yeni ferdi olacaktı...
Ancak, Safiye Hanım ile İrfan Bey’in Mersin’e ulaştıkları gün kalp krizi geçirerek ölen amcaları da genç çift için acı bir anı olur. İstanbul’a gitmekten vazgeçen genç karı-koca Nadir’ler bir süre Mersin’de kalmaya karar verirler. İş bularak Mersin’e yerleşen genç çift kısa bir süre sonra, yönetimin talimatı üzerine geri Kıbrıs’a döner.
Kıbrıs’a dönerek Lefke’ye yerleşen Nadir ailesi, kendilerine yeni bir hayat kurarlar. Lefke’de tercüman olan İrfan Bey, yeni işine dört elle sarılır. Ev hanımı olan Safiye Hanım ise boş vakitlerini kitap okuyarak gçirir. 1938’de dünyaya gelen ilk kızı Meral’in adını okuduğu bir kitaptan 1941’de doğan oğlu Asilkan’ın adını da Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’ndan alan Safiye Hanım, tam bir kitap kurdudur. 1946’da dünyaya gelen ikinci kızları Bilge’nin adı da yine bir kitap kahramanındandır.
İki çocuklarının ardından Nadir ailesi Gazimağusa’ya taşınmaya karar verir. Gazimağusa’da kendilerine yeni bir hayat kuran Safiye ve İrfan Nadir, ticarete atılırlar. Ticaret yaşamı ile birlikte, Nadir ailesinin öyküsüdür başlayan. Takvimler 1944’ü gösterirken, Nadir çifti Gazimağusa’nın ilk kitabevi ve hediyelik eşya dükkanı olan I N Bookshop’u Maraş’ta hayata geçirir. Artık Safiye Hanım da eşi İrfan Bey’le birlikte çalışma yaşamındaki yerini alır. Babası gibi kocası da son derece modern görüşlere sahip olunca Safiye Hanım, zamanının ilk araba kullanan kadınlarından olur. Türk kadınına öncü olarak çalışma hayatına atılan Safiye Nadir, yıllarca evinde okuduğu kitaplarını ciltleterek, satışa sunar. Kısıtlı mali olanaklarla başlayan bu serüven kısa sürede önemli yol alır. İrfan Bey, Maraş’la Gazimağusa arasındaki uzak mesafeyi toplu taşımacılıkla ortadan kaldırmayı hedefleyerek bir otobüs şirketi kurar. Hedef, halka sağlanacak ucuz ulaşım imkanı ile ticari yaşamı hareketlendirmektir ve İrfan Bey amacına ulaşır.
Safiye Hanım, hem çalışan bir kadın hem de annelik vazifesini başarıyla yürütür. Nadir ailesinde geçerli olan sorumluluk ve disiplin kurallarıyla yetiştirdiği çocukları, hem kendi kendilerine yeterli olmakta hem de sırasında ailelerine yardımcı olmaktadırlar. Birbirlerine inanılmaz bir bağlılıkla bağlı olan aile fertleri, tek bir fert gibi hareket etmektedir. Herod of Attıca sokağında Rum ve İngilizlerle birlikte yetişen çocukların en büyük eğlenceleri, evde kendi aralarında yaşadıkları müzikli ve neşeli gecelerdir. Çocuklarının çaldığı enstrümanlara sesiyle eşlik eden Safiye Hanım’ın sürekli izleyeni olur İrfan Bey.
Uyumlu ve mutlu bir birliktelik sürdüren Safiye Hanım ile İrfan Bey, tüm yeni açılımlara birlikte karar verirler. Otobüs şirketinin ardından at çiftliği kuran Nadir ailesi, üretmeye ve başarıya doymayan bir yapıya sahiptir. Rum ve İngiliz işletmeciler arasından sıyrılarak, ticaret hayatının zirvesine yerleşen Safiye ve İrfan Nadir, restorant ve çay salonu işletmeciliğinde de en ön sıradadırlar. Kurulan otobüs şirketi sayesinde, ucuz ulaşım imkanları sağlanırken, Gazimağusa dışında da yerleşim birimleri oluşturulmasına vesile oluyorlardı ailece. Çalışan kadın olmaktan her zaman keyif alan Safiye Hanım, geceleri dahi evinde boş durmuyor, fırsat buldukça elişleriyle uğraşıyordu. Yıllarca evinden dışarıya çıkmayan Türk kadınlarına öncü olan Safiye Hanım, ailesinin temel taşıdır. Hafta sonları ailece at yarışlarında ve sinemalarda eğlenirken, yazın gelmesini sabırsızlıkla beklerdi Nadir ailesi. Turkuaz renkli Kıbrıs sahillerinde geçirdikleri yazlar, ömür boyu belleklerinde yer edecekti.
Başarılarla dolu bu keyifli yaşam, 1955 yılına gelindiğinde, Rum korkusu ile gölgelenmeye başlar. 1 Nisan 1955’de EOKA’yı kuran Rumlar, adada süren sakin yaşamı bozmaya başlar. Farklı din ve farklı dillere sahip olan Türklerle Rumlar arasında gerginlik başlar. EOKA tedhiş örgütü, Rum halkına telkinlerde bulunarak Türklerden alışveriş edilmesini engeller. Önce Türklerle ilişkilerini bitiren Rumlar, daha sonra Türkleri tehdit etmeye başlar. Bu dönemde Rumlara karşı örgütlenmeye başlayan bilinçli Türkler arasında Safiye ve İrfan Nadir de vardır. Safiye Hanım, Gazimağusa’da kurulan kadın örgütünün kurucuları arasında en öndedir. Mallarından sonra canlarını da tehdit eden Rumlara karşı silahlanmaya başlayan Türklere silah taşıyanlar arasında Safiye Hanım da görev alır. Araba kullanan ve Rumlar tarafından iyi tanınan Safiye Hanım, kocasının arabasını kullanarak Karpaz’la Gazimağusa arasında silah taşımacılığı yapar. 1959 yılına gelindiğinde, baskılara dayanamayan Nadir ailesi de yavaş yavaş Maraş’taki mallarını satarak Rumlardan uzaklaşmaya başlar. Baba İrfan Bey ile Safiye Hanım, önceleri sadece mala gelen zararın daha sonra canlarını tehdit etmeye başladığını görünce, İngiltere’ye giderek şanslarını denemeye karar verirler. Önce İrfan Bey gider İngiltere’ye. İngiltere’de yeni bir hayat şansı görünce, 1961 yılında ailesini de yanına alır. İstanbul’da eğitim gören Asil ile Meral yanlarında olmadığı için Safiye Hanım, küçük kızı Bilge’yi de alarak Londra’ya gider.
Safiye Hanım, bu yeni yaşam serüveninde de eşinin yanındadır. Safiye Hanım’ın ustalıkla yaptığı ve kendi gözetiminde götürülecek bir iş alanını tercih eder ikili. Gelecekte bir dünya devi yaratacaklarından habersiz, Nadir Modes’u kurarak tekstil dünyasına girer Safiye Hanım ve İrfan Bey. Safiye Hanım’ın yöneticiliğini ve çizimlerini yaptığı şirket konfeksiyon piyasasında kendine iyi bir yer edinir. Çocuk giyiminde yarattığı bir modelin tam 35 bin adet satması, Safiye Hanım için gurur verici bir olay olur. İngiltere’nin iş dünyasında hızlı adımlarla ilerleyen Nadir Modes, Nadir ailesinin oğlu Asil Nadir’in şirketin başına geçmesi ile yeni bir kimlik kazanır. Wearwell adını alan şirket, İngiltere’nin çeşitli yerlerinde şubeler açarak satışlarını artırırken, ihracattan da payına düşeni almaya başlar.
O yıllarda çocuklarının üçü de İngiltere’ye yerleşerek evlenen Safiye Hanım için yine güzel günler yaşanmaktadır. İngiliz kültüründen gelme alışkanlıklarıyla İngiltere’yi kısa sürede benimseyen Nadir ailesi, yine birlikte çalışmaktadır. Safiye Hanım’ın Kıbrıs’tan ayrılırken geride bıraktığı dostlukları, sevgileri artık tamamen ailesi üzerine yoğunlaşır. Her Pazar ailece annelerinde yenilen yemekler bir gelenek halini alır.Çocukları ve torunlarıyla geniş ve mutlu bir aile olan Nadirler, geleceğe güvenle bakmaktadırlar.
Asil Nadir’in işletmeciliğinde, Safiye Hanım ve İrfan Bey’in tecrübesi ile Wearwell, İngiltere dışına da taşmaya başlar. 1969 yılında Bilge Hanım ve eşi Fehim Nevzat’ın şirketi olan Fame Models ile birleşen Wearwell, holdingleşme sürecine girer. Oğlunun başarılarını gururla izleyen Safiye Nadir de işlerin başında olmayı sürdürür. 1973 Mayıs’ında Wearwell bir dünya şirketi olma yolunda ilk adımı atarak borsaya girer ve halka açılır. Ailece çok çalıştıkları bu yıllarda, başarılarıyla birlikte mutlulukları da artar. 1979 yılında Wearwell ’’İhracaatta yılın başarı ödülünü’’ alır. İngiltere Kraliçesi’nin elinden başarı ödülünü alan Safiye Nadir, çalışmalarının karşılığını iş dünyasının zirvesine yerleşerek görür.
Ama bu başarılar Nadirler ve özellikle Asil Nadir için yeterli değildir. 1979 yılında Wearwell, dünyaca bilinen Polly Peck şirketini bünyesine katarak bir imparatorluk kurar. Artık Nadir ailesi, başarıları ile dünyada kabul gören ve yıldızı gittikçe parlayan bir dev holdingin başındadır.
Dünya devi Polly Peck’le birlikte, turkuaz renkli kıyılarına hasret kaldıkları Kıbrıs da girer yaşamlarına Nadir ailesinin. Safiye Hanım, İngiltere’de yaşayan Rum iş adamlarının Güney Kıbrıs için yarattığı refah imkanlarını, Kuzey’de yaşayan Türkler için düşünmeye başlar. Vatan ve millet sevgisini her zaman en önde tutan Safiye Hanım ile İrfan Bey, 1976 yılında Kıbrıs’a dönerler. Yıllarca belleklerinde yaşattıkları turkuaza dönüşün başlangıcı olur bu ilk adım. Yıllar sonra turkuaza dönüşü gerçekleştirecektir tüm aile.
Adaya kesin dönüş yapan Safiye Hanım ile İrfan Bey, yine Safiye Hanım’ın kontrolünde, Kuzey Kıbrıs genelinde 1000-1500 kişiye konfeksiyon alanında iş imkanı sağlar. Yeni kurulan Kuzey Kıbrıs’ta yaşam zordur insanlar için. Birçok alanda varolan iş azlığı ada halkını işsizliğe ve fakirliğe mahkum etmiştir. Nadir çifti, önce Güzelyurt bölgesindeki narenciyenin heba olduğunu düşünerek, bu sahaya el atar. Sunzest narenciye fabrikası, Unı-pack karton fabrikası, tarım ürünleri ihracatı, ICP ilaç fabrikası derken, Nadir ailesinin işleri hızla gelişmeye başlar. Londra merkezli Polly Peck imparatorluğunu yöneten Asil Nadir de vatanı Kuzey Kıbrıs’taki yatırımlara öncülük ve destek vererek elini uzatır Kuzey Kıbrıs’a. Tüm bu alanların ardından turizm ve basın alanında da yatırımlara girişir Asil Nadir. Sınırlarını İngiltere dışına kaydırarak, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs bağlantılarını kuran Asil Nadir, aslında pek çok çevreyi rahatsız etmeye başlamıştır. Önlenemeyen bir hızla büyüyen Polly Peck, özellikle Rum ve Yunanlıları müthiş korkutur.
Asil Nadir’in önü alınamayan yükselişini durdurma kararı alan Rum ve Yunanlılar, Polly Peck üzerinde çeşitli senaryolar üretmeye başlarlar. Asil Nadir’e tehditlerle başlayan süreç hızla ilerler. Tam bu dönemde Kuzey Kıbrıs’taki işleri yürüten baba Nadir rahatsızlanır. Safiye Hanım, 49 yıl aynı yastığa başkoyduğu sevgili eşini çok kısa bir sürede yitirir. 50. evlilik yıldönümlerini büyük bir coşkuyla kutlamaya hazırlanan çifti ölüm ayırır. 1 Nisan 1986’da eşini kaybeden Safiye Hanım için bu dönem aslında zor günlerin başlangıcıdır. Acı ölümle sarsılan aile, Polly Peck üzerindeki kara bulutlarla endişeli günler yaşamaya başlar. Dünya üzerinde tanınmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni refaha kavuşturan Asil Nadir ve ailesi, bunun bedelini ağır ödeyecektir. Çirkin politik oyunlar sonucu, Polly Peck maliye tarafından incelemeye alınır, bu olay sonun başlangıcıdır aslında. Asil Nadir’in öldüğü yolundaki bir haber borsayı darmadağın eder. Polly Peck artık yokolma sürecine girmiştir.
Eşinin ölümü ile şoka giren Safiye Hanım, oğlunun yaşadıklarını izlerken inanamaz. Mükemmel bir şekilde süren yaşamları, sürekli kar eden şirketleri, sihirli bir dokunuşla yokolma noktasındadır. Herkese yardım elini uzatan, sevgisi ve iyiliğiyle çevresine mutluluk saçan Safiye Hanım, yaşama sevincini kaybeder. Ailenin Polyanna’sı mutsuzdur. Türkiye’de yaşayan aile fertleri, Safiye Hanım’a gönderdikleri Pollyanna kitabı ile onun eski günlere dönmesini arzularlar. Kendini oyalayacak çeşitli faaliyetlere katılsa da Safiye Hanım, mutsuzdur.
Biricik oğlu Asil Nadir’in yokolan imparatorluğunu izlemek, ağır gelir Safiye Sultan’a. Zor günlerin yaşandığı 90’lı yıllarda bir gece ansızın dünyası değişir Safiye Hanım’ın. Oğlu Asil Nadir, hayatları boyunca güvendikleri İngiliz adaletine olan inancını yitirmiş bir halde turkuaz renkli kıyılarıyla, taşı ve toprağıyla çok sevdiği ülkesine döner. 1 Mayıs 1993 yılında adaya dönen Asil Nadir, Safiye Hanım’a tekrar hayat verir.
Memleketleri Kıbrıs’ta tekrar biraraya gelen Nadir ailesi, Safiye Hanım’ın toparlayıcılığıyla yeniden güç kazanır. Ailesini her alanda koruyan ve kollayan Safiye Hanım, yıllar öncesinden yarattığı geleneksel hafta sonu yemekleri ile de ailenin bağlılığının devamını sağlar. Çok iyi bir aşçı olmadığını iddia etse de Safiye Nadir’in mutfakta yarattığı lezzetlerin tadını bilen biliyor. Yaşamın Mutfağından programı için hazırladığı sebzeli köfte de Safiye Hanım’a annesinden miras.
İlerlemiş yaşına rağmen enerjisinden hiçbir şey kaybetmeyen Safiye Nadir’i yardım bekleyenlerin yanında görmek mümkün. 1940 yılların Kıbrıs’ından bugüne, çeşitli yardım faaliyetleri içinde yeralan Safiye Hanım, herkesin yardımına koşmayı, sevgi elçisi olarak umut dağıtmayı görev edinmiş kendine. İngiltere’den Türkiye’ye ve Kıbrıs’a uzayan faaliyet alanı içerisinde çeşitli okullar açarak toplumuna destek olan Safiye Hanım, nerdeyse bildik bütün derneklerin gönüllü üyesi durumunda. Çeşitli sağlık sorunları nedeniyle zaman zaman uzaklaşsa da özellikle sağlık ve eğitim alanlarında her zaman faaliyette Safiye Nadir. İnsanlara yardım ederken sonsuz bir mutluluk duyan Safiye Hanım’ın yardımseverliğini ülkemizde bilmeyen yok. Girne Rehabilitasyon Merkezi, İngiliz Kültür Derneği ve Özgürada Lions Kulübü’nün üyesi olarak her faaliyette yer alan Safiye Nadir için yaşam, yardım yaparken daha anlamlı. Tecrübeleri, sevgisi ve sabrı ile herkese örnek olan Safiye Hanım’ın dostları hep artmış hiç azalmamış.
Nadir ailesinin temel direği Safiye Hanım’ın mutluluğu, torunları ile birlikte artarak devam etmiş hep. Çocuklarının ardından torunları, torunlarının ardından torun çocukları girmiş yaşamına Safiye Nadir’in mutluluğunu katlayarak, çoğaltarak. Hele kendi adını taşıyan küçük Safiye, başka bir anlam katmış yaşamına. Dünyanın her haline şahit olmuş yaşam öyküsünde, ailesini bir arada tutan, başarılarına kaynak olan Safiye Sultan, bitmeyen bir öykünün baş kahramanlarından biri olmuş aynı zamanda. Annesinin kendisine olduğu kadar kendisi de annesine düşkün olan oğlu Asil Nadir’e yeniden bir imparatorluk yaratma konusunda tam destek veren Safiye Nadir, ‘’Bitmemiş bir film’’ olarak tanımladığı Nadir ailesi serüveninin mutlu sonunu beklemekte heyecanla.

Necla Nasıfoğlu
Hayatımızda her zaman farklı bir yere sahiptir öğretmenlerimiz. Annelerimizin ardından ikinci annelerimizdir onlar. Bütün öğrencileri kendi çocukları gibidir hep. Necla Hocanım için de hep özel oldu öğrencileri. Özellikle yardıma ihtiyacı olduğunu hissettiği, problemleri olan çocuklara daha yakın hissetti kendini. Çocuklara yakın olmak onun için çok kolaydı. Çünkü kendinden küçük 3 kardeşinin büyümesinde annesinin en büyük yardımcısıydı. 24 Ocak 1932’de 4 kardeşin en büyüğü olarak İstanbul’da dünyaya gelen Necla Özdemir, İstanbul’u tam 25 yıl sonra görecektir. Devlet memuru baba Niyazi Özdemir ile ev hanımı anne Ülfet Özdemir en büyük kızı olarak dünyaya gözlerini açan bebek Necla ile annesinin arasındaki yaş farkı sadece 14 yıldır. Nerdeyse iki kardeş gibi büyüyen Necla ile annesi Ülfet Hanım’ın ilişkileri hep çok iyi olur. Çok sakin sessiz bir çocuk olan Necla, kendinden sonra doğan 2’si erkek biri kız 3 kardeşinin de bakıcısı gibi olur. Baba Niyazi Bey’in görevi dolayısıyla ilkokula Erzurum’da başlar küçük Necla. İlk hatıraları Erzurum’un bir ilçesi olan Hasankale’ye aittir. Hoşgörülü, sevecen, insanlarla çabuk ilişki kuran anne Ülfet Hanım ile disiplinli, otoriter baba Niyazi Bey, çocuklarının birbirine bağlı, anne babaya saygılı birer fert olarak yetişmesine özen gösterirler. Ailedeki beraberliğin her zaman sürmesi gerektiğine inanan Niyazi Bey, özellikle sofrada çocuklarının tümünü görmek isterdi. Sokaklarda oyunun söz konusu bile olmadığı 30’lu yılların Erzurum’unda yetişen küçük Necla, ortaokul yaşlarına gelince babasının görevi Urfa’dadır. Anadolu’yu adım adım gezen Necla için Urfa çok farklı bir dünyadır. Sokağa açılacak penceresi dahi olmayan evleri ve belirgin özelliklere sahip insanları ile Urfa belleğinde yer etmiş Necla’nın.
Okul yaşamı boyunca vasat bir öğrenci olan Necla Özdemir, ortaokulun ardından, lise eğitimine Denizli’de başlar. Doğu illerinin ardından Denizli inanılmaz moderndir, Necla için. Farklı ortamlarda farklı insanlarla büyüyen Necla, çok kolay arkadaş edinen, kolay iletişim kurabilen, dost canlısı bir yapıya sahip olur. Kardeşleriyle problemsiz, sevgi dolu bir bağ kuran Necla, her zaman onların yanında, çok sevdikleri ablaları olur. Ancak ev işlerinden özellikle de bulaşık yıkamaktan nefret eden Necla, çeşitli kurnazlıklar sonucunda bulaşıkları, küçük kızkardeşi Sümer’e yıkattığını anlatıyor yıllar sonra. Bulaşıkların karşılığında Sümer’e ait birkaç parça dikişi de göz boyamak için diktiğini itiraf ediyor.
Vasat okul yıllarına rağmen ailesinin yüksek eğitim alması konusunda desteğini gören Necla, üniversite çağına ulaştığında aile artık Ankara’dadır. Hangi okulu seçeceğine bir türlü karar veremeyen Necla, bir gün Ankara Üniversitesi Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi önünden, annesi ve kendi gibi Necla isimli arkadaşıyla geçerken, binanın yapısını çok beğenerek annesinin de isteği üzerine tarih okumaya karar verir. 1951 yılında Necla Özdemir ve adaşı Necla, aynı üniversiteye kaydolurlar.
Binasını beğenerek girdiği okulunu zamanla sever Necla. Fakültenin ikinci sınıfına geldiğinde ise hayatında yeni sayfalar açacağının farkında bile değildir. 1952 yılının 29 Ekim sabahında fakülteye girerken, cadde üzerinde durarak yoldan geçen tören kortejini selamlar vaziyette izleyen bir genç dikkatini çeker Necla Hanım’ın. Bu genç kısa bir süre sonra hayatına girecek ve ölene dek aynı yastığa baş koyacağı gelecekteki eşi Hüseyin Nasıfoğlu’dur aslında. Başka arkadaşları ile ilgili olarak konuşup tanıştığı Hüseyin Bey, bir daha çıkmaz hayatından Necla Hanım’ın. Üniversite 2’de başlayan arkadşlıklarını gizli gizli sürdürür Necla Hanım ile Hüseyin Bey. Otoriter baba Niyazi Bey’e, gittikçe derinleşen arkadaşlığını anlatamaz Necla.
Bu arada, kardeşlerinin 3’ü de akademiye girerek subay olmaya karar verir Necla Hanım’ın. Kızkardeşi Sümer Hanım da erkek kardeşleri gibi akademiye gitmeyi tercih eder. Ailede sivil yaşamı seçen tek kişi olur Necla Özdemir. Üniversitede de öğrenim yaşamının diğer evrelerinde olduğu gibi çalışmaya pek hevesli olmaz Necla Hanım. Ancak Hüseyin Bey’le arkadaşlığı bu konuda imdadına yetişir. Aynı fakültede okuyan ikili birlikte çalışarak sınavlardan başarıyla çıkarlar. Bu arada Hüseyin Bey’in ağzından düşmeyen Kıbrıs, gittikçe daha çok ilgisini çekmeye başlar Necla Özdemir’in. Anadolu’yu ailesi ile birlikte adım adım gezen Necla, Kıbrıs konusunda bilgisiz olduğunu farkeder ve adayı görmek için büyük bir merak duyar.
1955 yılında, Dil-Tarih’i bitiren Necla ile Hüseyin, Niyazi Bey’in iznini alarak evlenmek isterler. Ancak Niyazi Bey, o yıllarda savaş ortamında bulunan Kıbrıs’a kızını göndermek istemez. Fakat araya giren Kıbrıslı bir aile dostları Necla Özdemir ile Hüseyin Nasıfoğlu’na evlilik iznini kopartır ve nişanlanırlar. 1956 yılında Baf Kolejine tayin alan Necla Hanım ile annesi, 3 Ağustos 1956 günü, deniz yolculuğu ile adaya ulaşırlar. Kıbrısla ilgili ilk izlenimi pek de olumlu olmaz Necla Hanım’ın. Bir Avrupa ülkesine gittiği düşüncesi adaya ulaşması ile son bulur. Binaların barakalardan oluştuğunu farkeden Necla Hanım, sükut-u hayale uğrar. Ulaşımın nerdeyse imkansız olduğu zor şartlarda Limasola ulaşan anne Ülfet Hanım ile kızı, 20 gün kaldıkları Limasol’dan sonra, Baf’a geçerler. 1 yıllık görevin ardından Necla Hanım ile Hüseyin Bey, Ankara’ya dönerek 1957 yazında evlenirler. Ankara’daki orduevinde yapılan düğünde Necla Hanım, eşinin akrabaları olmayacağı için üzülür. Ancak salona ulaştıklarında buldukları kalabalık bir Kıbrıslı kadın grubu karşısında şaşırırlar. O dönemde Ankara’ya giden ilk kadın grubu olan topluluk, yoldan geçerken gelinle damadı görüp, damadın da Kıbrıslı olduğunu öğrenince düğün salonuna gelerek, yeni evlileri kutlarlar.
Düğünün ardından Baf’taki görevlerine dönen ikili, Rum mahallelerinden birinde kiraladıkları sahibi Türk olan evlerine yerleşirler. İlk öğrencileri ile ilişkileri çok farklı olur Necla Hocanımın. İlgisini en çok çeken çocuklar hep yardıma muhtaç ve kontrol edilemeyen haşarı çocuklar olur. Onlarla bir abla bir anne gibi ilgilenen Necla Hanım, öğretmenliği çok sever. O yıllarda Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin görev aldığı Baf Koleji’nin adı 1958 yılında öğretmenler kurulunun kararı ile Hüseyin Nasıfoğlu’nun önerdiği isim olan Kurtuluş Lisesi adını alır. Türklerle Rumların karma yaşadığı Baf bölgesinde, Türklük duygularını, milli heyecanları daha çok yaşatmak için eğitim veren öğretmenler arasına kısa sürede katılır Necla Hanım da. Rum taşkınlıkları karşısında kendisi de müfredat dışına çıkarak öğrencilerine Ankara’yı, Türkiye’nin verdiği Kurtuluş Savaşı’nı ve asker olan kardeşlerinden etkilenerek Harp Akademilerini anlatır. Harp Akademisi’nde eğitim görmenin koşullarını aktardığı öğrencilerinin bugünlerin subayları olduğunu ifade eden Necla Nasıfoğlu, Baf’ın her zaman için kalbinde özel bir yeri olduğunu vurguluyor. 7 Haziran 1958’de Baf’ta başlayan çatışmaların yaşamları için tehlike oluşturduğunu bilseler de evlerini terketmeyen Nasıfoğlu ailesi, 1961 yılına kadar Baf’ta kalırlar.
23 Temmuz 1958 yılında, Ankara’da tatilde iken Necla Hanım’la Hüseyin Bey’in ilk çocukları Canan doğar. Yaşanan olumsuzlukların içerisinde Canan onların dünyasına bir güneş gibi doğar. Bebekle birlikte Ada’ya dönen Necla Hanım’la Hüseyin Bey’i zor günler beklemektedir. Bebeğe bakması için Ülfet Hanım’ı da beraberlerinde getiren ikili, gelecek karanlık günleri görmektedirler aslında.
1961 yılında Lefkoşa’ya tayinleri çıkan Nasıfoğlu ailesi, başkente gelerek Köşklüçiftlik’te sınıra yakın bir eve yerleşirler. Lefkoşa Kız Lisesi’nde göreve başlayan Necla Hanım, öğretmenliğindeki mutlu dönemlerinden birini daha yaşarken, Kıbrıs’ta ortam gittikçe ısınmaktadır. Her yıl yaz tatillerini Ankara’da geçiren Necla Hanım ile Hüseyin Bey, 1963 yazında, çoluk çocuk yine Ankara’ya giderler. Tatilin bitimiyle Kıbrıs’a dönen Necla Hanım ile Hüseyin Bey, Kıbrıs’ta yaşanan karışık günlerden korkarak kızları Canan ile anne Ülfet Hanım’ı Ankara’da bırakırlar. Anne-babasından ayrılmak hiç hoşuna gitmez Canan’ın. Gönderilen hediyeleri bile reddeder sonraları. Bu istenmeyen ayrılık döneminde Ankara’da okula da başlar Canan.
Kıbrıs’ta tam bir yokluklar dönemi yaşayan Necla Hanım ve eşi, zor günler geçirirler. Bu günlerde ikinci çocuğuna hamile olan Necla Hanım, 63 olaylarının başlaması ile Baf’tan arkadaşı olan Nuray Hanım’ların evine geçici olarak gider. Ancak tam sınırda olan evine dönmesi tam 2 ay alır Necla Hanım’ın. Bu arada 16 Ocak 1964’de oğlu Niyazi’yi de arkadaşı Nuray Hanımların yanında dünyaya getirir. Kendilerini 2 ay boyunca evlerinde barındıran Alioğlu ailesi ile dostlukları 40 yılı aşkındır sürüyor Nasıfoğlu ailesinin.
2 ayın ardından evlerine dönen Necla Hanım ile Hüseyin Bey, savaşın soğukluğunu her gün hissederler. Bebeğine yedirecek mama bulmakta zorlanan Necla Hanım, oğlu 8 aylığa ulaştığında onu da Ankara’ya götürerek annesine bırakır. Ancak bu ayrılığa en çok 1 yıl dayanabilen Necla Hanım, çocuklarını geri getirir. 1967 yılında Gazimağusa’ya tayin alan Necla Hanım ile eşi, Gazimağusa’ya yerleşirler. Yine şehir dışında yol üzerinde bir eve yerleşen aile, Namık Kemal Lisesinde göreve başlarlar. Ancak okulda yaşanan sıkıntılar Gazimağusa’yı sevdirmez Necla Hanım’a. 3 yılın sonunda Lefke Gazi Lisesi’ne çıkan tayin hem Necla Hanım’ı hem de eşini çok mutlu eder.
Lefke’yi de Lefkelileri de çok seven Necla Hanım, 1973 yılına kadar Lefke Gazi Lisesi’nde görev yapar. 1973 yılında baba ocağı Limasol’a tayin alan Nasıfoğlu ailesi çok mutlu olur. Limasol 19 Mayıs Lisesi’nde görev alan Necla Hanım ile müdür olan Hüseyin Bey, Limasol’a gelene kadar neredeyse bütün yerleşim birimlerini gezerler. Limasol’a dönmekten son derece mutlu olan aile, Kıbrıs’taki karışıklıktan, Türk-Rum çatışmalarından huzursuzdurlar. Sokaklarında devriye gezen Rum askerlerinin rahatsız edici davranışlarına maruz kalan Nasıfoğlu ailesi, diğer Türkler gibi çaresizdir aslında...
1974 yazında her yaz olduğu gibi evlerinden çıkarak Ankara’ya gider Nasıfoğlu ailesi. Tatil amaçlı çıktıkları evlerine bir daha dönemeyeceklerini hiç düşünemez Necla Hanım. 20 Temmuz Barış Harekatı’nın yaşandığı günlerde Ankara’da kalan Necla Hanım ve eşi, savaşı Ankara’dan izlerler. Harekatın bitmesi ile birlikte hemen Ada’ya dönen Nasıfoğlu ailesi, adaya Girne’den girerler. Kıbrıs’a ilk geldiği yıl hayran kaldığı Girne, güzelliği ile yine Necla Hanımı büyüler. Nasıfoğlu ailesi adaya dönmüştür ama evlerine dönememiştir aslında. Evsiz barksız kalan aile çok severek Girne’ye yerleşir.
Necla Hanım, hayran olduğu Girne’de yaşamaya başlar. Girne Anafartalar Lisesi’ni açan eşi Hüseyin Nasıfoğlu ile birlikte yine eğitim ordusunun birer neferi olurlar.
Uzun yıllar öğretmen olarak beraber çalışan Necla Hanım, eşi Hüseyin Bey’in müdür olması ile kendini diğer öğretmenlerin yanında biraz rahatsız hissetse de, kısa sürede arkadaşlarına kendini kabul ettirmeyi başarır. Eşinin müdürlüğü boyunca öğretmenler odası ile müdür arasında bir bağlantı olan Necla Hanım, tepkileri hep hoşgörüyle karşılamış.
Yıllarca yokluklar içinde yaşayan, savaşlar gören toplumun yaralarının sarılması hiç de kolay olmaz. Yerleşime yardımcı olmak amacıyla görevlendirilenler arasında olan Necla Hanım, toplumun bozulan psikülüjisi yanında savaş sonrası yaşanan yağma ortamına da şahit olur. 1974 öncesinde yaşamayanların 74 sonrasının kıymetini bilemediklerini anlatan Necla Hanım, 74 öncesinin bir mücadele dönemi olduğunu ifade ediyor. Barış Harekatı sonrasında kurulan devlette bolluk ve zenginlik yaşandığını ifade eden Necla Hanım, ekonomik krizin sadece Kuzey Kıbrıs’ta değil tüm dünyada yaşandığına dikkat çekiyor. Kıbrıs Türkünün yaşama hakkına 1974 sonrasında sahip olduğunu vurgulayan Necla Hanım, temelde savunulanın aynı olduğunu ancak şimdiki gençlerle, 74 öncesini yaşayanların bu düşünceleri farklı yansıttığına inanıyor. Zaman zaman kendi çocukları ile de fikir ayrılığına düştüğünü anlatan Necla Hanım, Kıbrıs Türkü’nün davasının henüz sona ermediğini vurguluyor.
Göçlerle, sıkıntılı dönemlerle dolu yaşamlarında mutluluğu 74 sonrasında bulduğunu ifade eden Necla Hanım, çocuklarını da bu zor koşullar içerisinde büyütür. Takvimler 1981’i gösterdiğinde, kızı Canan’ın ardından oğlu Niyazi’yi de Ankara’ya eğitime gönderen Necla Hanım, öğretmenlik yaşamına nokta koyar ve emekli olur. Öğrencileri tarafından çok sevilen ama aynı oranda saygı duyulan, notu kıt Necla Hocanım, öğretmenlik yaşamını 25 yıla sığdırır.
Kendini mutlu bir emekli olarak tanımlayan Necla Hanım, bulaşık işini hiç sevmese de yemek pişirmek onun için bir tutku. Her Pazartesi geleneksel hale getirdiği aile yemekleri ile, ailesinin sürekliliğini ve bağlılığını sürdürmeye özen gösteriyor. Çocuklarına ve torunlarına en güzel yemekleri hazırlayan Necla Hanım, mutfağa girdiğinde harikalar yaratıyor. Mutfak ustası Necla Hanım, sosyete mantısını da Yaşamın Mutfağı izleyicileri için anlatıyor.
Öğretmenliğin ardından tamamen boş kalan Necla Hanım, tüm zamanını 26 yıldır başkanlığını yürütttüğü Kadınlar Konseyi Girne Şubesi’ne ayırmaya başladı. 1957 yılında başladığı dernek faaliyetlerini 74 sonrasında daha yoğun bir şekilde yürüten Necla Hanım, şimdilerde de zamanının çoğunu dernek faaliyetlerine ayırmış.
Mutlu bir emeklilik geçiren Necla Hanım, 74 sonrasında Kadınlar Konseyi Başkanı Latife Birgen’in Derinya’da yapılacak bir kadınlar yürüyüşüne destek istemesi ile dernek çalışmalarına başlamış. 2 yılda bir yapılan başkanlık seçimlerinde 26 yıldır sürekli başkan seçilen Necla Hanım, derneklerin sayıca az olduğu dönemlerde, daha yoğun çalıştıklarını ancak derneklerin çoğalması ile faaliyetlerinin ve üyelerinin kısıtlandığını anlatıyor. Son 2 yıldır yardım faaliyetleri yanında kültür faaliyetlerini de başlattıklarını anlatan Necla Hanım, Kıbrıslı sanatçıların eserlerinin bulunduğu bir kütüphaneyi de hayata geçirdiklerini anlatarak, amaçlarından birinin de bu kütüphaneyi zenginleştirmek olduğunu vurguluyor. Boş vakit geçirmeyi sevmeyen Necla Hanım, Ulusal Mücadele Vakfı Mütevelli Heyeti’nde de yer aldığını ve çalışmalarına katıldığını anlatıyor.
Yıllarca çalışma hayatı içerisinde, şimdilerde de sosyal yaşamın içerisinde kültürel yaşamımıza katkı koymaya çalışan Necla Nasıfoğlu, birçok gence örnek olacak güzel projeler peşinde mutlu bir emekli.

Nuray Yeşiladalı
O bir Kıbrıslı. Dostları tarafından da böyle tanımlanmak hoşuna gidiyor. Ülkesini ve insanlarını çok seven, vatanına hizmet için çalışan, sevgi yüklü bir insan Dr. Nuray Yeşiladalı. Duygularının en içtenliği ile sevgisini sözlere ve notalara aktaran, Kıbrıs Türk müzik dünyasının başarılı bir bestecisi aynı zamanda.
Nuray Cemal, 1946 yılında Limasol’da doğar. Anne Şefika Hanım ile baba Cemal Hüdaverdi’nin 5. çocuğu olarak dünyaya gözlerini açan küçük Nuray, kazara dünyaya gelse de ailenin en sevilen bebeği olur. 4. kardeşin ardından uzun bir süre sonra doğması, kendi için bir avantaj olur. El bebek gül bebek ve şımartılarak büyütülen küçük Nuray, ailenin altın kızıdır. Çünkü o güne kadar gemilerde çalışan baba Cemal Kaptan, Nuray’ın doğumu ile birlikte iş değiştirerek bir bakkal dükkanı açar. Kızının aileye uğur getirdiğine inanan Cemal Bey, kızını altın kızım diyerek sever hep. Yokluklar döneminde dünyaya gelen küçük Nuray, eğitimsiz anne-babanın, çok iyi eğitim almış çocuklarından biri olarak büyür. İnsanların tamamına yakını akraba olan bir sokakta büyüyen Nuray, mutlu ve huzurlu bir çocukluk geçirir. Herşeyin birlikte yapıldığı, insan ilişkilerinin en güzelinin yaşandığı keyifli bir ortamda büyüyen küçük Nuray, ilkokula Limasol’da başlar. Ablasının öğretmen olduğu okulda öğrenci olmanın zevkini yaşayan Nuray, tüm sosyal faaliyetlerde yer alır. Piyeslerde oynayan, müzik çalışmalarına katılan Nuray, sınıfının en haşarı çocuklarından biridir aynı zamanda. Sınıfta sürekli gülen, arkadaşlarıyla muziplikler yapan Nuray, çoğu zaman kendini dışarda bulurdu. Ancak sınıfın bu haşarı kızı aynı zamanda, sınıfın en başarılı öğrencilerinden biridir.
İlkokul yıllarında müziğe olan yatkınlığı da ortaya çıkan Nuray, ilkokul 4’ten itibaren keman dersleri almaya başlar. Keman derslerini hiç ihmal etmeyen Nuray, böylece yaşamında önemli yer tutacak kemanıyla tanışmış olur.
Ortaokulu da Limasol’da okuyan Nuray, yine çok sosyal ve çok aktiftir. Dersleri ile birlikte götürdüğü okul yaşamı hep başarılarla doludur. İzcilik, müzik tiyatro gibi etkinlikler de okul döneminde yer alır. Müzikle o kadar haşır neşirdir ki Nuray, kemanı hep yanıbaşındadır.
19 Mayıs lisesine gittiğinde de ayrılmaz kemanından Nuray. Müzikle birlikte edebiyatı da çok seven Nuray Cemal, yazdığı güzel yazılar ve şiirlerle o dönemde ‘’Altın Kalem’’ ödülü kazanır. Ailesinin her konuda desteğini gören Nuray Cemal, 1965 yılında liseden iftiharla mezun olur. Sanat ve edebiyatta çok yetenekli olmasına karşın, liseyi bitirdiğinde tıp eğitimi almaya karar verir Nuray.
Henüz 17 yaşında liseyi bitiren Nuray, İngiltere’de yaşayan ablasının yanına giderek orda tıp eğitimi almaya karar verir. Ailesinin de onayını alan Nuray, Limasol’dan gemi ile İngiltere’ye gider. Ancak İngiltere’de, Kıbrıs’ta aldığı lise diploması kabul görmez. Hemen bir yatılı okula kaydolan Nuray, tıp okumaya kararlıdır ve sınavlara hazırlanmaya başlar. Ancak 1 yılın sonunda, alınacak öğrenci sayısının azlığı ve sınavların zorluğunu duyan Nuray Cemal, İstanbul’a giderek eğitimine orda devam etmeye karar verir. Londra’da kaldığı bir yıl boyunca lisanını geliştiren Nuray, 1966 yılında İstanbul’a giderek Kıbrıslıların girdiği üniversite sınavına katılır. Çapa Tıp Fakültesi’ni kazanan Nuray, amacına ulaşır.
Müzik ve edebiyattan tamamen ayrı bir eğitim görmeye başlayan Nuray, derslerinin ağırlığı nedeniyle çok sevdiği kemanından da ayrı düşer. Kemanı gibi ailesi de çok uzak kalır Nuray’a. Ulaşım ve haberleşme imkanlarının neredeyse yok sayılabileceği bir dönemde İstanbul’da olan Nuray, ailesinden uzak zor günler geçirir. Kendini çok yalnız hisseden Nuray, tüm zamanını derslere verir. Tıp fakültesinin 2. sınıfına geldiğinde yalnızlığını paylaşan bir arkadaşı olur Nuray’ın. Kendisi gibi Kıbrıslı olan Zekai Yeşiladalı ile tanışır. Bu arkadaşlık hayat boyu sürecek bir birlikteliğe dönüşür kısa sürede. Dişçilik Fakültesinde öğrenim gören Zekai Yeşiladalı ile Nuray Hanım’ın beraberlikleri sürekli olur. Ailesinden uzakta yalnız olan Nuray Cemal’ın tüm sorunlarına ortak olur Zekai Yeşiladalı. Fakültede de diğer öğrenim yaşamında olduğu gibi başarılı ve hırslıdır Nuray. Derslerinin ağırlığına rağmen tıp fakültesini çok severek okur Nuray Cemal. 2 yıllık arkadaşlığın ardından Nuray Hanım ile Zekai Bey ailelerinin de onayını alarak 1968’de nişanlanırlar. Dişçilik okuyan Zekai Bey, Nuray Hanım’dan önce mezun olur. Nuray Hanım da son sınıfa geldiğinde Limasol’da gerçekleştirdikleri düğünle 1971 yılında Zekai Bey’le evlenirler. Zekai Beyin ardından bir yıl sonra Nuray Hanım da okulu tamamlar. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip olan Zekai Bey’in askerliği nedeniyle yeni evli çift düğünden sonra Mardin’e gider. Mardin, Dr. Nuray için çok farklıdır. 70’li yılların Mardin’inde yaşayan insanların Türkçe bilmediğini Arapça konuştuklarını anlatan Nuray Hanım, ancak tercüman vasıtasıyla anlaştıklarını ifade ediyor.
Dr. Zekai Bey’in askerliğinin tamamlanmasının ardından İstanbul’a dönen ikili, kendilerine yeni bir yaşam kurarlar. Dahiliye ihtisasına başlayan Dr. Nuray ile yeni bir işe başlayan eşi çok mutludurlar. Ancak bu dönemde Kıbrıs’ta yaşanan savaş, ikisi için de üzüntü verici olur. Yıllarca ailelerinden uzakta yaşayan yeni evliler, 74 Barış Harekatının yaşanması ile birlikte, vatanlarına duydukları özlem artar.
Barış Harekatı’nın ardından Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın, yurt dışında yaşayan Kıbrıslılara yaptığı çağrıya uyarak, Ada’ya dönmeye karar verir yeni evliler. Yeni yaşamlarında ülkelerine hizmet ederek yaşamanın kendileri için en doğru tercih olduğuna inanarak, Kuzey Kıbrıs’a dönerler. Ve bu kararlarından asla pişmanlık duymazlar.
Ada’ya dönüşün ardından Alsancak’a yerleşir Dr. Nuray Hanım ile eşi. Yaklaşık 8 ay Lefkoşa’daki hastanede çalışan Dr. Nuray Hanım, bu sürenin ardından Lapta’ya görevlendirilir. Savaşın ardından yeni toparlanmaya başlayan Lapta’da Lapta Sağlık Merkezi’nin Sorumlu Hekimliği’ne getirilir Dr. Nuray Yeşiladalı. Bölgedeki tek sağlık kuruluşu olan merkezde görev alan Dr. Nuray, 14 köyün de sorumlu hekimi olur. Nerdeyse günün 24 saati çalışan Nuray Hanım’ın boşa geçirecek tek bir dakikası bile yoktur. Sağlık Merkezi ile birlikte Lapta Huzurevi’nin de sorumluluğunu yürüten Dr. Nuray, yoğun bir çalışma temposuna girer. 1976 yılında Huzurevi’nin Yönetim Kurulu Başkanlığı’na atanan Dr. Nuray Yeşiladalı, o güne kadar huzurevinde birlikte yaşayan yatılı hastalarla, kendine bakabilen yaşlıların ayrılması gerektiğine karar verir. Yönetim Kurulu’ndan çıkarılan bir kararla kronik hastalarla yaşlılar ayrılır. Sağlık açısından bunun gerekli olduğuna inanan Dr. Nuray, huzurevini yaşlıların son zamanlarını geçirebilecekleri bir yere dönüştürdüklerini anlatıyor. Huzurevinin yaşamında ayrı bir yere sahip olduğunu ifade eden Nuray Hanım, çalışmalarının karşılığını güzel bir jestle almış. Huzurevi arkasında yeşillendirerek koruluk haline getirilen araziye ‘’Dr. Nuray Yeşiladalı Koruluğu’’ adını veren sağlık bakanlığı, Nuray Hanım’ı onore eder.
Huzurevi, köyler ve hastalar üçgeninde, Dr.Nuray Hanım’ın en çok ilgisini çeken talasemiyalı çocuklar olur. Pahalı ilaçlar, imkansızlıklar ve çeşitli sorunlar yumağı içerisinde yoğrulan bu kesim ilgiye muhtaçtır. Yeni kurulmaya çalışılan bir düzende, zaten yaşamları zor olan bu çocukların hayatı daha da zorlaşmaktadır....
Dr. Nuray Yeşiladalı, yoğun çalışma temposu içerisinde bu çocuklara daha çok zaman ayırmaya başlar. Her geçen gün düzelen yeni toplumsal yapının ardından kendini talasemiya çalışmalarının içinde bulur. Akdeniz bölgesine özgü bir hastalık olan talasemiyanın artışını önlemek için, hasta ailelerinin de desteği ile 1978 yılında Talasemi Derneği kurulur. İmkansızlıklar içerisinde kurulan bu dernek, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü ve çeşitli ülkelerle yapılan yazışmalar sonucunda dünyaya sesini duyurur. Bu konuda eğitime duyulan ihtiyaç ile ülkede gerekli olan yasal düzenlemeler konusunda Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın da desteği alınarak çeşitli çalışmalar yapılır. Dünya Sağlık Örgütü tarafından sağlanan cihazlarla, talasemi taramalarının başlamasını sağlayan Dernek, çeşitli yayınlarla halkı bilinçlendirmeye çalıştı. İskan Bakanlığı’nın verdiği bir binada çalışmalarını sürdüren Talasemi Derneği, nikah öncesi talasemi kontrolunu zorunlu kılan yasal bir çalışmaya da öncülük etti. Yoğun çalışmaların sonucunda, nikah öncesi talasemi kontrolunu zorunlu kılan ve Taner Erginel tarafından kaleme alınan Aile Değişiklik Yasası, 10 Nisan 1980’de resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Tüm bu çabalar kısa sürede meyvesini verir. Yılda 25-30 talasemili çocuk doğumunun yaşandığı ülkemizde, bu sayı sıfıra yaklaşır. Etkin çalışmalarla dünya üzerinde talasemiyi sıfırlayan tek ülke olduğumuzu söyleyen Dr. Nuray Yeşiladalı, bu alandaki en gelişmiş kontrollerin de ülkemizde yapılabildiğini anlatıyor. Kuzey Kıbrıs’ın bugün artık, talasemi teşhisinin en ileri noktasında olduğunu vurgulayan Nuray Hanım, yıllar önce yokluklar içerisinde başarılan hizmetlerin bugünlerde unutulmasının ise kendisini ve çalışma arkadaşlarını üzdüğünü ifade ediyor.
1980 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nden sağlanan bursla, aralarında Dr. Nuray’ın da bulunduğu 5 Türk sağlık personeli eğitim için İngiltere’ye gönderilir. Eğitim için İngiltere’ye giden Dr. Nuray, talasemi eğitiminin ardından ultrasonografi eğitimi de almaya karar vererek İngiltere’de kalır. Ultrason ile pek çok hastalığın erken ve sağlıklı teşhisinin yapıldığını gören Nuray Hanım, bu alanda uzmanlaşır.
Ada’ya döndüğünde ultrason konusunda çalışan tek uzman olduğu için Lefkoşa Devlet Hastanesi’nde görevlendirilir. 12 yıl boyunca tek ultrason uzmanı olarak görev yapan Dr. Nuray Hanım, bu arada Lapta’daki görevine de devam eder. Ultrasonun ülkemizde çok rağbet gördüğünü vurgulayan Dr. Nuray Yeşiladalı, şimdilerde yeni ilave edilen cihazlarla daha da ileri tetkiklerin yapılabildiğini ve Kuzey Kıbrıs’ın bu alanda dünya ayarında olduğunu söylüyor.
Sürekli artan temposu içerisinde, özel yaşamına hiç zaman ayıramayan Dr. Nuray, İngiltere dönüşü hayatına düzenli bir yön verme kararındadır. 1982’de kızı Hamide’yi dünyaya getiren Dr. Nuray Yeşiladalı, düşmeyen çalışma temposu içinde bir de çocuk büyütmeye başlar. Boş bulduğu her anını kızı ile geçiren Nuray Hanım, 1986’da da oğlu Mert’i doğurur. Ailesinin desteği ile büyüttüğü çocuklarını çok yoğun bir sevgi ile sardığını anlatan Nuray Hanım, iş yaşamı ile aile yaşamını ayrı tutmaya çalışmış hep. Şimdilerde Bilkent Üniversitesi’nde iç mimari eğitimi alan kızı ve son sınıfa giden oğlunun yavaş yavaş kendilerinden koptuğunu ifade eden Dr. Nuray, yoğun yaşadığı duygularını notaya dökmüş çoğu zaman. Kızının üniversiteye gidişini, ‘bedenimin yarısı benden ayrıldı sanki’’ diyerek tanımlayan Nuray Hanım, çocuklarına olan sevgisini kelimelere sığdıramıyor.
Çok sevdiği mesleğini yaparken müziğe sadece dinleyici olarak kalan Dr. Nuray Yeşiladalı, 90’lı yıllara gelindiğinde, kemanına da zaman ayırmaya karar verir. Aytaç Çağın’ın Lefkoşa’da kurduğu Devlet Türk Sanat Müziği Korosu’na girmeye karar veren Nuray Hanım ile Zekai Bey, iş saatlerinden arta kalan zamanlarında yollara düşerek Lefkoşa’daki çalışmalara katılırlar. Müziğe olan özlemini ve sevgisini yıllar sonra tekrar içinde hisseden Nuray Hanım, birkaç arkadaşı ve eşi ile birlikte Girne Türk Sanat Müziği Korosu’nu kurmaya karar verirler. Girne Belediyesi’nin de desteğini alan grup kısa sürede gelişir. Batı müziği ile başladığı keman eğitiminden sanat müziğine geçiş yapan Dr. Nuray, müziğe sevdalı arkadaşları ile birlikte güzel eserler yaratmış. 1998 yılında Kuzey Kıbrıs’ın en iyi Türk Sanat Müziği Topluluğu seçilen toplulukta görev almaktan keyif alıyor Dr. Nuray Yeşiladalı. Şimdilerde doktorlukla birlikte müziği de götüren Nuray Hanım, yaptığı bestelerle, Kıbrıs Türk müzik yaşamına imzasını atmış.
Doktorların müzik alanındaki başarısını yaşadıkları çeşitli zor olayların etkisinden çıkış amacıyla yarattıklarına inandığını anlatan Dr. Nuray, yaşamın kopma noktasını gören doktorların sanatta yeni bir hayat bulduklarını ifade ediyor. İmza attığı bestelerle müzik dünyamıza çeşitli eserler kazandıran Dr. Nuray Yeşiladalı, bestelerin ancak duygu yoğunluğu sonrasında oluşabileceğini vurguluyor. Bestelerini, çok etkilendiği olayların ardından yarattığını söyleyen Nuray Hanım, kızının üniversiteye gidişi sonucunda kızına besteler yaptığını anlatıyor.
Kıbrıs Türk müziğinin 90’lı yıllardan sonra hızla geliştiğini anlatan Nuray Hanım, düzenlenen çeşitli yarışmaların da gençlere teşvik olduğunu belirterek, bu tür etkinliklere destek veriyor.
Yaşamının bundan sonraki döneminde müziksiz bir an bile düşünemeyen Dr. Nuray Yeşiladalı, gelecekle ilgili hedefleri arasına gelirini Eğitim Vakfı’na bağışlayacakları, eşi Dr. Zekai Yeşiladalı ile kendi eserlerinden oluşan bir CD çıkarmak olduğunu anlatıyor. Çocuklarının, özellikle de oğlunun müziğe çok yatkın olduğunu ifade eden Nuray Hanım, çıkaracakları CD’nin çocuklarına bir armağan olacağını belirtiyor. Müzik yapmaktan müthiş bir keyif aldıklarını ifade eden Nuray Hanım, zaman zaman arkadaşları ile de biraraya gelerek müziğin keyfine varıyorlar. Hem sözlerini yazdığı hem de bestesini yaptığı, bunun yanında eşi Dr. Zekai Bey’le birlikte yarattıkları çeşitli eserleri olan Nuray Hanım, doktorlukla müziğin birlikte yürüyeceğini vurguluyor.
22 yıllık devlet çalışmasının ardından, eşi ile ortak çalıştıkları bir klinik açan Nuray Hanım, boş bulabildiği zamanlarında mutfağa girmeye bayılıyor. Yıllarca mutfağa girmeye zaman bulamayan Dr. Nuray Yeşiladalı, çeşitli mutfakların yemeklerinden örnekler yaratmayı seviyor. Mutfakta hijyene çok önem veren Dr. Nuray Hanım, izleyicilerimiz için fırında kremalı sebzeli tavuk yaptı...
Sazlı sözlü aile ve arkadaş toplantıları düzenlemeye bayılan Nuray Hanım, kendi bestelerini de sergilemekten mutlu oluyor. Gelecekle ilgili hedefleri arasında, yaşamöyküsünü kaleme alma planları yapan Nuray Hanım, geriye dönüp baktığında mutlulukla dolu bir yaşamı olduğu için tanrıya şükrediyor. Hayatını tekrar yaşaması gerekse yine aynı yaşamı sürdüreceğini vurgulayan Dr. Nuray Yeşiladalı, geleceğe umutla bakıyor.
İnsan ve yaşama sevinci ile dolu, üretmeye ve yaratmaya doymayan güzel bir insan Nuray Hanım. Gelecek nesillere bırakacağı çeşitli eserlerini yaratırken olduğu gibi hep duygu dolu aslında. Doğal ve sevecen özel bir kadın örneği.

Şermin Kotak
Ülkemiz eğitiminin temel taşlarından, bir ömür eğitime hizmet etmiş ve çalışma şevkini hiç kaybetmemiş bir isim. Şermin Kotak. Adı eğitimle özdeşleşmiş, eğitim sistemimize yaptığı katkılarla, adı unutulmayacak eğitimciler arasına yazılmış bir öğretmen Şermin Hanım. 2. Dünya Savaşı sonrasının yokluklar döneminde, 1939 Mayısında Mehmetçik köyünde doğar Şermin. Gümrük çalışanı baba İbrahim Derviş ile ev hanımı anne Zalihe Hanım’ın 2’si kız 2’si erkek 4 çocuğunun en büyüğüdür Şermin. Aradaki yaş farkı nedeniyle her dönemde kardeşlerinin ablası olan Şermin 1 yaşına geldiğinde aile, Gazimağusa’ya taşınır. Orta halli İbrahim Bey ailesi, savaş sonrasının sıkıntılarını uzun süre hisseder. Kıtlıklar içinde geçen çocukluğunda yaşanan zorlukları unutmaz küçük Şermin. İlkokul yaşına geldiğinde Gazi İlkokulu’nda eğitime başlar Şermin. Ancak ihtiyacı olan okul defterlerini alacak durumları yoktur. Çocuklarının eğitimine her zaman çok önem veren baba İbrahim Bey, kızının defterlerini ve okul çantasını kendi elleriyle yapar. İngiliz sömürge döneminin yaşandığı 40’lı yıllarda ilkokulda olan küçük Şermin, cesur öğretmenlerinin Türk kimliğinin unutulmaması için verdiği çabayı heyecanla izler. Sömürge yönetimi tarafından yasaklanan Türklükle ilgili herşeyi, minik öğrencilerine anlatmaya çalışan cesur öğretmenler, çabalarında başarılı olurlar. Şermin İbrahim, ilkokul sona geldiğinde, adını koymadan gerçekleştirdikleri 23 Nisan törenlerini hiç unutmaz.
Hırslı ve çalışkan bir öğrenci olan Şermin, her dönemde öğretmenlerinin takdirini kazanır. Çalışkanlığı yanında oldukça sosyal bir öğrenci de olan Şermin, bütün faaliyetlerin içindedir. Çocukluk yıllarının güzel arkadaşlıklarını yıllar sonrasına taşımayı başaran bir kişiliğe sahip olan Şermin İbrahim, mahallelerinde arkadaşlarıyla oynadığı oyunları da güzel anılar olarak anımsıyor.
Ortaokul mezunu baba İbrahim Bey’in çok modern görüşlü, aydın bir kişiliğe sahip olması annesinin de ailesine düşkünlüğü sonucunda, birbirine çok bağlı ve birbirini çok seven bir aile oluşur Şermin’in hayatında. Çocuklarının eğitimine büyük önem veren baba İbrahim Bey, hepsinin çok iyi eğitim almasını sağlayacaktır.
Şermin, ortaokul yaşına geldiğinde ailenin karşısına büyük bir sorun çıkar. Çünkü Gazimağusa’daki Lise’de sadece erkek öğrenciler eğitim alabilmektedir. Okumak için Lefkoşa’daki kız lisesine yatılı gelmek zorunda olan kızlar ve aileleri için bu büyük bir problem olur. Ailelerinden uzak, maddi problemlerin yaşandığı bu dönemde kızlar genellikle okumamayı tercih ediyordu. Ancak Şermin İbrahim, küçücük yaşına rağmen okumaya karar vermiş ve babasının da desteği ile bunun mücadelesini verme kararı almıştı. Şermin, kendi gibi okumayı seven birkaç kız arkadaşı ile birlikte, Lise’nin Müdürü Suphi Rıza Bey’e giderek, okula kayıt olmak istediklerini söylerler. Suphi Rıza Bey’in de desteği ile çeşitli yazılı başvurular sonucunda okula kayıt hakkı kazanır kızlar. Bir ilkin başarılmasına imza koyan Şermin ve arkadaşları çok mutludurlar. Erkek öğrencilerle birlikte sınava giren Şermin sınavı kazanarak, ortaokula kayıt hakkı kazanır.
Kutup Osman Türbesi yanındaki eski binada eğitim veren ortaokul, kalabalıklaşan öğrenci sayısı sonucunda yetersiz kalınca, dersler Türbe’nin girişinde yapılmaya başlanır. İmkansızlıklara rağmen, öğretmenlerinin fedakarca uğraşları hayatında yer eder Şermin’in. Bu dönemde sömürge yönetiminin idaresine girmeyi reddeden Namık Kemal Lisesi’ne sahip çıkan Türk yetkililer, okula yaptıkları destek yanında gönderdikleri Türk öğretmenlerle de eğitimi takviye ederler. Türklük bilincini hem öğrencilerine hem de topluma vermeye çalışan öğretmenler dersler yanında düzenledikleri çeşitli etkinliklerle de öğrencilerinin sosyal gelişimine katkı koyuyorlardı.
Tiyatro çalışmaları, şiir ve kompozisyon yarışmaları, dergi çıkarma gibi birçok faaliyete imza atan öğrenciler de kendi kimliklerine sahip çıkarak okullarını tamamlıyordu. Çok aktif ve başarılı bir öğrencilik geçiren Şermin, sömürge idaresinin baskısı altında yaşam hakkı kazanmaya çalışan Türk toplumunun bilinçli bir ferdi olarak büyür. Türk-Rum çatışmasının iyice belirginleştiği 50’li yılların yaşandığı bu dönemde İngiliz baskısı altında ezilen Türkler, kimlikleri ve özgürlükleri için başkaldırmaya hazırdırlar.
Liseden başarıyla mezun olan Şermin İbrahim yine babasının desteği ile üniversite eğitimi almaya karar verir. Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere tanıdığı eğitim hakkından faydalanarak Ankara’ya giderek sınava girer Şermin Hanım, Lisedeki öğretmenlerinden de çok etkilenen Şermin İbrahim, öğretmen olmaya karar verir. 1957-58 döneminde girdiği sınavı kazanarak Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü’ne başlar Şermin.
Ankara’da ailesinden uzak çok farklı bir yaşam başlar Şermin için. Bu yeni bir yaşam biçimidir. Yurtta kalan Şermin, lisede amatörce yarattıkları tiyatroları ve çeşitli operaları izleme şansını yakalar. Ankara’nın sanat ortamından çok etkilenen Şermin İbrahim, tiyatroların daimi izleyicisi olur.
Kendi gibi Ankara’ya eğitime giden birçok okul arkadaşı olan Şermin, arkadaşları arasından İsmet Kotak’la olan ilişkisinin farklı bir boyut aldığını farkeder bir süre sonra. İlkokuldan itibaren tüm okul yaşamları birlikte geçen Şermin İbrahim ile İsmet Kotak için, bu arkadaşlık dönemi çok farklıdır. Önceleri ders çalışma ve birlikte vakit geçirme ile başlayan arkadaşlık kısa sürede özel bir ilişkiye dönüşür. Üniversite son sınıfta Şermin İbrahim ile İsmet Kotak, hayatlarını birleştirmeye karar vererek 1961’de nişanlanırlar.
Üniversite eğitiminin ardından adaya dönen Şermin Hanım, mezun olduğu Namık Kemal Lisesi’ne matematik öğretmeni olarak atanır. 60’lı yıllarda bölgenin en büyük lisesi olan Namık Kemal’de eski öğretmenleri ile birlikte okuldan tanıdığı öğrencilerin öğretmenleri olmak önceleri çok zor gelse de kısa sürede alışır Şermin Hanım. Bu arada Gazimağusa’da bir kooperatifte müdür olarak görev alan İsmet Kotak ile Şermin İbrahim, 7 Temmuz 1963 yılında evlenerek yeni bir hayata başlarlar. Balayının ardından yeniden okuluna dönen Şermin Hanım, mesleğinin ikinci yılında müdür muavinliği için teklif alır. Henüz çok genç bir öğretmen olan Şermin Hanım, biraz çekincede kalsa da teklifi kabul eder ve muavin olur.
Türklere yapılan saldırılan iyice arttığı bu dönemde, korkulu günler geçirmektedir Türk toplumu. Türkiye tarafından adada görevlendirilen öğretmenler de bu arada yerlerini genç Kıbrıslı öğretmenlere bırakarak Türkiye’ye dönmektedirler. Eski öğretmenlerinden devraldıkları görevi taşıma sırası genç Kıbrıslı öğretmenlere geçer. Diğer arkadaşları ile birlikte sorumlulukları iyice artan Şermin Hanım, hem öğretmenlik yapar hem de yeni başlayan askeri örgütlenme içindeTürk Mukavemet Teşkilatı’nda görev alarak yeminli mücahit olur.
Yeni düzenledikleri evlerini terketmek zorunda kaldıklarını anlatan Şermin Kotak, eşi İsmet Kotak’la birlikte kendilerini toplumsal mücadelenin tam ortasında bulduklarını ve tüm toplumla birlikte özgürlük savaşına giriştiklerini ifade ediyor.
Türk-Rum sınırının tam ortasında yeralan Namık Kemal Lisesi, 63 olaylarının başlaması ile birlikte kapanmak zorunda kalır. Erkek öğrencilerle öğretmenler mücahit olarak görev alırken bayan öğretmenler de çeşitli görevlerle topluma hizmet eder. Merkezden uzak ve çatışmalardan dolayı da kopuk olan Gazimağusa’da bu günlerde yeni bir çalışma başlatılır. Kıbrıs Türk Mücahidi’nin Sesi Bayrak Radyosu’nun ardından Gazimağusa’nın sesini duyuracak bir radyo çalışması başlatılır. Hem öğretmen hem mücahit olan Şermin Kotak, eşi ile birlikte bu çalışmalara katılır. Eski bataryalardan, evlerden getirilen teypler ve eski malzemelerden kurulan Canbulat Radyosu 10 Şubat 1964’te yayına başlar. Toplumsal mücadeleye katkı verecek programlar yayınlayan radyoda Şermin Hanım da kahramanlık programları ile mücadele coşkusunu yüksek tutmaya destek verir. Yaşamının en zor günlerini yaşayan Şermin Hanım, kendilerini yetiştiren hocalarından aldıkları eğitimle dayanışma fikrinin yayılmasına katkı koyar.
Çatışmaların yavaşladığı birkaç ayın ardından Şermin Hanım ve arkadaşları Bölge Komutanı Turgut Sökmen’le görüşerek, Lise’yi Gazi İlkokulu binasına taşıma kararı alırlar. Ancak küçük gelen okul binası nedeniyle okul idaresi sabah ve öğleden sonra olmak üzere ikili eğitim başlatır. Okulların kapalı olduğu ayların eksikliklerinin giderilmesi için hızlı bir çalışma temposuna giren öğretmenler zor günler geçirmektedir. Geceleri mücahitlik yapan öğrencilerinin gündüz de okula geldiklerini anlatan Şermin Kotak, maddi menfaatin olmadığı bu dönemin öğretmenlerinin çok fedakar olduklarını vurguluyor.
Silahların gölgesinde yaşanan bu günlerde tüm bölgelerin irtibatı kesik, okullar kapalı, zor günler yaşanmaktadır. Ancak tam bir Atatürk hayranı olan Şermin Hanım için bu zor dönemlerde, en büyük yol gösterici Atatürk’tür. Atatürk ilke ve inkılaplarını her dönemde öğrencilerine aşılayan Şermin Kotak, toplumsal mücadelenin kazanılmasında bu ilkelerin bir ışık olduğunu vurguluyor.
Merkezden kopuk olan bölgelerde bu dönemde Maarif Encümenleri kurulur. Gazimağusa Maarif Encümeni’nde görev alan Şermin Kotak, Birleşmiş Milletler eskortlarıyla köy köy dolaşarak, eğitimdeki problemleri kısmen gidererek okulların açılmasını sağladıklarını ifade ediyor. Zor koşullarda çalıştıklarını ancak mutlu olduklarını anlatan Şermin Hanım, yaşananların bugünlerle kıyas bile edilemeyeceğini vurguluyor.
Karışıklıklar, belirsizlikler içerisinde devam eden yaşamda, 10 Mart 1966’da ilk çocuğu Serhat’ı dünyaya getirir Şermin Hanım. Rum barikatlarını aşarak saatlerce süren yolculuğun ardından Lefkoşa’ya ulaşmayı ve çocuğunu doğurmayı başaran Şermin Kotak, Gazimağusa’ya bir hafta sonra döner. Baba İsmet Kotak, oğlunu doğumundan ancak 7 gün sonra görebilecektir. Şermin Hanım, çocuğuyla birlikte annesinin evine yerleşirken eşi İsmet Bey, elinde silah mevziye gider.
1969 yılına kadar Gazimağusa’da kalan Şermin Hanım, arkadaşlarıyla birlikte, halkın moralini yükseltmek için çeşitli sosyal etkinlikler düzenlerler. Oluşturulan bir sanatseverler grubu ile tiyatrolar sahneye konulur, şiir geceleri düzenlenir. Savaş ortamında kalan gençlerin bu etkinliklere ilgisi büyük olur.
Kotak ailesi, yeni kurulan Geçici Türk Yönetimi’nde görev alan İsmet Bey’in görevi dolayısıyla, 1969 yılında, yıllarca yaşadıkları Gazimağusa’dan ayrılarak Lefkoşa’ya yerleşir. Lefkoşa Türk Lisesi’nde görev aldığı birkaç ayın ardından Şermin Hanım, Lefkoşa Kız Lisesi’ne müdür muavini olarak atanır.
Kız Lisesi, Şermin Hanım için çok farklı bir çalışma alanı olur. Yarattığı başkaldırı sonucu eğitimini bile karma okullarda sürdürmeyi başaran Şermin Hanım, kendini tamamen kızlarla çevrili bir ortamda bulur. Önceleri ilginç bulduğu bu ortama zamanla alışır Şermin Kotak.
İkinci oğlu Tonguç’u 1969’da Lefkoşa’da dünyaya getiren Şermin Hanım’ın büyük oğlu Serhat da bu dönemde okula başlar. 2 çocukla birlikte çalışan bir anne konumuna gelen Şermin Hanım, düzenini kurmakta zorlanır. Yıllarca ev yaşamında annesinin yardımını alan Şermin Hanım, yeni yaşamına çabuk ayak uydurur. Öğretmenlik yaşamında kendisine büyük başarı sağlayan disiplin ve titizliği aile yaşamına da yansıtan Şermin Kotak, kısa sürede yeni ortama hakim olur. Kız Lisesi’nde çok başarılı ve değerli idarecilerle çalışan Şermin Hanım, Kız Lisesi’nin ilk dönemlerinde yetiştirdiği başarılı kızları mutlulukla hatırlıyor.
70’li dönemin ilk yıllarını sakin geçiren Kıbrıs adasında 1974’e gelindiğinde ortam iyice ısınır. Bu arada 3. çocuğuna hamile olan Şermin Hanım, 13 Temmuz 1974’de kızı Aslı’yı doğurur. Kızı 7 günlük olduğunda ise Kıbrıs’ta savaş patlak verir. Türk ordusunun adaya çıkarma yapması ile birlikte mevziye giden İsmet Bey, 3 çocukla Şermin Hanım’ı yalnız bırakmak zorunda kalır. Çocuklarıyla birlikte günlerce bodrumlarda kaldığını anlatan Şermin Kotak, yaşanılan tüm zorlukların kazanılan Barış Harekatı ile birlikte mutluluğa dönüştüğünü vurguluyor.
20 Temmuz Barış Harekatı sonrasında gelen özgür yaşamda daha mutludur artık Kıbrıs Türk halkı. Yeni kurulan devlet yapısı içinde Şermin Hanım’ın görevli olduğu Kız Lisesi, 20 Temmuz Lisesi adını alarak karma bir liseye dönüştürülür. Yeniden yapılanan devlette İskan ve Rehabilitasyon Bakanlığı’na getirilen İsmet Bey’in yanında Şermin Hanım’ın da yaşamı farklı bir şekil alır. Güneyden göçmen olan halkın yerleştirilmesi, sorunlarının çözümü ile uğraşan İsmet Bey’le birlikte Şermin Hanım da hem evde hem de okulda göçmenlere yardımcı olmaya çalışır. Güneyden akın akın Kuzeye gelen Türk halkının yerleştirilmesi için yoğun bir tempo yaşanırken Şermin Hanım, gelen öğrencilerin yeni okullarına alışmaları için çaba gösterir. Bu dönemde aldığı baş muavinlik görevinin ardından 20 Temmuz Lisesi’ne müdür olan Şermin Kotak, çok başarılı bir kadro ile güzel eserler yarattıklarını anlatıyor. Öğretmen arkadaşları ile arasında hayat boyu sürecek dostluklar da edinen Şermin Kotak, hep destek gördüğü arkadaşları sayesinde idareciliğinin hiç sorun olmadığını vurguluyor.
Müdür olduktan sonra yaşamında yeni bir sayfa açmaya karar veren Şermin Kotak, yıllarca hayalini kurduğu Fen Lisesi’nin temelini oluşturacak, fen sınıflarını oluşturur. Yılların deneyimli ve başarılı matematik hocası Şermin Kotak, Kuzey Kıbrıs’ın eğitim sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır aslında. 20 Temmuz’a müdür olduğu ilk yıl okulu tam güne geçiren Şermin Hanım, fen ve lisan sınıflarını da oluşturarak bir ilke imza atar. Bu çalışmalar eğitim sisteminde çeşitli değişikliklere yol açar. Fen sınıflarına olan talep sonucunda öğrencilere bölgelere göre kayıt sistemi getirildi. Velilerden büyük destek gören fen lisesi eğitimi, Şermin Hanım’ın ilk öğrencileri son sınıfa geldiğinde lise noktasına getirilir ve Eğitim Bakanı Eşber Serakıncı döneminde Fen Lisesi açılır. Bu dönemde ayrıca veliler ve okul aile birliklerinin okullara katkı koyarak işbirliği sayesinde çalışmasına da öncü olan Şermin Kotak, okul aile birliklerinin Bakanlıkca tanınmasına önayak olur.
20 Temmuz’u eğitimde olduğu kadar sosyal alanda da en başarılı kılmak için uğraş veren Şermin Kotak, gelenekselleştirilen köfte günlerini bugün bile dilinden düşürmüyor.
Fen Lisesi hedefinin ardından Şermin Kotak, Eğitim Bakanlığı’ndan gelen idarecilik teklifi üzerine sırasıyla Orta Eğitim ve Yüksek Öğretim Müdürlüğü görevlerini yürütür. Ancak okul ortamında öğrencileriyle paylaştığı keyfi idarecilikte bulamayan Şermin Hanım, emekli olmaya karar verir. 31 yıllık eğitim hayatının ardından 1993 yılında emekliye ayrılır.
Emekliliğinin ilk gününde eşi ve çocukları tarafından evinde çiçeklerle karşılanan Şermin Hanım’ın gözleri yaşlıdır. Çünkü 31 yılını verdiği eğitim dünyasından ayrılması kolay değildir. Ancak Şermin Kotak kendini tamamen emekliye ayıracak bir yapıya sahip olmadığı için gelecekle ilgili farklı hedefleri vardır aslında. Emeklilik döneminde hayata geçireceği bir özel okul planı ile birlikte izin almak için Eğitim Bakanlığı’na başvurur. Ancak bu önerisine izin verilmez. Hayalleri yıkılsa da Şermin Hanım kendine yeni meşgaleler bulur. Çağımızın vazgeçilmez iletişim aracı bilgisayara merak saran Şermin Kotak, uzun süre bilgisayarla uğraşır. Bu dönemde bir özel okullar zincirinden gelen teklif üzerine Koordinatör olarak yeniden okula döner. 1.5 yıl boyunca yeniden öğrencilerle birlikte olan Şermin Hanım, daha sonra bu görevinden ayrılır.
Ancak Şermin Hanım’ın bu yeni emekliliği de oldukça kısa sürer. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın teklifi ile 2001 yılında Kamu Hizmeti Komisyonu’nun ikinci kadın üyesi olarak yeni bir göreve başlar. Devlet içerisindeki memur atamaları ve terfilerle ilgili kararları veren bağımsız bir organ durumundaki Kamu Hizmeti Komisyonu’nda özellikle eğitimle ilgili çalışmalardan çok keyif aldığını söyleyen Şermin Hanım, yeni işini severek yapıyor.
Yeni görevinde yeniden kendini ve yıllarını verdiği eğitimi bulan Şermin Kotak, eğitim sistemimizde yaşanan sınav furyasının yanlış olduğunu ve çocukları olumsuz ekilediğini vurguluyor. Çocukların sınavlra endekslenerek çocukluklarını dahi yaşayamadıklarını ifade eden Şermin Hanım, eğitimin devamlılık arzeden bir kurum olduğunu ve eğitim sistemi ile oynanmaması gerektiğini de belirtiyor.
Bağımsız bir kurum olan Kamu Hizmeti Komisyonu’nda tüm üyelerin çok titiz olduğunu ve tarafsızlıklarını muhafaza ederek çalıştıklarını ifade eden Şermin Kotak, emeklilik olayından uzak yeni heyecanlarla dolu.
Emekli sözcüğüne dahi çok uzak, çalışma şevkiyle dolu bir yapıya sahip olan Şermin Hanım, yine de eğitim yıllarının ardından evi ve ailesi ile daha çok ilgilendiğini itiraf ediyor. Özellikle evde eşinin, çocuklarının ve en yakınlarının sevdiği yemekleri pişirerek herkesi bir araya toplamayı çok sevdiğini anlatan Şermin Hanım, mutfakta da her yerde olduğu gibi oldukça planlı, programlı bir görüntü çiziyor.
Annesinin ölümünün ardından ailedeki abla olarak, tüm kardeşleriyle ilişkilerini artırarak sürdüren Şermin Hanım, şimdi ailesinin toparlayıcısı durumunda. Özellikle her bayram düzenlenen yemekli aile toplantılarını keyifle anlatıyor. Amerika’da yaşayan büyük oğlu Serhat ve İngiltere’de yaşamını sürdüren kızı Aslı’nın yokluğunu küçük oğlu Tonguç’la gidermeye çalışan Şermin Hanım, eşi İsmet Kotak’la herşeyi paylaşabilecek bir evlilik yaşamına sahip.
Eşiyle birlikte gerçekleştirdikleri yurt dışı gezilerinden büyük keyif aldıklarını ifade eden, Şermin Hanım, çocuklarını ve özellikle Amerika’daki torunu İsmet Kotak’ı görmek için yaptıkları Amerika ziyaretlerini heyecanla anlatıyor. Eşi ile birlikte, her dönemde sosyal yaşamın vazgeçilmez ikilisi olan Şermin Hanım, hareketsiz bir yaşamı asla düşünemiyor.
Tam bir kitap kurdu olan Şermin Hanım, yarattığı boş zamanlarında her tür kitabı okumaktan büyük haz alıyor. Gazetesiz ve kitapsız bir günü olmayan Şermin Hanım, bilgisayarda yaşanan sınırsız dünyanın da kendisi için çok önemli olduğunu söylüyor.
Çalışmadan geçen her saniyeyi kayıp addeden Şermin Kotak, başarının ancak çalışma ve azimle geleceğinin en güzel kanıtı. Öğretmenliğin karşılıksız ve sevgiyle yapıldığı takdirde başarıyı yakalayabileceğini vurgulayan Şermin Hanım, eğitim dünyasına ismini kazımış başarılı kadınlarımızdan....

Biran Mertan
Doçent Doktor Emete Biran Mertan, Kıbrıs Türk kadınları arasında öne çıkan bir isim. Akademik alanda yaptığı çalışmalar ve sosyal yaşamdaki aktifliği ile dikkat çeken Biran Hanım, Fransız Hükümeti tarafından Lejyon Donör’den sonra verilen ikinci büyük nişan olan Ulusal Liyakat Madalyası ile ödüllendirilen ilk Kıbrıslı Türk kadını olma özelliğini taşıyor. Kuzey Kıbrıs’ta Fransız kültür ve dilinin gelişimine yaptığı katkılar ve bu dilde yaptığı çeşitli bilimsel çalışmalardan dolayı bu ödüle layık görülen Biran Mertan, Kıbrıs Türk Fransız Kültür Derneği Başkanı. Dünyaca bilinen bir ödüle değer bulunma onuruna sahip olan Biran Hanım, Kıbrıs Türk kadınının başarılı örneklerinden. 16 Mart 1961 yılında Lefkoşa’da dünyaya gelen Biran Mertan, üç kız kardeşin ortancası. Cumhurbaşkanlığı Protol Müdürü baba Hüseyin Musa Mertan ile ev hanımı anne Nergis Hanım’ın ortanca kızı Biran, sakin bir bebekliğin ardından yerinde duramayan hareketli bir çocuk olur. Ablasının okula başlaması ile birlikte kendi de ilkokula misafir öğrenci olarak gitmeye başlayan Biran’ın bu kararından vazgeçmeyeceğini gören öğretmenleri, 1 yıl öncesinden Biran’ı okula kabul ederler. Sınıfındaki arkadaşlarından bir yaş küçük olan Biran, derslerini hiç aksatmaz. İnsanları ve doğayı çok seven Biran’ın çevresi her zaman arkadaşları ile dolu olur. 60’lı yılların Lefkoşa’sında ovalarda ot toplamaya, bisiklet sürmeye bayılan Biran, erkek oyunu olarak biline futboldan da geri kalmıyordu.
Dolu dolu bir çocukluk yaşayan küçük Biran, okulunun da başarılı öğrencileri arasındadır hep. Derslerinde olduğu kadar sosyal faaliyetlerde de hep en önde olan Biran’ı tüm etkinliklerde görmek kimseyi şaşırtmaz.
Ailesi ile ilişkileri hep arkadaşça olan Biran, babasının geniş bakış açısı sayesinde özgür bir ortamda yetişir. ‘’Kız evlatlarının çok okuması gerekmez’’ diyen anne Nergis Hanım’ın aksine kızlarını okutmakta kararlı olan baba Hüseyin Musa Bey, onlara hep hoşgörüyle yanaşır. Pazar sabahları tüm ailenin toplandığı ve saatler süren kahvaltı sofralarında babaları ile yaptıkları sohbetleri hiç unutmaz Biran. Tam bir doğa tutkunu olan Biran hafta sonlarını aile büyüklerinin bulunduğu Esentepe ve Larnaka’da geçirir. Denize gitmeyi, doğada piknik yapmayı çok seven Biran ve kızkardeşlerinin en önemli gece eğlenceleri ise baba Hüseyin Musa Bey’in kemanı, Biran’ın gitarı ve piyano ile renklenen aile toplantılarıdır.
60’lı yıllarda Dışişleri Bakanlığı görevlisi olarak çalışan baba Hüseyin Musa Bey’in görevi dolayısıyla sürekli yabancı konuklarla birlikte olan Biran ve kardeşlerinin yabancı dil eğitimi çok küçük yaşta başlar. Anne tarafında geleneksel olarak alınan fransız eğitimi Nergis Hanım’ın kızlarında da öncelikli olur. Küçük yaşlarda Nergis Hanım’ın evde öğrettiği Fransızca ve İngilizce şarkılarla şiirler, bu alandaki ilk adım olur.
İlkokulun ardından ablası gibi St. Josef Fransız Okulu’nda eğitime başlayan Biran, 2. yılın sonunda 63 olayları ile birlikte eğitim için Türk Maarif Koleji’ne geçer. Fransızca eğitiminden sonra ingilizce eğitime geçen Biran’ın gönlünde hep fransızca yatar. Orta öğretimini tamamladığı Türk Maarif Koleji yılları Biran için çok önemlidir.
Çok iyi anlaştığı çok sevdiği arkadaşlara sahip olduğu bu yıllarda, hem okuldaki başarısı hem de sosyal yönüyle dikkat çeker. Gezmeyi eğlenmeyi seven Biran, tüm sosyal etkinliklerin organizatörüdür. Arkadaşlarıyla birlikte yaptıkları geziler, tavla oynamaya olan düşkünlüğü lise yıllarının güzel anılarıdır.
1978 yılında 16 yaşında Kolej’den mezun olan Biran, eğitimine Fransa’da devam etmeye kararlıdır. 1 yıl önce Fransa’ya eğitime giden ablasının ardından Biran da Fransa’ya gitmek için ailesinin onayını alır. Ancak yaşı 17’den küçük olduğu için babasının yazılı iznini isteyen Fransız Hükümeti, izin verilince Biran’ı kabul eder.
Paris’e 100 km uzaklıktaki Tour kentinde olan ablasının yanına giden Biran, Fransua Rabeles üniversitesinin biyoloji bölümüne yazılır. Ancak bir süre sonra biyoloji bölümünü değiştirmeye karar veren Biran, psikoloji bölümüne geçer. İnsanları çok seven Biran, psikolojide daha iyi olacağına inanmaktadır. Sanatçı ve yazarların yaşadığı bir bölge olan Tur kentinin doğasına hayran olan Biran, bu kentte yaşamaktan çok mutludur. Kendini birden bire çok farklı bir ortamda bulan Biran, Tur’u çok sever. Ablası ile kendisini her hafta sonu evlerinde konuk eden Yahudi asıllı Türk aile de Fransa’yı sevmesinde önemli rol oynar Biran’ın.
Kültürle yoğrulmuş bu yeni ortama kolayca uyum sağlayan Biran, fakültesine çocukluğundan beri sevdalı olduğu bisiklet ve daha sonra da motorla gidip gelmeye başlar. Bisikleti yaşamından hiç ayırmayan Biran, bisiklet yarışmalarının da vazgeçilmez müdavimi. Üniversite eğitimi boyunca yurtta kalan Biran, arkadaşları ile birlikte fotoğrafçılık ve sinema kulüpleri kurar.
Her zaman olduğu gibi üniversitede de bu çalışmaların mimarı Biran Mertan olur. Tam bir sinema aşığı olan Biran, boş zamanlarının çoğunu kültürel etkinliklerle geçirir. Kulüplerine davet ettikleri yönetmenlerle sohbetler düzenlediklerini anlatan Biran Mertan, bu arada fotoğraf sanatına da gönül verir. Eğlenceli ortamların yaşandığı kıyafet balolarının da organizatörü olan Biran’ın Tur’da da çok geniş bir arkadaş çevresi olur. Üniversitede başarılı bir öğrenci portresi çizen Biran, öğretmenlerinin de dikkatini çeker.
1983 yılında psikoloji bölümünden mezun olan Biran Mertan, Fransa’da kalarak eğitimine devam etmeye karar verir. Ancak ailesinin eğitimine destek verebilecek durumda olmaması Biran Hanım’ı yeni kararlar almaya yönlendirir. Tüm zorlukları göze alarak Fransa’da kalmaya karar veren Biran Mertan, kendine bir iş bulur. Tur’dan 100 km ötede Onje kentinde, tercüman olarak iş bulur Biran Hanım. Fransa Çalışma Bakanlığı’na bağlı, yabancı işçiler yardım bürosu adına çalışmaya başlayan Biran Mertan, Fransa’ya yerleşen Türk ailelerin ülkeye uyum sağlaması için önce kadınlara daha sonra da çocuklara çeşitli programlar düzenler. Part time olarak yaptığı bu işin yanında yaz aylarında da hemşire yardımcısı olarak çalışan Biran Hanım, master eğitimini de kendi üniversitesinde yapar. ‘’1. Bilimsel Annem’’ dediği Prof. Bulonje ile kreş ve anaokullarda çocuklar üzerine yaptıkları çalışmalar kariyerindeki ilk adımlar olur Biran Mertan’ın. Çeşitli araştırma çalışmalarına imza atan Biran Mertan, öğretmenlerinin takdirini kazanır. Master eğitiminin ardından Kıbrıs’a dönüp dönmeme arasında bocalayan Biran Hanım, maddi imkansızlıklar da yaşamaktadır. Tam bu günlerde kendisini çağıran Prof. Bulonje, verdiği bir referans mektubu ile Biran’ı Paris’e Uluslararası Fransız Araştırma Merkezi’ne gönderir. Seneris Laboratuvarında, 2. Bilimsel Annem dediği Madam Nadel’in yardımıyla, 1 haftalık bir staj ve hızlı çalışılan bir proje ile ‘’Genç Araştırmacı’’ olarak işe başlar Biran Mertan.
Tur kentinin doğal güzelliklerinin ardından Paris’in sisli ve kirli havasını hiç sevmeyen Biran Hanım, Tur’da yaşamaya devam eder. Her gün trenle gidip gelen Biran Mertan, bu arada yüksek lisans üstü diploması için de Sorbon Üniversitesi’ne başvurur. 1 yıllık eğitimin ardından, 30 kişilik sınıftan, doktora yapmaya hak kazanan 7 öğrenci arasında yer alan Biran Mertan, bu başarısını ailesine gururla bildirir. Anne ve babası, eğitimi için yılın tamamını Fransa’da geçiren Biran Hanım’ı bu başarısı üzerine Tur’da ziyaret ederler. Yıllar sonra ailesiyle tekrar biraraya gelen Biran Hanım, 2 güzel hafta yaşar. Ardından yaşayacağı acıyı bilmeden. Bu dönemde, Dışişleri Bakanlığı’ndan genç araştırmacı bursu da kazanan Biran Mertan, geleceğe umutla bakmaktadır.
Ailesinin Kıbrıs’a dönüşünün üzerinden 20 gün geçmeden Biran Mertan, çok sevdiği babasının ölüm haberini alır. Apar topar Kıbrıs’a gelen Biran Hanım, bir süre annesinin yanında kaldıktan sonra tekrar Fransa’ya döner. Yaşam devam etmektedir.
Paris’in tüm ihtişamına ve gizemine rağmen Biran Mertan, doktora çalışmaları sırasında da 200 km uzaklıktaki Tur’da yaşamayı tercih eder. Her gün kilometrelerce yolu göze alan Biran Hanım, bu arada sosyal alandaki aktivitelerine de devam eder. Çeşitli toplumsal dernekler yanında bu dönemde kadın hakları konusunda çalışmalar yapan, Üniversiteli Kadınlar Derneği’nde de üye olarak görev alır Biran Mertan. Kadın mücadelesinin dünyanın her yanında aynı olduğuna şahit olan Biran Hanım, doktora tezini alırken, dernekteki tüm arkadaşları kendisine kadınca desteklerini göstermek için yanındadırlar. Biran Mertan, Sorbon Üniversitesinde tamamladığı ve Gelişim Psikolojisine yeni bir yöntem kazandırdığı doktora tezini High Honour derecesi ile verir ve 1990 Ekiminde Kıbrıs’a döner.
Ülkesine hizmet heyecanıyla Kıbrıs’a dönen Biran Hanım, tam 1 yıl işsiz kalır. Bu zaman zarfında umudunu hiç kaybetmeyen Biran Mertan, ülkesinde ve ailesi ile olmaktan mutludur. 1991 yılında Yakın Doğu Üniversitesi’nde çalışmaya başlayan Biran Hanım, Psikoloji Bölümü’nün kurucusu olur. Bu arada, toplumsal yaşamda kadının daha iyi bir noktaya ulaşması için örgütlenmek gerektiğine inanan arkadaşları ile birlikte hareket eden Biran Mertan, Paris’te üyesi olduğu Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin Kıbrıs’ta da kurulmasına öncülük eder. 2 dönem boyunca derneğin genel sekreterliğini yürüten Biran Mertan, dernek tüzüğü için çalışma yaparak merkezi İsviçre’de bulunan dernekle yazışmaları yürütür. Üniversiteli Kadınlar Derneği’nde Kuzey Kıbrıs’ta ilk kez kadınlararası bir bisiklet yarışması düzenlenmesini organize eden Biran Hanım, yaşamının vazgeçilmezleri arasında olan bisikleti herkese sevdirmeyi amaçlar.
12 yıl yaşadığı Fransa’dan sonra ülkesine dönüş yapan Biran Mertan, toplumsal değerlerde yaşanan değişikliklerin, aile içi ilişkileri çok fazla etkilemediğini gözlemler. Bir Davranış Bilimcisi olarak toplumu gözlemlemeyi seven Biran Hanım, Kıbrıs Türk kadınının eğitim seviyesinin iyi bir düzeyde olduğunu ancak sosyal yaşamda kadının hak ettiği noktada olduğuna inanmadığını vurguluyor.
1993 yılında Türkiye Cumhuriyeti Yüksek Öğrenim Kurulu’ndan doçentlik ünvanına hak kazanan Biran Hanım, akademik kariyerinde önemli bir noktaya ulaşır.
6 yıl boyunca Yakın Doğu Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanlığı’nı yürüten Doç. Dr. Biran Mertan, 1997 yılında Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne geçer.
Kariyerinin en üst noktalarında transfer olduğu DAÜ’de, Yönetim Kurulu kararı ile Psikolojik Danışmanlık Rehberlik ve Araştırma Merkezi’ni kurar. Şubat 1998’de hizmet vermeye başlayan Merkezin halen başkanlığını yürütmekte olan Biran Hanım, böyle bir merkezin Kuzey Kıbrıs’ta ilk kez DAÜ’de kurulduğunu anlatıyor. Üniversiteye yeni bir ortama gelen gençlere hem danışmanlık hem de yaşadıkları sorunlarda yardımcı olmayı hedefledikleri çalışmalarda başarıya ulaştıklarını anlatan Biran Mertan, çağdaş ülkelerde bu tür merkezlerin çok yaygın olduğunu ifade ediyor.
Doç. Dr. Biran Mertan, PDRAM’da danışmanlık, rehberlik ve çeşitli araştırma projelerini yürüttüklerini belirterek, üniversite öğrencileri ve çalışanları ile sınırlı olan çalışma gruplarında, günlük sorunların, sorun haline gelmeden bunlarla başetmek için ipuçları vermeye çalıştıklarını vurguluyor. Randevu yöntemiyle çalıştıklarını anlatan Biran Hanım, gizlilik ilkesi ile çalıştıklarını ve güvenilirliklerini çeşitli programlarla da desteklediklerini ifade ediyor. Öğrencilere sundukları hizmetleri orientasyon programları ile velilere de tanıttıklarını belirten Biran Mertan, üniversite içinde düzenledikleri çeşitli hizmetiçi programlarla da farklı birimlerle çalıştıklarını anlatıyor.
1997 yılından bu yana, PDRAM’ın başkanlığını yürüten Biran Mertan, aynı zamanda DAÜ’nün Fen-Edebiyat Fakültesi’nde psikoloji derslerine de giriyor. Geçtiğimiz dönemlerde 2 yıl boyunca üniversitenin Kadın raştırmaları Merkezi Başkanlığı’nı da yürüten Biran Hanım, şimdilerde PDRAM ile fakülte arasında mekik dokuyor. Merkezdeki göreviyle, öğretmenliğin çok farklı iki alan olduğunu vurgulayan Biran Hanım, iki sahanın birbirinden tamamen ayrı olduğunu ifade ediyor. Fakültedeki derslerinde öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye çalışan Biran Hoca, öğrencileriyle çok güzel diyaloglar kurmayı başarmış bir öğretmen.
Tüm bu yoğunluk içerisinde Biran Mertan’ı toplumun sosyal yaşamında güzel bir renk olan Fransız Kültür Derneği ile gönüllülük ilkesini önde tutarak hizmet vermeye çalıştığı Özel Eğitim Derneği’nde, SOS Çocuk Köyü’nde ve psikoloji alanında yaptığı çeşitli çalışmaların içinde görüyoruz.
2 dönemdir Fransız Kültür Derneği’nin Başkanlığı’nı yürüten Biran Mertan, Fransız dilini ve kültürünü yaygınlaştırmak amacıyla yaptıkları çalışmalarda toplumsal açıdan maksimum faydayı elde etmeye uğraştıklarını anlatıyor. Özel Eğitime Muhtaç Çocuklarla ailelerinin örgütlendiği Özel Eğitim Derneği yararına çeşitli çalışmalar yürüttüğünü ifade eden Biran Hanım, SOS Çocuk Köyü’nde de danışmanlık hizmeti veriyor.
Çocuklarla çalışmaktan sonsuz keyif aldığını vurgulayan Doç. Dr. Biran Mertan, psikolojik alandaki çalışmalarında da her zaman çocuklarla çalışmayı tercih ettiğini vurguluyor. Anne-bebek ilişkileri üzerine Türkiye’deki meslektaşları ile birlikte yürüttüğü bir çalışma içerisinde olduğunu anlatan Biran Mertan, bu araştırma ile bir Davranış Bilimcisi olarak evrenselliğe bir katkı koymayı hedeflediğini ifade ediyor. Bir Gelişim Psikoloğu olarak 0-3 yaş arası çocuklarla gerçekleştirdiği çalışmalarını gençlerle tamamladığını belirten Biran Mertan, çalışmalarının sonuçlarını aileler ile paylaştığını da vurguluyor.
Öğrencilik yıllarından itibaren başarılı çalışmalara imza atan Biran Hanım, çeşitli sempozyumlar ve konferansların da davetlisi olmuş her zaman. Özellikle ülkemizde gerçekleştirdiği çalışmaları Batı’ya sunmaya çalışan Biran Mertan, evrenselliğin temsilcisi durumunda.
Boş zaman kavramına inanmayan bunu da en güzel şekilde gösteren insanlardan olan Biran Mertan, yine de kendine ayırabildiği anlarda, para, pul ve kartpostal kolleksiyonu yapmaktan, bahçe ile uğraşmaktan, bisikleti ile gezmekten ve fotoğraf çekmekten zevk alıyor. Ailesine zaman ayırmaya çalışan Biran Hanım, sevdikleriyle birlikte eğlenmekten, pikniğe gitmekten ve doğa yürüyüşleri yapmaktan asla vazgeçmiyor. Hayatının her döneminde varolan hayvan sevgisini de dile getiren Biran Mertan, şimdilerde güzel köpeklere sahip.
Geleceğe dair planlarına bakıldığında sadece mesleği ile ilgili projelerin varolduğunu gördüğümüz Biran Mertan, mesleki açıdan son dönemlerde en çok önem verdiği çalışmalardan birinin de Kıbrıs Türk Psikologlar Odası Yasa çalışması olduğunu vurguluyor. Yaşamının 2 boyutu olduğunu anlatan, Doç. Dr. Biran Mertan, akademik statüsü ile gönüllü dernek çalışmalarının yaşamı için vazgeçilmez olduğunun altını çiziyor.
Disiplinli ve planlı bir kişiliğe sahip olan Biran Mertan, Kıbrıs Türk kadınını evrensel boyuta taşımayı başarmış bir bilim insanı. Çalışmaları ile Kıbrıs Türk psikoloji bilimi ile birlikte Batı dünyasına, bu alanda katkı koyan isimler arasında yer alan Doç. Dr. Biran Mertan, kadının ve bilimin en başarılı temsilcilerinden.

Melek Doğan
İnsan sevgisi ile dolu, yardımsever ve güzel bir insan Melek Doğan. Toplumundan sadece almayı değil, varolduğu ülkeye birşeyler vermeyi kendine ilke edinmiş ve bunu başarmış bir kadın Melek Hanım. 3 Haziran 1938 yılında Mağusa’da dünyaya gelen Melek, 9 kardeşin en küçüğü. Anne ayrı baba bir 9 kardeşin 5’i erkek 4’ü kız. Kıbrıs adasının tek kasabı ve et dağıtıcısı olan baba Hasan Ahmet, bilinen adı ile Hasan Efendi’nin ikinci eşidir anneleri, Yoğurtcu Mehmet Ağaların kızı Ülviye Hanım. Ev hanımı anneleri Ülviye Hanım’ın, başı örtülü sokağa tek başına çıkamadığı bir dönemdir 30’lu yıllar. Sadece çocukları ve evi ile ilgilenen Ülviye Hanım, oğlunun okuması gerektiğine inandığı için sokak işlerini hep en küçük kızı Melek’e yaptırır. Hiç yerinde duramayan, hareketli ve çok canlı bir çocuk olan Melek’in en büyük özelliklerinden biri yardımseverliğidir. Özellikle yaşlı insanlara olan düşkünlüğü o günlerde bile dikkat çeker. Okul yaşı gelince Mağusa ilkokuluna yazdırılan Melek, öğretmenlerinin dikkatini çeken parlak bir öğrencidir. Ancak küçük Melek 7 yaşına geldiğinde babasını kaybeder. Büyük bir tüccar olan babasının varlığı sayesinde iyi bir hayat süren Melek ve ailesi aniden yokluğa düşer. Erkeklerin 2 kızların da tek pay aldığı miras bölününce anne Ülviye Hanım, çocuklarını geçindirmek için çareler üretmeye başlar. O güne kadar nerdeyse sokağa dahi çıkmayan Ülviye Hanım, bir kahve değirmeni alarak kahve öğütmeye başlar. Ancak annneleri satış için sokağa çıkamadığından, Melek ve kardeşleri tek tek dükkanları gezerek kahve satmaya başlarlar.
Melek, ilkokulu tamamladığında, okul hayatı da sona ermiş olur. Çünkü anne Ülviye Hanım’ın maddi gücü ancak tek çocuğunu okutmaya yeter. Oğlunun okumasını isteyen annnesi Ülviye Hanım’a itaat eden küçük Melek, okuldan ayrılarak, berber Nüzhet Hanım’ın yanına çırak olur. Yaklaşık 3 yıl berber yanında çıraklık yapan Melek, sabahları işe gitmeden önce aynı sokakta bulunan yaşlı kadınlara su taşımayı kendine görev edinir. Evde iyi bir yemek piştiğinde annesine sormadan komşuları olan yaşlı kadınları eve getiren Melek, tüm yoksulluklarına rağmen yardımseverliğinden vazgeçmez.
Melek’in okulu bırakmasının ardından, ortaokulu bitiren erkek kardeşi İsmet de, bir süre sonra maddi imkansızlıklar nedeniyle okuldan ayrılır. Ağabeyleri ile birlikte salhanede kasaplık yapmaya başlayan İsmet, maddi yönden ailesini rahatlatır. Ancak bu rahat dönem çok uzun sürmez. EOKA’nın Türklere karşı faaliyete geçmesi ile birlikte işten durdurulan İsmet ve ailesi için yeniden zor günler başlar. Ancak yılmayan aile, bir süre sonra Boğaztepe’de bir tavuk çiftliği kurar. Bu çiftlik Kıbrıs’ın ilk tavuk çiftliğidir.
1954 yılında berberlik eğitimini geliştirmek için İngiltere’ye giden Melek, geride kendine tutkun birini bıraktığını bilmez. İngiltere’de kaldığı kısa sürenin ardından Ada’ya dönen Melek’i bir sürpriz beklemektedir. Ağabeyinin ortaokuldan arkadaşı olan ve Melek’i çok beğenen Fahri Doğan, annesini hemen Melek’i istemeye gönderir. Gerçekte Fahri Doğan’a sempatisi olan ancak duygularını belli etmeyen Melek, ailesinin de onayı ile 1958’de Fahri Bey’le nişanlanır.
Gümrük memuru olarak çalışan Fahri Bey’le Melek Hanım uyumlu bir ikilidir. Melek Hanım ile Fahri Bey’in yeni nişanlılıklarını yaşadıkları bu dönem sıcak çatışmaların yaşandığı, Türklerin de Rumlara karşı teşkilatlanmaya başladığı bir dönemdir. Melek Hasan ile Fahri Doğan da, birbirlerinden habersiz, bu örgütlenmenin birer elemanıdırlar aslında. Yeminli olarak Gizli Teşkilat’ta yer alan Melek Hasan, haberleşme biriminde görev alır.
1960 yılında Melek Hasan ile Fahri Doğan evlenirler. Evlendikten sonra eşinin isteği üzerine çalışmaktan vazgeçen Melek Doğan, terzi yanına giderek dikiş öğrenir. Bu arada Akşam Kız Sanat Enstitüsü’ne de devam eden Melek Hanım, yemek ve örgü gibi çeşitli alanlarda kısa eğitimler alır. Ancak bu arada evde oturan ve çocukları çok sevmesine rağmen henüz bir çocuğa kavuşamayan Melek Hanım, iyice sıkılır. Eşi Fahri Bey’le birlikte bir dükkan açarak kendine bir meşgale yaratmaya karar veren Melek Hanım, 1961 yılında Pikadilli ismini taşıyan bir tuhafiye mağazası açar. Yabancı bir isimle turistlere daha çok hitap edeceklerini düşünen ikili bu konuda yanılmazlar. İğneden ipliğe, düğmeden hediyelik eşyaya pek çok malı satışa sundukları dükkanda işle esas ilgilenen Melek Hanım olur.
Bu işle birlikte ticaret hayatına atılan Melek Doğan, ticaretteki ilk Türk kadınlarından olur. Önceleri çevreden tepki görse de zamanla herkes Melek Doğan’ı tanır ve sever. Dükkanın sahibi olduğunu bilmeyenlerin zaman zaman kendisini temizlikçi sandıklarını anlatan Melek Hanım, kısa sürede işine hakim olur. Rumların bu dönemde kendilerine çeşitli rahatsızlıklar verdiğini ifade eden Melek Doğan, tüm zorluklara karşın işinde başarılı olur. Enstitüde aldığı eğitimin iş hayatında kendine çok faydası olduğunu vurgulayan Melek Hanım, edindiği renk bilgisinin işinin temelini oluşturduğunu belirtti.
Kısa süre içinde işlerini genişleten Melek Hanım, dükkanına kurduğu dikiş atölyesi ve örgü makineleri ile birlikte yanında işçi kızlar da çalıştırmaya başlar. Örgü ve dikiş konusunda da piyasaya hizmet vermeye başlayan Pikadilli, Mağusa’nın gözde mağazalarından biri olur.
Bu arada, 26 Şubat 1967 yılında Melek Hanım, o çok beklediği, özlem duyduğu bebeğine sahip olur ve adını da yılların özlemine atfen Özlem koyar. Özlem, Melek Hanım ile Fahri Bey’in hayatında yeni bir sayfa açar. Dükkanı eşine devreden Melek Hanım, 2.5 yıl işini bırakarak bebeğini büyütmeye adar kendini. Çok küçük bir bebek olarak doğan Özlem’i beslemek için saatlerce uyumayan Melek Hanım, bebeğini çok özenerek büyütür. Kendi çocukluğunda yaşayamadığı, sahip olamadığı herşeyi kızına vermek isteyen Melek Doğan, yaşamının en anlamlı olayının bir kız çocuğuna sahip olmak olduğunu vurguluyor.
2.5 yılın ardından bu sefer Özlem’le birlikte döner iş yaşamına Melek Hanım, Hem çocuğuna bakan hem de işini yürüten Melek Doğan, daha mutludur artık. Geleceği kızı için kurmaya çalışan Melek Hanım, 70’li yıllara gelindiğinde yaşadıkları ortamın her geçen gün daha kötüye gittiğinin farkındadır.
1974 Barış Harekatı ile birlikte, herkes gibi Melek Hanım ve ailesi de kendilerini savaşın içinde bulurlar. Hisar’da bulunan dükkanlarını terkederek tüm bölge halkı ile birlikte Buğday Camisine sığınan Melek Hanım ve Özlem, zor günler geçirirler. Cephede olan Fahri Bey, eşinden ve kızından uzaktadır. Bademcik ameliyatı geçiren kızı ile birlikte Camiye sığınan Melek Hanım, yokluklar içinde zor günler geçirir.
Askerin dağıttığı bir kepçe yemek için insanların tartıştığını bu ortamda askeri yetkililer, halkı sakinleştirmek için Melek Hanım’dan yardım alırlar. Tüm Mağusalıların tanıdığı Melek Hanım, 25 gün boyunca kaldıkları Cami’de, insanlarla konuşarak onları teskin ederek, ilgililere yardımcı olmaya çalışır. 1. Harekat’ın ardından kızını ve eşini görmeye gelen Fahri Bey, onları alarak dükkana gider. Rumların, adından dolayı Rum malı sandıkları dükkanlarına dokunmadıklarını ve telefonlarını da kesmediklerini gören Melek Hanım, çok mutlu olur. Hemen, merkez Lefkoşa ile telefon irtibatı için ilgililere haber veren Melek Hanım ve Fahri Bey, dükkanlarında bulundurdukları yiyecek stoklarını da çevredeki komşularıyla paylaşırlar.
Harekatın ardından yeni bir düzen kurulur Kıbrıs’ta. Dükkanını yeniden açan Melek Hanım, çalışmaya başlar. Ama 74 sonrasında toplum yaşamında yaşanan değişiklikler, işlerini küçültmesine neden olur Melek Hanım’ın. Hazır giyimin günlük yaşama girmesi ile örgü ve dikiş işlerini durduran Melek Hanım, sadece dikiş malzemeleri satmaya devam eder.
İşleri yavaşlasa da çalışmaya devam eden Melek Hanım, kendine yeni meşguliyetler yaratır zaman içinde. Çocukluğundan itibaren varolan yardımseverliği hiç bitmez, gün geçtikçe çoğalır. 90’lı yıllara gelindiğinde toplumuna ve ülkesine faydalı olmak, kalıcı birşeyler üretmek isteyen Melek Hanım, yaşlılar için bir vakıf kurmaya karar verir.
Yaşlılara herzaman düşkün olan Melek Doğan, tüm zamanını alacak böyle bir işe girişmeden önce kendini sınar ve gerçekten böyle bir işi yapıp yapamayacağını anlamaya çalışır. Kendinden emin olarak bu işe giren Melek Doğan, fikir danıştığı bazı arkadaşlarından destek bulamaz.
Ancak bir yaşlılar vakfı kurmaya kararlı olan Melek Hanım, Vakıflar İdaresi’ne giderek düşüncesini anlatır. Vakıflar’da kendisine yardımcı olan Mustafa Kemal Bey’in ve birkaç arkadaşının da katılımı ile 8 Kasım 1996’da Halk Vakfı’nı kurar Melek Doğan.
Vakfın kuruluşu ile çalışmalarına başlayan Melek Hanım, öncelikle amacına ulaşmak için bir bina arar. Uzun araştırmalardan sonra şu anda faaliyette oldukları Çamlı Köşk binasını tespit eder Melek Doğan. Kadınlar Konseyi’ne ait olan ancak uzun yıllar kullanılmamaktan viran hale gelen binayı alana kadar uzun ve zor bir mücadele verir Melek Hanım. 25 yıllığına kiralamayı başardığı Çamlı Köşk’ün tadilatı 2.5 yıl sürer. Çeşitli etkinliklerden elde edilen gelir ve yardımlar sonucunda binayı tamir etmeyi başarır Melek Doğan ve arkadaşları.
Başkanlığını Melek Doğan’ın yürüttüğü, 2.5 yıldan bu yana faaliyette olan Halk Vakfı Çamlı Köşk’ün kapasitesi 30 yatak ile sınırlı. Bugünlerde kapasitesini dolduran Çamlı Köşk, 12 çalışanı ile 3 vardiya halinde yaşlılara hizmet veriyor.
Yaşlıların her türlü ihtiyacının karşılandığı Köşk’te, temizlik ve hijyene çok öem veriliyor. Disiplinli ve titiz bir Başkan olan Melek Doğan, bakımevinin her türlü ihtiyacı ile ilgileniyor. Yaşlıların cüzi bir ücretle kalabildiği, bazılarından ücret alınmayan bakımevinde tüm giderler, etkinlikler sonucu elde edilen gelirle karşılanıyor. Devletten herhangi bir konuda destek alamayan Vakıf, büyük gayretlerle en iyi şekilde yürütülse de yardıma muhtaç durumda. Yaşlıların en iyi şekilde bakıldığı, içeriye girdiğinizde havası ile sizi rahatlatan bu bakımevi, iyiliksever insanların gayreti ile yürüyor.
Ayda 2 kez düzenledikleri otobüs gezileri, balolar, yemekler ve kermeslerle ayakta durmaya çalıştıklarını anlatan Melek Hanım, elektrik, su, temizlik malzemesi ve tıbbi yardım konusunda devletten yardım beklediklerini vurguluyor. Halkın etkinliklerine büyük destek verdiğini ifade eden Melek Hanım, son dönemlerde İngiltere’deki Türklerden de katkılar aldıklarını belirtiyor. Vakfın Fahri Başkanlığı’nı yürüten Dr. Teoman Sırrı’dan her konuda yardım aldıklarını anlatan Melek Hanım, Londra Türk Radyosu yetkililerinin de büyük desteğini gördüklerine işaret ediyor. Yatalak olan yaşlılarını bir yere götürebilmek için vinçli bir minibüse ihtiyaçları olduğunu söyleyen Melek Doğan, Londra’daki dostlarının bu konuda kendilerine söz verdiklerini ve minibüsü sağlayacaklarını anlatıyor.
Yaşlı insanların bakımının çok zor olduğunu anlatan Melek Hanım, insanın kendi annesine bile bakmakta zaman zaman zorlanabileceğini hatırlatarak, bu tür vakıflara destek olunması için çağrı yapıyor. Kendi annesinin de vakıf yaşlıları arasında olduğunu ifade eden Melek Doğan, bu merkezin güvenle kalınabilecek, temiz ve sağlıklı bir yer olduğunu vurguluyor. Duşlarından yemeklerine kadar, yaşlıların herşeyiyle yakından ilgili olan çalışanlar da herşeyin dört dörtlük olması için çaba harcıyor. Vakfın hem sekreterliğini hem de yöneticiliğini yürüten Emine Hanım da bu işe gönül verenlerden.......
Çamlı Köşk’ün şu anda tek bir boş yatağı olduğunu anlatan Melek Doğan, yeni bir binaya ihtiyaçları olduğunu ifade ediyor. Zorlukları aşarak amacına ulaşmayı öğrendiğini belirten Melek Hanım, yeni bina için çalışmalarını sürdürüyor.
Çamlı Köşk yakınlarında bulunan Kooperatife ait kullanılmayan bir binaya talip olduklarını ancak olumlu cevap alamadıklarını söyleyen Melek Doğan, Sınırüstü köyünde Halk Vakfı’na tahsis edilen 60 dönümlük bir arazileri olduğunu ancak bu alana inşaat yapmak için yeterli maddi güce sahip olmadıklarını belirtiyor.
DAÜ’den mimari konuda yardım aldıklarını ve çok güzel bir proje oluşturduklarını belirten Melek Doğan, yapmayı başardıkları takdirde yeni projede daha sağlıklı yaşlılara da hizmet verebileceklerini anlatıyor. Herkesin desteği ve katkısı ile böyle bir projenin hayata geçirilebileceğine dikkat çeken Melek Hanım, ilgililerden yardım bekliyor. Yaşlılarına saygı duyan ve onlara sahip çıkan bir toplum olduğumuzu hatırlatan Melek Doğan, bu konuda herkesin üstüne düşeni yapmasını arzuluyor. Vakıfların halkın malı olduğunu anlatan Melek Hanım, yapılan çalışmaların toplum için olduğunu vurguluyor.
Maddi, manevi her yönden, Vakıf için çalışmalarına devam edeceğini söyleyen Melek Doğan, boş bulduğu her anında vakıfla ilgileniyor. Çevresinde yaşlı dostları, ailesi ve arkadaşları ile birlikte kalabalık bir ortamda yaşamayı seven Melek Doğan, evinde yaptığı yemeklerini bile kalabalık ölçüye göre yapmaya alışmış.
Önceleri 9 kardeşli, daha sonraları onların çocuklarının da katılımı ile gittikçe kalabalıklaşan büyük bir ailede yetişen Melek Hanım’ın mutfağı da bir anda birçok misafiri ağırlamaya hazır...
Çalışma yaşamında olduğu gibi evinde de titiz ve disiplinli olan Melek Doğan, işini de evine kadar taşımış. Geceleri boş olduğu anlarda evinde düğme basan ve kemer yapan Melek Doğan, bir an bile boş durmayı sevmiyor.
Hafta sonlarını ailesi ve dostları ile birlikte geçirmekten hoşlanan Melek Hanım için en önemli varlıklardan biri de 15 yaşındaki torunu Fahri. Torunlarına çok düşkün olan Melek Hanım ile Fahri Bey, onu yanlarından hiç ayırmıyorlar.
Gece uykularının bile çok az olduğunu anlatan Melek Doğan, her an hareket halinde olmaktan mutlu olduğunu ve her gece yatağa yattığında kendiyle hesaplaştığını ifade ediyor. Kendini Vakıf’a adadığını söyleyen Melek Doğan, en büyük mutluluğunun Vakıf olduğunu belirtiyor. 100 gönüllü ile çalışan Vakıf, Melek Hanım için mutluluğun anlamı.
Aile yaşamında da çok mutlu olduğunu her yaptığı işte ailesini her zaman yanında gördüğünü ifade eden Melek Hanım, kendini şanslı insanlardan addediyor. Yardım edebileceği birinin olması durumunda mutluluğunun daha da arttığını anlatan Melek Doğan, sevgi dolu bir insan.
Zorlukları aşarak hedeflerine ulaşmayı seven Melek Doğan, bu toplumun ihtiyacı olan insanlardan. Güzel insan tanımına yakışır özelliklere sahip olan Melek Hanım, toplumların kimliklerini sürdürmesini sağlayan özel kadınlardan biri...

Netice Yıldız
Kuzey Kıbrıs’ın bilim kadınları arasında öne çıkan bir isim Doçent Doktor Netice Yıldız. Kıbrıs Türk kültürünü ve sanatını geleceğe en doğru şekilde aktaracak bir bilimin, sanat tarihinin tek temsilcisi Netice Yıldız. Sanat tarihinden kadın hareketine ve hatta basın alanına kadar geniş bir yelpazede, renkli bir kimliğe sahip olan Netice Hanım, kadınların başarılı bir temsilcisi.
3 Şubat 1957 yılında Lefkoşa’da dünyaya gelen Netice, ailesinin ikinci kızı. İlk kızlarının ardından bir erkek evlat bekleyen Yıldız ailesi, kızlarının doğumunu buruk bir mutlulukla karşılar. Aslen Görneçli Halil İbrahim Bey ile şimdiki Meriç, o zamanki adı ile Mora köyünden Ziver Hanım, çocuk denecek yaşta daha 16 yaşında, Lefkoşa’da tanışarak evlenirler. Evliliklerinin birinci yılında büyük kızları Naciye, hemen ardından da küçük kızları Netice doğar. Bir erkek çocuk sahibi olmak isteyen aile, yaklaşık 4 yıl sonra amaçlarına ulaşır. Gürsel isimli oğullarının da doğması ile aile tamamlanır.
Önceleri terzilik yapan baba Halil İbrahim ile anne Ziver Hanım, Kıbrıs’ın ilk temizlemeevi olan Yıldız Temizlemeevi’ni açarlar. Karı-koca evdeki birlikteliklerini iş yaşamına da taşırlar. Küçük Netice’nin çocukluğu yoğun bir aile sevgisinin yaşandığı güzel bir ortamda geçer. Atatürk İlkokulu civarında, Fuzuli sokakta, kirada oturdukları evleri, Netice’nin hatırladığı ilk anılarıdır. Çok titiz olan Ziver Hanım’ın, ablası ile Netice’yi cicili-bicili giydirmesini ve çok sağlam bir terbiye vermesini hiç unutmaz Netice.
Ablası Naciye ile arasındaki bir yıllık yaş farkı Netice’nin hayatında hep önem arzeder. İkiz gibi büyüdüğü ablası ile birlikte Növber Hanım Anaokulu’nda başlayan okul yaşamları, ilkokula başlayacakları gün ayrılır. Çünkü o güne kadar annesinden hiç ayrılmayan Netice, okula başlamayı reddeder. Annesiyle geçirdiği bir yılın ardından Selimiye İlkokulu’na başlar Netice. İlk 3 ay okulu sevmeyen ve pasif bir öğrenci olarak kalan küçük Netice’nin okul dışındaki zamanı ailesiyle birlikte dükkanda geçer.
Netice’nin okula başlamasının ardından patlak veren 63 olayları tüm Kıbrıs’lıların olduğu gibi, Yıldız ailesinin de hayatını altüst eder. Bu arada Fuzuli sokaktan, yaşamlarını geçirecekleri Dumlupınar bölgesinde satın aldıkları yeni evlerine taşınmıştır Yıldız ailesi. 1963 Aralık’ında başlayan EOKA saldırıları sonucu, Netice ve ailesi evlerini terkederek, surlariçindeki dayılarının yanına taşınırlar. Olaylar sonucu 1 yıl okulundan uzak kalan Netice, anne ve babasının yönlendirmesi ile dükkanda geçirdiği dönemde okula gider gibi ders çalışır. 1 yılın ardından okuluna dönen Netice, ilk ayların pasifliğini üzerinden atarak, sınıfının parlak öğrencileri arasına girer. Ablası ve kardeşi ile birlikte, sınıflarının en parlak öğrencileri arasında yer alan Netice, bu başarılarını anne-babalarının aileye çok düşkün olmasına dayandırıyor. Birbirlerine çok bağlı olan Ziver Hanım ile Halil İbrahim Bey, bu bağlılığı çocuklarına da aşılarlar.
Hırslı ve çalışkan bir öğrenci olan Netice, sosyal çalışmalarda da en öndedir. Selimiye ilkokulunda bir süre eğitim gören Netice, daha sonra Atatürk İlkokulu’na geçer. 67-68 yıllarında, Kıbrıs’ta ilk kez başlatılan ve öğretmenlerden birinin adına atfen Tuncer kursları denilen okul dışı kurslara da başlayan Netice ve ablası, matematik, fen ve kültür derslerini eğlenceli ve teknik oyuncaklarla öğrenirler.
10 yaşında yabancı dile olan yatkınlığı farkedilen Netice, ingilizce dersleri almaya başlar. Yaşamında ve mesleğinde çok faydasını göreceği yabancı dil derslerine çok severek devam eder Netice. Okul dışındaki zamanlarını kardeşleriyle birlikte babalarının kuru temizleme dükkanında geçiren Netice, zaman zaman babalarına da yardım ederler.
Orta eğitimine Maarif Koleji sınavlarını kazanarak, Kolejde devam eder Netice. Hırslı ve çalışkan bir öğrenci olan Netice, ingilizcenin yanında fransızca dersleri de almaya başlar. Matematik ve fen derslerine olan yatkınlığı dikkat çeken Netice, kolejde de çok başarılıdır. Oldukça faal bir öğrenci olan Netice, gelecekte fen ağırlıklı bir eğitim hedefler. Ancak 1975 yılında Netice, son sınıfa geldiğinde, katıldığı Öğrenci Seçme Sınavında, kendince başarısız bir sonuç alarak İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisini kazanır. İngilizce eğitim almayı hiç düşünmeyen Netice, ablası gibi tıp okumaya kararlıdır. Ancak yeniden sınava girene kadar, okuluna kayıt yaptırmaya karar veren Netice, İstanbul’a gider.
Bir yılın sonunda tekrar sınava giren Netice, hedefine ulaşamaz ve İngiliz Filolojisinde okumaya devam eder. Diyarbakır Tıp’ta okuyan ablası Naciye’nin o yıl İstanbul’a geçiş yapması ile kendini daha rahat hisseder Netice. Ablası ile birlikte İstanbul’da daha mutlu olan Netice, İngiliz dilinde de başarılı olur. Başarısızlıkla sonuçlanan sınav denemesi sonunda okulunu bitirmeye azmeden Netice, 4 yılın ardından mezun olur. Okulunu tamamladığı, YÖK öncesi dönemde, İstanbul Üniversitesi’nin kendi öğrencilerine tanıdığı sınavsız doktora hakkından faydalanan Netice, doktora yapmaya karar verir. Ancak, İngiliz Filolojisinde sınırlı olan doktoraya giremeyen Netice, bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Sanat Tarihi üzerine doktora çalışmalarına başlar.
5 kişilik bir öğrenci grubu ile birlikte, Osmanlıca dersleri almaya başlayan Netice, Osmanlıca’nın zorluğuna rağmen bu dersleri tamamlamayı başaran tek öğrenci olur.
Hiç düşünmediği, bilmediği bir konuda doktoraya başlayan Netice Yıldız, çalışmalarını sürdürdükçe sanat tarihini sevdiğini farkeder. 1980 yılında doktora çalışmalarına başlayan Netice Hanım, Osmanlı-İngiliz ilişkileri konusunda geniş bir çalışma alanı seçer kendine. Arşiv belgelerine dayalı olarak çalışmalar yapan Netice Hanım, İngiltere-Türkiye ve Kıbrıs arasında mekik dokur, uzun yıllar. Kalıcı bir eser yarattığı tez çalışması sırasında Başbakanlık Arşivi, Cambrıdge, Oxford, Topkapı ve Dolmabahçe arşivlerinde araştırma yapma fırsatını bulan Netice Yıldız, Kıbrıs tarihi konusunda da engin bir bilgiye sahip olur. Çok zengin bir dönemi inceleyen Netice Hanım, 7 yılda tamamlamayı başardığı tez çalışması sonucunda, bin sayfadan oluşan 2 ciltlik bir eser yaratır. 7 yıllık dönemin bir yılını İngiltere’de araştırma yaparak geçiren Netice Hanım, İngiltere’de kardeşinin ve akrabalarının büyük desteğini görür. Netice Hanım’ın doktora çalışmaları sırasında Cerrahpaşa Hastanesi’nde ihtisas yapan ablası Naciye Hanım, Netice Yıldız’ın en büyük destekçisidir. 15 Eylül 1987 yılında doktora sınavını veren Netice Hanım, 29 Eylül 1987’de Kıbrıs’a döner. Ancak Netice Hanım, adaya iki kişi olarak dönmüştür. Yanında, ablasının 6 aylık kızını da Kıbrıs’a getiren Netice Hanım, Yasemin’le özel olarak ilgilenir. Çalışma hayatına başlamasının ardından, hafta sonları Yasemin’in bakımını üstlenen Netice Yıldız, Yasemin’i kızı gibi sever.
Ülkesine ve ailesine olan bağlılığı sonucu geri dönüş kararı alan Netice Yıldız, yıllarca anne-babasının kendileri için yaptığı fedakarlıkların bir karşılığı olduğunu ve bunu geriye dönüşle ödeyebileceğini düşünür.
Adaya dönüşünün ardından 1 Ekim 1987’de Doğu Akdeniz Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi’ne kabul edilen Doktor Netice Yıldız, sanat tarihi ve ingilizce dersleri vererek çalışma hayatına başlar. Yeni kurulan İnsani Bilimler Bölümünde koordinatör olarak görev alan Netice Hanım, 3.5 yıllık koordinatörlüğün ardından bölüm başkanlığına getirilir. Kendisini öncelikle öğretim üyesi olarak gören Netice Yıldız, İnsani Bilimler Bölümü’nde seçmeli ders olarak sanat tarihi verir yıllarca. 1992 yılında Doçentliğe hak kazanan Netice Yıldız, bu bölümde üniversitedeki tüm bölümlerle ortak çalışma yapma şansını yakalar. İnsani Bilimler Bölümü’nün İngilizce Bölümü ile birleştirilmesini tasvip etmeyen Netice Yıldız, üniversiteden ayrılmaya karar verir. Yurtdışında çalışma imkanları arayan Netice Hanım, karar verme noktasına geldiği günlerde yeni bir görevlendirmeyle karşı karşıya kalır.
Rektör Özay Oral tarafından Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nü kurmakla görevlendirilen Netice Hanım, 1998 yılında büyük bir heyecanla Bölümün kuruluşunu gerçekleştirir. 3 yıllık yoğun ve özverili bir çalışma ile kurduğu bölümün başkanı olur Netice Yıldız. Ancak bir yılın sonunda yeterli öğrenciyi bulamayan Sanat Tarihi Bölümü’nün, Arkeoloji Bölümü olarak geliştirilmesine karar verilir. Kendini arkeolojiden çok Sanat Tarihine yakın hisseden Doç. Dr. Netice Yıldız, başkanlığını üstlendiği Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nden ayrılarak Mimarlık Fakültesi’ne geçer. Sanat Tarihi’nin mimarlıkla daha içiçe olması Netice Hanım’ın Mimarlık Fakültesi’ne kısa sürede alışmasını sağlar. Mimarlıkta Sanat Tarihi dersleri vermeye başlayan Netice Yıldız, sanat tarihi mesleğinin uzmanlık ve özveri gerektiren bir alan olduğunu vurguluyor. Bir sanat tarihçisinin çok kolay yetişmediğini ifade eden Netice Hanım, bu mesleğin yoğun bir çalışma ve ihtisaslaşma gerektirdiğini anlatıyor. Bu sahada belli bir kontenjanla uzman yetiştirilmesi gerektiğini söyleyen Netice Hanım, iş alanının sınırlı olduğunu ifade ediyor.
Dünyada büyük önem verilen sanat tarihçilerinin Kıbrıs’ta yeterli ilgiyi görmediğini belirten Netice Yıldız, sanat tarihçisi açısından Kıbrıs’ın zayıf olduğunu vurguladı.
3 yıldan bu yana Mimarlık Fakültesi’nde sanat tarihi ve master dersleri veren Netice Yıldız, bilgisini en üst düzeyde öğrencilerine sunabildiği için çok mutlu. Bugüne kadar bilgilerini değerlendirip kitap basma şansına sahip olamayan Netice Hanım’ın ders notları aslında birer kaynak kitap niteliğinde. 2.5 yıldan bu yana sanat tarihi dersini on-line olarak internetten de öğrencilerine ulaştıran Netice Yıldız, oldukça renkli ve zengin bir web sayfasına sahip. Her zaman, Kıbrıs sanat tarihi hakkında bir kitap yazmayı arzuladığını anlatan Netice Hanım, mali imkansızlıklar nedeniyle bu düşüncesini bu güne kadar gerçekleştirememiş.
Mimarlık alanında sanat tarihinin çok önemli bir yere sahip olduğunu belirten Doç Dr. Netice Yıldız, mimari alanda başarılı çalışmalara imza atmak için geçmişin çok iyi bilinmesi gerektiğini vurguluyor. Mimari alanda her zaman özgün ve etkili çalışmaların hedeflendiğini anlatan Netice Hanım, Kuzey Kıbrıs’taki yeni yapılaşmada ülkemizin karakterini yansıtan yapıların dikkat çekici olduğunu vurguluyor. Her yüzyılın kendi karakterini yansıtan eserlere ihtiyacı olduğunu ifade eden Netice Hanım, yapılaşmada en çok 3’lü kemer sisteminin kullanıldığını ve köy evlerinin de yaygınlaştığını belirtiyor. Eski kültürümüzü korumak için eski eserlerimizi korumamız gerektiğini ifade eden Netice Yıldız, bir toplumun kültürünü oluşturmak için hem eski hem de yeni eserlere ihtiyacı olduğunu anlatıyor.
Zamanını tamamen akademik çalışmalara ayıran Netice Hanım, üniversite dışındaki etkinliklerle ilgilenmeye fırsat bulamıyor. Özellikle master öğrencileriyle projelendirdiği çalışmalar ve kendi projeleri konusunda yoğun saatler geçiren Netice Hanım’ın, kısa dönemdeki esas hedefi, Kıbrıs’taki Osmanlı-İngiliz ilişkileri konusunda şık bir kitap bastırmak.
Kendi çalışmaları arasında İngiltere’deki Türkiye Cumhuriyeti Sefaret Binaları’nın tarihçesi konulu belgesel çalışmaya büyük önem veren Doç Dr. Netice Yıldız, Kıbrıs’ta kadın santçılarla başlayan kültür sanat sürecini incelediği yeni bir araştırmayı da tamamlamak üzere. Araştırma yaptığı konularda kitap denebilecek, geniş makaleler yazan Netice Yıldız’ın bugüne kadar yayınlanmış makale ve tebliğ sayısı 50’ye ulaşmış.
Üniversitedeki çalışmaları arasında büyük zamanını alan Kadın Dergisi’nin yayın kurulu başkanlığını da yürüten Netice Yıldız, Kıbrıs Türk kadın tarihine katkı koyan, güzel bir esere de imza atıyor. Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınan ve bilimsel indekslerde yeralan bir eseri olan Kadın Dergisi, zengin bir yazar kadrosuna sahip.
Son bir yıl içinde hazırlamaya başladığı 6-7 makalesinin tamamlanmak üzere olduğunu anlatan Netice Yıldız, Türkiye’de basılan ve yayın dünyasına kazandırılan 21 ciltlik Türkler serisine, Kıbrıs’ta Osmanlı Kültür Mirası ve İngilizlerle Osmanlılar arasındaki etkileşimi anlatan 2 makale ile katkı koymuş.
Zamana sığdıramadığı yoğun çalışmaların tamamını belgelere dayandıran ve Türk, Osmanlı Kültürünün tanıtımını sağlayan Netice Yıldız, uluslararası alanda Türk kadınını başarıyla temsil ediyor.
Doğu Akdeniz Üniversitesi’ndeki görevi dolayısıyla haftanın büyük bölümünü Gazimağusa’da geçiren Netice Hanım, mesleğinin ilk yıllarında, çeşitli etkinliklere katıldığını ve çeşitli kurumlarda görev aldığını anlatıyor. 1990 yılında sponsorluğunu Asil Nadir’in üstlendiği Kıbrıs Araştırma ve Tanıtma Vakfı’nın kuruluşunda görev alan Netice Yıldız, 3-4 yıl süreyle bu Vakıf’ta çalışır. Kıbrıs konusunda çeşitli çalışmalara, konferanslara imza attığı bu Vakfın, daha sonraları maddi sorunlar nedeniyle çalışamadığını ifade eden Netice Hanım, üniversitedeki yoğun çalışma temposunun sosyal çalışmalar konusunda engel teşkil ettiğini vurguluyor.
Üniversite’deki Kıbrıs Araştırmaları Merkezi’nin kuruluşuna önayak olan Netice Yıldız, bu merkezin çalışmalarını düzenlediği halde hiçbir dönemde başkanlığını yürütmediğini anlatıyor. Bu çalışmalar arasında Kadın Araştırmaları ve Eğitim Merkezi ile ilgili olarak bazı faaliyetlere imza atan Netice Hanım, 1999 yılında ilk kez 21 kadın sanatçının katılımıyla bir sergi düzenlemiş. 2000 ve 2002’de de 2 sergi düzenleyen Netice Yıldız, kadınlar konusunda da çeşitli araştırmalar içerisinde.
Ülkesinin sanatını ve kültürünü derinlemesine araştıran bir sanat tarihçisi olan Doç. Dr. Netice Yıldız, Kıbrıs’a döndüğünde bulduğu sanat ortamının, son dönemlerde dinamizmini yitirdiğini ifade ediyor. 80’li yılların sonu ile 90’lı yıllarda gelişen sanat ortamında bir devrim yaşandığını vurgulayan Netice Hanım, son yıllarda, yaşanan ekonomik krizle birlikte, sanat camiasında da bir durgunluğun gözlemlendiğini anlatıyor. 90’lı yıllarda açılan özel sanat galerilerinin, sanat ortamına hareketlilik getirdiğini belirten Netice Yıldız, son günlerde Büyük Han’ın hayata geçirilmesini mutlulukla karşılıyor. Bir sanat tarihçisi olarak, sanat dünyasına katkı koymaya çalıştığını belirten Netice Hanım, özellikle resim alanında kadınların öne çıktığını ve kendisinin de bu çalışmaları dünyaya duyurmaya çalıştığını anlatıyor.
Kıbrıs adasında, özellikle İngiliz döneminde okulllarda verilen dikiş-nakış derslerinin, bir estetik taşıdığını ve sanatsal alanda değerli görüldüğünü tespit eden Netice Hanım, yakın zamanda katıldığı Ortadoğu ile ilgili konferansta, Kıbrıs Türk kadınını tanıtarak, kadının çağdaşlığın simgesi olduğunu belgeler. Kadın ve nakış üzerindeki çalışmasını makale olarak sunmayı hedefleyen Netice Hanım, uluslararası alanda, tanınan ve bilinen bir bilim kadını konumunda. Kıbrıs Türk kadınının başarılı bir temsilcisi olan Doç. Dr. Netice Yıldız, bugüne kadar birçok uluslararası konferansta ülkemizi temsil etmiş.
Yoğun bir akademik çalışma içerisinde olan Netice Hanım, sanat tarihçisinin, geçmişi olan, sanatsal değeri olan objeleri inceleyerek topluma sunduğunu vurguluyor. Sanat tarihçisi ile sanat eleştirmeni arasında fark olduğunu anlatan Doç. Dr. Netice Yıldız, sanat eleştirmenlerinin daha çağdaş sanatlarla ilgilendiğini ifade ediyor. Sanat eleştirmenlerinin geniş bir vizyona ve bilgiye sahip olması gerektiğini belirten Netice Hanım, eleştirmenlerin daha araştırmacı olması gerektiğinin altını çiziyor. Kendi çalışma alanında, ortaçağdan bugüne gelmeye çalıştığını anlatan Netice Yıldız, kadınlararasında varolan dayanışmanın, özel bir destekçisi.
Küçük toplumların eleştiriye açık olmadığını ifade eden Netice Hanım, güzel ifadeler kullanılmadığı zaman eleştirmenin de acımasızca eleştirildiğini bu nedenle, sanat eleştirmenlerinin tarafsız ve bilgili olması gerektiğini vurguluyor.
Son derece yoğun bir tempoda çalışan Doç. Dr. Netice Yıldız, ancak hafta sonlarını kendine ayırabiliyor. Boş zamanlarında kültürel etkinlikleri takip eden ve çok sevdiği yeğeni Yasemin ile seyahat eden Netice Hanım, ailesiyle vakit geçirmeyi seviyor. Yılın 6 ayında denize giren ve yüzmeyi seven Netice Hanım, seyahat etmekten de büyük keyif alıyor.
Çeşitli konferanslar ve seminerler için birçok ülkeye seyahat eden Netice Yıldız, pek çok Avrupa ülkesinde Türk kültürünün derin izlerinin görüldüğünü anlatıyor. Fotoğrafçılık çalışmalarında, Türk kültürünü yansıtan Netice Hanım, çalışmalarını derslerinde de materyal olarak kullanıyor. Dijital ortama aktardığı çalışmalarını arşivleyen Netice Hanım, zengin bir fotoğraf serisine sahip.
Yaşamının ve zamanının çoğunu akademik çalışmalara adayan, ülkemizin tek kadın sanat tarihçisi Doç. Dr. Netice Yıldız, araştırmacı kimliğe sahip gerçek bir bilim insanı. Türk kültürünü ve Türk kadınını en özel ve en gerçek şekliyle batı dünyasına aktaran Netice Yıldız, kadının varoluş savaşında güçlü kimliklerinden biri.

Semral Öztan
Kıbrıs Türk sanat dünyasında kendine yaşam alanı bulalı çok olmadı seramik. Seramik sanatçılarına bakarsanız bir elin parmaklarını geçmezler. Çamur ve ateşten yarattıkları gizemli bir dünyanın aktörleridir seramik sanatçıları. Semral Öztan da bu sanata gönül veren ve ustaca yarattığı eserleriyle, sanat dünyamızda bundan böyle adını sıkça duyacağımız bir isim. Semral Abdullah, 1 Ocak 1956 günü Küçük Kaymaklı’da dünyaya gelir. 3’ü kız 4 kardeşin ikincisi olan Semral, ablasının ikinci yaş gününde doğarak ailesine unutulmaz bir gün yaşatır. Aslen Sütlüce’li anne Safiye Niyazi, babasını kaybedince küçük yaşlarda Lefkoşa’ya yerleşir. 1953 yılında iş bulmak amacıyla Lefkoşa’ya gelen Stavrogonnolu Abdullah Öztan, Safiye Hanım’la tanışarak evlenir. Küçük Kaymaklı’ya yerleşen Öztan ailesi, 1960 yılına kadar 4 çocuklu kalabalık bir aile olur. Baba Abdullah Bey’in işi dolayısıyla 1962 yılında Lefke’ye yerleşen aile tam 12 yıl orda yaşar. İlkokula Lefke Küçükler İlkokulu’nda başlayan Semral, sessiz ve sakin bir çocuktur. Ancak derslerin dışında sanata olan yatkınlığı hocaları tarafından farkedilir. İlkokul 1’de sahnelenen bir tiyatro oyununda çizdiği tavşan resmini hiç unutmaz. 3. sınıfa geldiğinde Küçükler İlkokulu’ndan Büyükler İlkokulu’na geçer. Ve burda ömür boyu arkadaşlıkları sürecek Türkan’la tanışır Semral. İlkokuldan meslek yaşamına kadar yıllarca aynı yolda yürüdüğü arkadaşı, bugün artık kızkardeşi gibi yakın Semral Öztan’a.
Sürekli annenin sözü geçer gibi görünse de baba egemen bir evde büyüyen Semral, çok yatkın olduğu resim konusunda hep destek görür babasından. Anneannenin kendileri ile birlikte yaşadığı çocukluk dönemi, yaşamının en güzel yılları olur Semral’ın. Çok iyi anlaşan bir anne babaya sahip olan Semral, anneannenin kendilerini her zaman koruyan tavrını hiç unutmaz.
Ortaokul ve liseyi Lefke Gazi Lisesi’nde okuyan Semral’in resme ilgisi hiç tükenmez. Ablası ile birlikte en sevdikleri faaliyetler olan sanat etkinliklerinde yer almaktan sonsuz keyif alırlar. Resim gibi müziğe de ilgisi olan Semral, müzik aleti alma şansı olmadığı için resimle ilgilenmeyi tercih eder. Okulda sahnelenen tiyatro oyunlarında da etkin görevler alan Semral, aynı zamanda iyi bir de sporcudur. Annesinin tüm karşı çıkmasına karşın resimden kopmaz Semral. O yıllarda geçerli bir meslek olarak kabul görmeyen resim sanatçılığını onaylamaz Safiye Hanım. Onun için resim sadece okulda görülen bir derstir.
Annesinin itirazlarına karşın okuldaki resim hocası Refik Saydam’ı örnek alan ve onun desteğini gören Semral, kararını daha lisedeyken verir. Vasat olan derslerine karşın resimde çok iyidir çünkü. Gizli gizli çizdiği resimler, hocalarından ve arkadaşlarından hep teşvik görür.
1973 yılında Gazi Lisesi’nin edebiyat bölümünden mezun olan Semral, üniversite sınavını kazanmasının ardından babası ile birlikte İstanbul’a gider. Kızının yeteneklerini gözönünde tutan baba Abdullah Bey, Semral’ı teşvik eder. İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi’nde dekoratif sanatlar ve resim yetenek sınavlarına giren Semral, kalabalık bir katılımın olduğu sınavların ikisini de kazanır. Artık tüm korkularını geride bırakan Semral, babasının da desteğini alarak, isminden etkilendiği dekoratif sanatlar bölümünü seçer.
Resimi çok sevmesine karşın, resim ve dekoratif sanatlar hakkında hiç bilgi sahibi olmayan Semral, gördükleri karşısında hem mutlu hem de şaşkındır. Akademide derslerine devam ederken hocasının masası üzerinde gördüğü küçük seramik objeler, Semral’ın eğitimine ve geleceğine yön verir.
Akademiye aynı dönemde 3 arkadaşı daha girer Semral Abdullah’ın. Semral, Akademi’de kendini çok farklı bir ortamda bulur. Ancak Kıbrıslı Türk olmanın avantajını da yaşayan Semral Abdullah, Türkiyeli arkadaşlarından büyük destek ve ilgi görür.
Akademideki eğitimi devam ederken Semral için yaşam da farklı bir boyut kazanmaya başlar. Kaldığı öğrenci yurdunda en yakın arkadaşlarından olan Füsun Korman, Semral’ı ağabeyi Bumin ile tanıştırır. İstanbul’da eğitim görmekte olan Bumin Korman ile Semral Öztan arasında özel bir arkadaşlık doğar. Öğrencilik yılları boyunca devam eden arkadaşlıkları, kısa sürede hayat arkadaşlığına dönecektir. Semral Akademi’de son sınıfa geldiğinde, babasını kaybeder. Semral’ı sanat eğitimi için destekleyen babası yoktur artık. Babasının ölümüne çok üzülen Semral, en büyük desteği arkadaşlarından görür.
1978’de üst lisans diplomasını alan Semral, akademiden mezun olur. Ada’ya birlikte dönen Semral Öztan ile Bumin Korman 1978’de nişanlanırlar. 1979’da da hemen evlenirler. Ada’ya döner dönmez Kumyalı ilkokulunda öğretmenliğe başlayan Semral Hanım, evliliğin ardından da öğretmenliğe devam eder. Öğretmenlik yaşamı her ne kadar resimle ilgili olsa da Semral Hanım, sanat ortamından uzaktır. Öğretmenliğe devam ederken 1980’de ilk kızı Esra dünyaya gelir. Çocukla birlikte farklı ve daha yoğun bir hayata adım atan Semral Öztan, 1982’de Yeni İskele Şehit İlker Kartel ilkokuluna tayin olur. Bu okulda daha rahat çalışma şartlarına sahip olan Semral Hanım, seramiği özlediğini farkeder.
Ancak seramik çalışma şansına sahip olmayan Semral öğretmen, boyalarla, kalemlerle ve öğrencileriyle mutlu olur. Öğrencileriyle gerçekleştirdikleri kil çalışmaları, Semral öğretmeni kısmen tatmin eder. Geçici öğretmen olarak çalıştığı yıllar, 1986’da memurlukla bölünür. Gazi Mağusa gümrüğünde memur olarak 3 yıl boyunca görev alan Semral hanım, sanattan tamamen uzaklaşır. Boş bulduğu zamanlarda yaptığı yağlı boya çalışmalarla avunan Semral Hanım, maddi imkansızlıklar nedeniyle seramikle buluşamaz.
22 Ocak 1986’da ikinci kızı Buse’yi dünyaya getirir Semral Hanım. Memuriyet devam ederken Semral Hanım, seramikten uzak olsa da desenler çizerek kendini tatmin etmeye çalışır. Yaşam şartlarının ağırlığı sonucunda bulabildiği işlerde çalışmak zorunda kalan Semral Hanım’ın hayat akışı gittikçe zorlanır. 1988 yılında eşinden ayrılan Semral Öztan, 2 kızı ile birlikte yaşam savaşı vermeye başlar.
Çocuklarını büyütürken, hem kendi ailesi hem de eski eşinin ailesinin desteğini hep yanında hisseden Semral Hanım, yine de zorlu koşullardan geçmektedir. Geçici olarak çalıştığı yıllar boyunca hep mesleğini özleyen Semral Öztan, 1989 yılında açılan münhal sonucunda Atatürk Meslek Lisesi, Gelişim ve Seramik Öğretmenliği Bölümü’nde öğretmenliğe başlar. Yaşamına yeni bir sayfa açan Semral Hanım, seramikle buluşur. 12 yıl boyunca seramikten ayrı kalmanın acısını yaşayan Semral Hanım, yeni görevine heyecanla sarılır. Coşkuyla başladığı işinde hazır bir seramik atölyesi bulan Semral Öztan, dünyaya yeniden gelmiş gibi olur.
Ancak, yaygın eğitime yani öğrenci olmayan yetişkinlere de eğitim veren Atatürk Meslek Lisesi’nde önceleri bocalar Semral Öztan. Yıllarca küçük çocuklara ders veren Semral Hanım, yetişkinlerle karşı karşıya kalınca bir süre zorlanır.
Üstelik yıllarca ayrı kaldığı seramiğe nereden başlaması gerektiğini bilemez. Hayallerinde yaşattığı bir başlangıç yapamayan Semral Hanım, yine de heyecan doludur.
Çamurla buluşmasını, değişen yaşam biçimi olarak tanımlayan Semral Öztan, okuldaki tüm sıkıntılara rağmen seramik çalışabildiği için keyiflidir. Okula girdikten sonra seramik bölümü açılmasının gerekliliği üzerinde duran Semral Hanım, kısa sürede arkadaşlarıyla bunu başarır. Seramik bölümüne artan talepler karşısında mutlu olan ancak bunun bilinçsiz yapılan bir seçim olduğunu gören Semral Öztan, ailelerin bilinçlendirilmesi gerektiğini vurguluyor. 25 yıllık öğretmenlik döneminde seramik konusunda başarılı adımlar atabildiklerini belirten Semral Hanım, okula ilginin az olduğundan şikayetçi. Meslek liselerine bakışı açısının değişmesi gerektiğini söyleyen Semral Öztan, okulu tercih edecek öğrencilere bu işi nasıl meslek edinebilecekleri ve bu işi nasıl yürütebileceklerinin de anlatılması gerektini ifade etti. Pahalı bir sanat dalı olan seramik alanında çalışabilmek için atölyenin teşvik edici olduğunu anlatan Semral Öztan, çocukların meslek liseleri konusunda yönlendirilmesi gerektiğini vurguluyor.
Görev aldığı Atatürk Meslek Lisesi’nde hem öğrenci yetiştirmeye hem de seramikten uzak kaldığı zamanı kazanmaya çalışan Semral Öztan, kısa sürede bu çabasında başarılı olur. Kendini sanatla dopdolu bir dünyada bulan Semral Hanım, çamur ve ateşle birlikte yeniden doğar.
Çamurla ateşin dansı olarak tanımlanan seramikle kendini yeniden keşfeden Semral Öztan, üzüntülerini, sevinçlerini, yaşadığı tüm duyguları eserlerine aktarıyor.
Atölyesinde zamanı unutan Semral Hanım, birbirinden ilginç eserler yaratıyor. Sanatsal alanda, Kıbrıs tarihini yansıttığı eserleri ile bir zaman tüneli yaratan Semral Öztan, geçmişle geleceği özdeşleştirmiş. Okul ve ev dışında kalan zamanlarının çoğunu atölyesinde geçiren Semral Öztan, yeni eserler üretmekten hiç vazgeçmiyor. Atölyede yaşadığı saatlerin bitmesini hiç istemeyen Semral Hanım, çamurla haşır neşir olunca kendini başka bir dünyada hissediyor. Eli çamura değdiği anda herşeyden soyutlanan Semral Öztan, vaktinin tamamını atölyesinde geçirebileceğini vurguluyor.
Çamurla insan arasındaki ilişkinin çok özel olduğunu anlatan Semral Hanım, çamurla birşeyler yaratmanın insanı geliştirdiğini ve ruhunu rahatlattığını vurguluyor. Her insanın kendini anlatırken kendine özel bir yöntemi olduğunu ifade eden Semral Öztan, kendisinin de en iyi ifade şeklinin çamur olduğunu belirtiyor. Çamurla yarattığı özgün eserlerde figür olarak daha çok kadını kullanan Semral Hanım, kadın objesi ile ifade olayının çok iyi bağdaştığını vurguluyor. Çamurla insan ilişkisinin çocukluktan itibaren başladığını belirten Semral Hanım, çocukluğunda çamurla oynama izni olmadığını, halbuki her çocuğun çamurla oynama ihtiyacının olduğunu vurguluyor.
Yıllarca bir atölyede çalışma şansından yoksun olan Semral Öztan, öğretmenliğe başladığı dönemde Akademi’den arkadaşı Aşık Mene’nin teklifi üzerine, 1995 yılında Aşık Mene’nin atölyesinde küçük çalışmalar başlatır. Mene’nin bu jesti ile hayatının değiştiğini ifade eden Semral Öztan, bir süre sonra kendi atölyesini kurar. Atölyesini oluşturduktan sonra, sanatının şekil almaya başladığını ve geliştiğini anlatan Semral Hanım, ilk dönemlerde yılların birikimini şekillendirir. Yılların özlemini giderdiği çalışmalarını, zaman içinde geliştiren Semral Öztan, öğretmenliğiyle sanatçılığı arasında bir etkileşim yaşar.
Öğrencilerine seramiği tanıtma amacıyla başlattığı çalışmalar, Semral Hanım’ın sanatına yön verir. Kıbrıs seramik sanatına ilişkin araştırmaları sonucunda, bu sanat dalına yön veren forumlar, objeler ve idollerle karşılaşan Semral Öztan’ın sanatı da bu yönde seyreder. Geçmişe bir yolculuk yaşayan Semral Hanım, 1998 yılında açtığı ‘’İzler ve Kadın’’ konulu ilk kişisel sergisinde eserlerine yeni bir boyut getirir. Çalışmalarında özellikle kadın forumlarını tercih eden Semral Hanım, bu forumlarla kadın düşüncesini daha iyi yansıttığına inanıyor. Duygusal ve hassas bir yapıya sahip olan Semral Öztan, her kadının yaşadığı duygusallığı yine kadın forumları üzerinde yaşama geçiriyor.
Her sanatçının eserleriyle ve çalışmalarıyla topluma bir mesaj vermesi gerektiğini savunan Semral Hanım, geçmişe dönük ve toplumun özünü yansıtan çalışmaların üretime yansıması gerektiğini vurguluyor. Bir toplumun ancak geçmişini bilerek geleceğe açılabileceğini ifade eden Semral Öztan, kısa süreli çalışmaları hemen sergiye dönüştürmekten yana değil. Her serginin bir mesaj taşıması gerektiğini belirten Semral Hanım, 2003’te yeni bir sergiye hazırlanıyor.
Seramiğin ana malzemesi olan kilin Kıbrıs’ta bolca bulunduğunu belirten Semral Öztan, seramik çalışmalarında esas olayın kili çalışılacak esere göre hazırlamak olduğunu vurguluyor. Ticari amaçla yapılan seramiklerin sanatsal anlamda mesaj taşıyan seramiklerden farklı malzemelerle üretildiğine dikkat çeken Semral Öztan, çok farklı seramik tekniklerinin varlığını anlatıyor. Çamur üretmenin uzun ve yorucu bir iş olduğunu belirten Semral Hanım, bu üretim için hem insana hem de makineye ihtiyaç olduğunu anlatıyor.
Günümüzün iletişim aracı olan internetle seramik alanında yaşanan gelişmeleri izlemeye çalışan Semral Öztan, ilk yurtdışı deneyimini 1999 yılında gerçekleştirmiş. Sanatı açısından her zaman kendini ölçmeye çalıştığını belirten Semral Hanım, sanatının bulunduğu noktayı ‘’ne geride ne de ileride’’ diye tanımlıyor. Artık dünyadaki seramik sanatçılarının forumlarla uğraşmadığını, seramiğin materyalini araştırdıklarını gözlemlemiş Semral Hanım. Sanatçıların kendilerine özgü materyaller yaratma çabasında olduklarını vurgulayan Semral Öztan, seramikte forumun gerçek anlamda anlatım biçimi olduğuna dikkat çekiyor.
Kıbrıs’ta seramiği tanıtmak gerektiğini anlatan Semral Hanım, toplumun seramiğe bakış açısının farklı olduğunu belirtiyor. Seramiğin gerçek anlamda tanınmadığını ifade eden Semral Öztan, gelecekteki hedefleri arasında seramiği tanıtarak, gelişmesini ve sürekliliğini sağlamak olduğunu da vurguluyor. Kıbrıs seramik sanatının tanıtılmaya ihtiyacı olduğunu söyleyen Semral Hanım, bu tür çalışmaların da ancak dernekler vasıtasıyla hayata geçirilebileceğini belirtiyor. Kuzey Kıbrıs’ta gerçekleştirilecek uluslararası bir workshopla Kıbrıs seramiğini tanıtma imkanı yaratılabileceğini ifade eden Semral Öztan, yeni açılımlar yaratmak gerektiğini anlatıyor.
Seramik çalışmalarının zamanının büyük bölümünü aldığını anlatan Semral Öztan bundan hiç şikayetçi olmadığını da vurguluyor. Seramik dışında kalan zmanlarda, el sanatları ve klasik sanatlar derneklerinde de çalışmalarda bulunduğunu ifade eden Semral Hanım, Seramik Sanatları Derneği’nin kurulmasının ardından kendi derneklerinde yoğun zamanlar harcadığını belirtiyor. Sanatın tam ortasında geçen günlerinde kendine ayıracak çok zamanı olmadığını vurguluyor. Sanatı dışında, kızlarının hayatında çok önemli olduğunu belirten Semral Hanım, çocuklarını yetiştirirken yaşadığı zorlukları ailesinin desteği ile aştığını ifade ediyor.
Şimdilerde annelerine arkadaş olan kızları ile çok iyi arkadaş olduklarını söyleyen Semral Öztan, çok güzel şeyler paylaştıklarını anlatıyor. Kızlarının her ikisinin de sanata düşkün olduğunu ifade eden Semral Öztan, büyük kızının evliliğe ilk adımı atması ile ailelerinin genişlediğini belirtiyor. Annesi ve kardeşleri ile ilişkilerinin her zaman çok iyi olduğunu vurgulayan Semral Öztan, her hafta sonu gerçekleşen aile yemekleri ile özlemlerini giderdiklerini belirtiyor.
Sanatçı duygusallığını yansıttığı, mesaj yüklü eserleri ile sanat dünyamıza geç katılan bir sanatçı olan Semral Öztan, kendi yorumlarıyla kendini aşma çabasında. Hem üreterek hem de geleceğe yeni seramikçiler yetiştirerek, kendi alanında birşeyler yaratma çalışmalarını hiç yılmadan sürdüren Semral Öztan, geleceğe geçmişle birlikte umut taşıyor.
Raziye Kocaismail
Yaşama hep umutla hep sevgiyle bakan güçlü bir kadın o. Yaşamı bencil bir şekilde sadece sevdikleriyle paylaşan Raziye Kocaismail, mutsuz geçirilen her günü kayıp sayanlardan.
1949 yılında 3 çocuklu Zeliha-Veli Canbolat çiftinin en büyük çocuğu ve tek kızı olarak dünyaya gelen Raziye, ailesi için çok özel olur. Anne tarafından ve baba tarafından kız çocuk özlemi duyan iki ailenin tek kızı olan Raziye, özenle büyütülür. Mutlu bir ailede çok mutlu bir çocukluk geçiren Raziye, tek kötü nokta olarak Rumlarla yaşanan huzursuzlukları anımsıyor. Güzel bir sese sahip olan babası Veli Canbolat’ın, her sofrada geleneksel hale gelen sanat müziği konserlerini mutlulukla hatırlıyor.
TV’nin henüz olmadığı yıllarda çocukluğunu yaşayan Raziye ve kardeşlerinin, kış gecelerindeki en büyük eğlencesi babalarının kanepede okuduğu romanlar olur. Elektriğin yaşamlarına girmesini hiç unutamayan Raziye, özellikle ders çalışırken, ışıklı ampullerin her an kararmasını ve fanuslu lambaların yanmasını bekler. Elektriğin yaşamlarına kattığı televizyonla çocukluğu renklenen Raziye, el üstünde tutulan şanslı bir çocuk olur.
İlkokula Akıncılar’da başlayan Raziye, arkadaşlarıyla uyumlu, sevilen bir öğrenci olur. Hocalarını çok seven ve onlara sonsuz saygı duyan Raziye, insan sevgisinin yıllar sonra kendisine geri döndüğünü görür. İlkokulun ardından Akıncılar ortaokuluna devam eden Raziye, okuluna çok düşkündür.
Hocalarını ve özellikle okul müdürü Numan Ali Levent’i hiç unutamayan Raziye, hocasının kendisine espriyle dolu ‘’senin Türkçen çok iyi büyüdüğün zaman seni spiker yapacağız’’ deyişinin yıllar sonra gerçekleştiğini ancak Türkçe değil Rumca haber spikeri olduğunu anlatıyor. Rumlara yakın bir sınır köyü olan Akıncılar’da Rumcayı çok yaygın olarak kullanan köylülerin, Türkçeden daha iyi Rumca konuştukları biliniyor.
Ortanca kardeşi ile bir yaş farkları olduğu halde aynı sınıfta okuyan Raziye, lise eğitimi için Lefkoşa Türk Kız Lisesi’ne başlarken, kardeşi de Ticaret Lisesi’ne kaydolur. Kız Lisesi’ne yatılı olarak kaydolan Raziye, çok popüler bir öğrenci olur. Bu dönemde şiir yazmaya merak saran Raziye, bu anlamda üretken bir dönem geçirir. Arkadaşları tarafından çok sevilen Raziye’nin okul hayatı lise 1’de sona erer. Çok sevdiği dedesini kaybettiği o yıl Raziye, okul dönemine nokta koyar.
Rumlarla Türklerin çatıştıkları, sorunlar yaşadığı bu dönemde, Raziye’nin babası Rumlar tarafından kaçırılarak tutsak edilir. Buna karşılık köylüler de bir grup Rum’u kaçırarak tutsak eder. Raziye’nin babası ile Rumlar pazarlıklar sonucu evlerine döner ancak o günden sonra Veli Bey’in hayatı zorlaşır. Çünkü tanınan bir kişi olan Veli Canbolat için tutuklama emri çıkaran Rumlar, Raziye’nin babasının köyde hapis hayatı yaşamasına neden olur. Raziye’nin lise 1’i bitirdiği yıl babası rahatsızlanır, ancak köyden çıkamamaktadır.
1966 yılında lise 1’den ayrılan Raziye, aile büyüklerinin uygun gördüğü, aynı aileden genç bir öğretmen olan Nejat Kocaismail ile evlenir. Henüz 17 yaşında olan Raziye, aslında evlilik için çok küçüktür. Çocuklara aşırı düşkün olan Raziye, 1968 yılında ilk kez anne olur. 3 oğlunun en büyüğü Korman’ı dünyaya getiren Raziye Hanım, çocuk büyütmede çok bilinçsizdir. Ev işlerinden anlamayan, çocuk büyütmekte zorlanan Raziye Hanım’ın imdadına annesi Zeliha Hanım koşar.
Yaşamı boyunca annesini hep yanıbaşında bulan Raziye Hanım, annesinin yardımı olmasa çok zorlanacağını ifade ediyor. Köyden çıkamadığı için doktora gidemeyen babası Veli Bey’in hastalığı ise bu dönemde artar. Çok sevdiği babasına çok üzülen Raziye Hanım’ın yapacak birşeyi yoktur.
Acemi bir ev hanımı olan Raziye Kocaismail, piyasaya çıkan çamaşır makinesinin ilk alıcısı olur. Mutfağa girmesine izin vermeyen annesi Zeliha Hanım, kendi evi ile birlikte kızının evini de idare eder. Ev hanımlığında yetersiz olduğunun farkına varan Raziye Hanım, kendini geliştirmeye karar verir.
Mutfağa giren ve çeşitli kitaplar okumaya başlayan Raziye Hanım, iyi bir ev hanımı olur. Çok enerjik ve yerinde duramayan bir yapıya sahip olan Raziye Kocaismail, kalabalık arkadaş ortamları yaratır evinde. 2 kız 2 erkek 4 çocuk doğurmayı isteyen Raziye Hanım, 3 oğlanın ardından başka bebek yapmaktan vazgeçer. 1972 yılında ortanca oğlu Veli’yi, 1977 yılında da en küçük oğlu Hüseyin’i dünyaya getiren Raziye Kocaismail, çocuklarını özenle büyütür.
İlk oğlu Korman’ın birinci yaş gününü kutladıkları Mayıs 1969’da Raziye Hanım’ın babası iyice rahatsızlanır. Adada sakinleşen durumdan faydalanan Veli Canbolat, tedavi için İngiltere’ye gider. Ancak 42 yaşındaki Veli Bey, geri Kıbrıs’a dönemez. Babasını kaybeden Raziye Hanım, bundan çok etkilenir. Annesi Zeliha Hanım ise çocuklarına daha çok sarılır. Akıncılardaki tek benzin istasyonuna, market ve hırdavatçı dükkanına sahip olan aile, işleri yürütmekte de zorlanır.
1974 Barış Harekatı’nın ardından Kocaismail ailesinin yaşam düzeni değişir. Akıncılar’dan Akdoğan’a tayin olan Nejat Bey ile Raziye Hanım, yeni bir yaşam kurarlar. Annesinden uzakta olan Raziye Hanım, artık evinin idaresine hakimdir.
Öğretmen olan eşinin fakir öğrencileri yararına çeşitli etkinlikler düzenlenmesine önayak olan Raziye Hanım, onlar için piyesler düzenler.Enerjik bir insan olan Raziye Hanım, insanlara yardım etmekten mutludur. Mutfağını da zenginleştiren Raziye Hanım’ın evi hiç boş kalmaz. Ev Hanımlığı Raziye Hanıma az gelmeye başlayınca, baba mesleği olan marketçiliğe yönelirler. Akdoğan’da bir market açan Raziye Hanım hem oğlu Korman’la ilgilenip hem de markette çalışmaya başlar. İkinci oğlu Veli’yi annesine emanet eden Raziye Hanım, yoğun bir yaşamın içindedir.
Bu dönemde küçük oğlu Hüseyin’e hamile kalan Raziye Kocaismail, oğlunun doğumu ile marketi kapatır. Kendini çocuklarını büyütmeye adayan Raziye Hanım, Hüseyin, okula başlayınca tekrar iş yaşamına döner. Kardeşi Ramadan’ın açtığı pastanede, pastacılığı profesyonelce öğrenmeye başlayan Raziye Kocaismail, mutfak konusunda ustalaşır.
80’li yılların sonunda İngiltere’ye giden kardeşinden devraldığı pastaneyi çalıştırmaya başlayan Raziye Hanım, profesyonelce iş yaşamındadır artık.
1991 yılında, gece-gündüz çalıştığı bu dönemde, yıllarca göğüs altında hissettiği, ancak önemsemediği kitleler Raziye Hanımı rahatsız etmeye başlar. Göğsünde estetik olarak kötü bir görüntü alan kitleler Raziye Hanım’ın koltuk altında da artmaya başlar. Gittikçe gücünü yitiren ve sürekli yorgun olan Raziye Hanım, yaşadıklarını hiç kötüye yormaz. 3 oğlanın büyütülmesi ve işi ile çok ilgili olan Raziye Kocaismail ve özellikle eşi Nejat Bey, bu yorgunluğu ve gittikçe artan kitleleri, çok çalışmanın sonucunda oluşan zararsız bezeler olarak yorumlarlar.
Eşinin ailesinden bir yakınlarının göğüs kanseri teşhisi Raziye Hanımı korkutur. Hemen doktora başvuran Raziye Hanım’a Lefkoşa Hastanesi’nde yapılan tetkikler ve Güney Kıbrıs’taki tahliller sonucunda konulan teşhis kanserdir. Kanserin ulaştığı evre ve Raziye Hanım’ın yaşı itibarıyla çok şansının olmadığını söyleyen doktorlara inanamaz Raziye Kocaismail. Henüz ortaokula başlayan küçük oğlu ve diğer çocuklarını düşündükçe isyan eden Raziye Hanım, teşhise inanmaz. Ölüm düşüncesini kabullenemeyen Raziye Kocaismail, olayın bilincine varınca, eşiyle birlikte İngiltere’ye gitmeye karar verir. Çocuklarına durumunu anlatan Raziye Hanım, annesine hastalığını anlatmakta zorlanır. Eşini 42 yaşında İngiltere’ye gönderen ve orda lösemiden kaybeden anne Zeliha Hanım, 42 yaşındaki tek kızının da kanser teşhisi ile İngiltere’ye gideceğine inanamaz. Yaşadığı şoktan kısa bir süre şuurunu kaybeden Zeliha Hanım, kendi oğlunu tanıyamaz.
Sonra meçhule giden bir yolculuk başlar Raziye Hanım için. İngiltere’de de teşhis değişmez. Yaşamı gözlerinin önünde kayıp gider Raziye Hanım’ın. Ama ölümü kendine yakıştıramayan Raziye Hanım, bu savaşı kazanmaya kararlıdır. İngiltere’deki doktorlar tarafından ameliyata alınan Raziye Kocaismail’e bir ameliyat yeterli olmaz. Dayısı, yengesi, kardeşi ve ailesi tarafından sevgi ile kuşatılan Raziye Hanım’ın zor günleriydi yaşanan.
Kıbrıs’taki ailesini ve çocuklarını özleyen Raziye Hanım için maddi problemler de yaşanır bu arada. Pahalı bir tedavi gerektiren kanser hastalığı aileyi zorlamaktadır.2. ve 3. ameliyata ihtiyaç duyan Raziye Hanım, ailesini hep yanında bulur. Çocuklarını yaban ellere bırakmamak için verdiği savaş, Raziye Hanım’ın gücüne güç katar.
Ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi gören Raziye Hanım, yaşamaya kararlıdır önceleri. İlerlemiş hastalığına rağmen kendini ölüme yakın görmeyen Raziye Hanım, kendisine maddi katkı için düzenlenmesi önerilen balo düşüncesini kabullenemez. Yabancı insanlardan para yardımı almayı gururuna yediremeyen Raziye Hanım, çaresizdir aslında. Yardım almaktansa ölmeyi tercih eder. 3 aylık ömür biçilen yaşamında tedaviyi de bırakmaya karar verir. Ama küçük oğlunun öğretmeninden gelen bir telefon anne yüreğini eritir. Oğlunun annesini bekleyişini, sevgisini, özlemini duyan Raziye Hanım, kendi ile hesaplaşır ve yardım teklifini kabul eder. Kanserle savaşımın ardından insanlığa olan borcunu ödemek için bir dernek oluşturma düşüncesi yaratan Raziye Hanım, bunu kendine adak edinir. O gece bu kararla uyur ve tedaviye devam kararı alır. Sabahleyin yeni bir yaşama uyandığının farkındadır.
Acılarla dolu 10 uzun ayın ardından 1992 yılı sonunda, 3 ay biçilen ömrünü uzatmayı başaran gücüyle Kıbrıs’a sevdiklerine döner Raziye Hanım.
Dönüşünün ardından adağını yerine getirmekte kararlıdır Raziye Kocaismail. Ailesinin karşı çıkmalarına karşın, çocuklarını annesine teslim ederek, insanlara olan borcunu ödemek için kolları sıvar Raziye Hanım. Kendi hastalığına yakalanan insanlara bir nebze olsun yardım etmek, onlara yol göstermek için Kanser Hastalarına Yardım Derneği’ni kurma çalışmalarını başlatır Raziye Kocaismail.
Öncelikle kendi köyünü dolaşmaya başlayan Raziye Hanım, son isteği yerine getirilen bir insan gibi algılanır. Uyduruk ve şişirme bir liste olarak tanımladığı ilk listesini oluşturmayı başarır Raziye Hanım.
Akdoğan’da kuruluşunu gerçekleştırdiği Kanser Hastalarına Yardım Derneği’nin Aralık 2001 itibarıyla üye sayısı 2485’e ulaşmış durumda. Derneğin aktif çalışmaları sayesinde, kansere bakışın değiştiğini anlatan Raziye Hanım, ada çapında geniş bir ağa sahip olduklarını anlatıyor.
Doğru tedavi ve yaşama sevgisini kanseri yenmenin anahtarı olarak gören Raziye Hanım, derneğin kurulduğu yıllarda kanserin bir fobi olarak kabul edildiğini ifade ediyor. 90’lı yıllarda ailesinde kanser hastası olanların bunu gizlediğini belirten Raziye Kocaismail, kendisinin bilinçli olarak ortaya çıktığını vurguluyor.
1993 Aralığında gerçekleştirilen Kanser Hastalarına Yardım Derneği genel kurulunda bilinçli bir yönetim kurulu oluşur. Derneğin başkanlığına getirilen Raziye Kocaismail, 10 yıldır bu görevinin başında. Başkanlığa gelmesinin ardından bilinçli çalışmalar başlatan Raziye Hanım, o güne kadar gizlenen hastalığın utanılacak bir şey olmadığını anlatır. Hastalara örnek olan Raziye Hanım, gizlenmenin değil, daha aktif olarak yaşamanın, hayatın içinde olmanın gerekliliğini vurgular. Hasta insanlara hastalıklarının anlatılması gerektiğini ifade eden Raziye Hanım, kemoterapinin çok ağır bir tedavi olduğunu ancak insan yaşamını kurtardığını anlatıyor. Kanseri yenmek için güçlü olmak gerektiğini vurgulayan Raziye Kocaismail, zamanının çoğunu geçirdiği Dernek’te huzur bulduğunu ve insanlara yardımcı olmaktan mutluluk duyduğunu anlatıyor.
Derneğin üyelerine gereken yardımların yapabilmesi için gelir getirici etkinlikler yaptıklarını anlatan Raziye Hanım, başarılı olmak için hedefler koymak gerektiğini belirtiyor.
İnsanın sağlıklı yaşayabilmesi için sürekli olarak vücudunu dinlememesi gerektiğine işaret eden Raziye Hanım, vücudun insana her zaman olumlu veya olumsuz mesajlar verebildiğini anlatıyor. Sürekli hastalarla uğraşmanın zaman zaman kendisini de olumsuz düşüncelere sevkettiğini belirten Raziye Hanım, onlara kendisini örnek almayı tavsiye ediyor.
Derneğin kurulduğu ilk yıllarda kendisinin öcü olarak görüldüğünü söyleyen Raziye Hanım, hastaları ancak hastanede görebildiğini, adının kanserle birlikte anıldığını ifade ediyor. O yıllarda hasta yakınlarının kendisini hastalarından uzak tuttuğunu bugün ise kansere yakın bir teşhiste bile telefonlarının susmadığını belirtiyor Raziye Hanım. Kendilerinin bir başlangıç yaptığını, ardından pek çok derneğe yol açtıklarını ifade eden Raziye Hanım, kendi derneklerinde de esas yükü ilk çalışanların çektiğini anımsatıyor. Derneğin kuruluşunun ardından önce bağış kutuları koyduklarını, sonra 2. el eşya satış merkezleri açtıklarını anlatan Raziye Hanım, önceleri pek ilgi görmeyen bu satış yerlerinin şimdi inanılmaz satış yaptığını belirtiyor. Adanın her yanında satış mağazaları olduğunu ifade eden Raziye Kocaismail, devlet yetkililerinden çok ilgi gördüklerini ve Barış Gücü’nün de derneklerine katkı koyduğunu anlatıyor. Halktan çok büyük destek gördüklerini söyleyen Raziye Hanım, özellikle İngiltere’de yaşayan Türklerin ilgisine teşekkür etti.
Yapılan etkinlikler, toplanan yardımlar ve elde edilen gelirler sonucunda, dernekle temasa geçen hastalara yardım ettiklerini söyleyen Raziye Hanım, kadınların özellikle özel sütyenlere, peruklara ihtiyacı olduğunu, gıda yardımına ihtiyacı olan çok yoksul ailelerin bulunduğunu ifade ediyor. Her yıl korkunç sayıda artan hastalara yetişmekte zorlandığını belirten Raziye Hanım, özellikle hastanede kanser hastalıkları merkezinde istihdam ettikleri çalışanlarla hastalara ulaşmaya çalıştıklarını söylüyor.
Hastanede maddi imkansızlıklar nedeniyle hastaların çeşitli sorunlar yaşadığını anlatan Raziye Kocaismail, uzman yetersizliğinin de ciddi sorunlar arasında olduğunu belirtiyor. Dernek olarak hastane yönetimi ve sağlık bakanlığı ile koordineli bir çalışma yürüttüklerini söyleyen Raziye Kocaismail, uzman personel istihdam ettiklerini vurguluyor. Toplam 5 kişiyi istihdam ettiklerini ifade eden Raziye Hanım, bu ağla hastaların kendilerine daha kolay ulaştığını anlatıyor. Yurt dışına gidecek hastalara ve refakatçilerine bilet, cep harçlığı ve benzeri maddi yardımlarda bulunduklarını belirten Raziye Hanım, gidilecek adresler konusunda da hastaların bilgilendirildiğini ifade ediyor.
Ülkemizde uzun süre kanser hastaları için yatılı onkoloji merkezi sağlanamadığını söyleyen Raziye Hanım, Dr. Gülsen Bozkurt döneminde bu servisin kurulduğunu belirtti. Yılda ortalama 300-400 kişinin kansere yakalandığına inandığını vurgulayan Raziye Hanım, bu rakamların kendilerini rahatsız ettiğini, bu rakamları öğrenmek için sağlık bakanlığı yardımıyla bir tarama gerçekleştirdiklerini anlatıyor. Bu çalışmalar sonucunda kanser vakalarının en yoğun olarak Güzelyurt’ta tespit edildiğini söyleyen Raziye Hanım, ada çapında gerçekleştirdikleri tarama sonucunda kadınlarda en çok meme, erkeklerde de prostat kanserine rastlandığını belirtiyor. Bu taramalar sonucunda özellikle Güzelyurt’ta bir dizi konferans düzenlendiğini anlatan Raziye Kocaismail, bu çalışmaların sonucunda insanların daha bilinçli olduğuna dikkat çekiyor.
Yetişkinler için kurulan onkoloji servisinin ardından, çocuklar için bir onkoloji servisi hedeflediklerini anlatan Raziye Kocaismail, sağlanacak uzmanlar ve imkanlarla devletin de yurt dışında yaptığı astronomik harcamalardan kurtulacağını belirtiyor.
Kuzey Kıbrıs’ta prostat, meme ve rahim kanserinin yaygın olduğunu, çocuklarda da löseminin çokça görüldüğünü anlatan Raziye Hanım, çocuklardaki bilinçsiz ve yaygın antibiyotik kullanımından vazgeçilmesini istedi. Kanserin sebeplerinin ortaya çıkarılması gerektiğini vurgulayan Raziye Kocaismail, Kıbrıslıların protein ağırlıklı beslenme şeklinden uzaklaşması gerektiğine dikkat çekiyor. Çocuklardaki kanserin sebebinin % 70 oranında beslenmeye bağlı olduğunu anlatan Raziye Hanım, çocuklarımıza beslenirken ölümü sunmamamız gerektiğine işaret ediyor.
Erken tanının hayat kurtardığı kanser hastalığı için şimdilerde Kemal Saraçoğlu Vakfı’nın bir epidermiyolojik harita çıkarma çalışması yürüttüğünü söyleyen Raziye Kocaismail, tüm topluma çağrıda bulunarak toplum sağlığı için bu çalışmaya katılmalarını istedi. Raziye Hanım, kanserin ölüme eş olmadığını vurgulayarak, hastaların kendisini örnek almasını istedi.
10 yılda topluma öncü olan güçlü bir dernek yaratan Raziye Kocaismail ve ekibinin çalışmaları toplumca da ödüllendiriliyor. 12 Aralık 2000 yılında, Necati Özkan Vakfı tarafından, yararlı örgütsel çalışmaları nedeniyle ödüle layık görülen Kanser Hastalarına Yardım Derneği, bu ödülü hak ediyor. Doğu Akdeniz Kadın Araştırmaları ve Eğitim Merkezi tarafından da 2001 yılında Yılın Başarılı Kadınları arasına alınan Raziye Kocaismail, toplumsal dayanışma alanında ödüllendirildi. 1996 yılında Kadınlar Birliği ve Kadınlar Konseyi tarafından Yılın Annesi seçilen Raziye Kocaismail, aslında yaşam ödülünü kazanmış bir kadın.
Kanser hastalığında, yaşama sevincinin çok önemli olduğuna dikkat çeken Raziye Hanım, hastalığının ardından, doktorunun tavsiyelerine uyarak, bencilce sadece kendisi ve sevdikleri için yaşadığını anlatıyor. Verimli ve mutlu olabileceği ortamlarda yaşamaya dikkat eden Raziye Hanım, kanser hastalarına, ‘hayır’ demeyi, ‘istemediğiniz ortamlara girmemeyi öğrenin’ diyor.
Dernek dışında, Bayrak Radyo Televizyon Kurumu’nda çalıştığını anlatan Raziye Hanım, Rumca Haber spikeri olarak görev aldığı BRT’nin ve arkadaşlarının kendisine çok katkı koyduğunu belirtiyor. 1993 yılında başladığı bu farklı görevde çok mutlu olduğunu ifade eden Raziye Kocaismail, bir yayın kuruluşunda olmanın dernek çalışmaları için de çok faydalı olduğunu vurguluyor. Kanser Hastalarına Yardım Derneği için, maaş kesintilerine BRT’de başlandığını anlatan Raziye Hanım, yabancı diller bölümündeki görevini severek yürütüyor.
Dolu dolu geçirdiği, 24 saatin az geldiği günler yaşayan Raziye Hanım, yaşamı için en büyük lüksü torun sahibi olmak olarak dile getiriyor. Ölümü çok yakınında hissettiği zor günlerin ardından, bugün torunlarını görebilmenin keyfini yaşayan Raziye Hanım, kendi büyüttüğü torunlarını canı kadar seviyor. Tüm yaşamını torunlarına göre planladığını anlatan Raziye Kocaismail, yaşamın güzelliğini ve anlamını çocukları ve torunları ile sürdürüyor. Bugünlere ulaşmasını kaderini yenmesine bağlayan Raziye Hanım, şansını iyi kullandığına inanıyor. Yaşama sevinci ve insan sevgisi ile dolu, güçlü bir kadın portresi çizen Raziye Kocaismail, her yönüyle örnek alınacak bir insan.

Emete İmge
Ticari ve siyasi alanın dışında, toplumsal fayda sağlayan, özellikle de sağlık alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerine göz attığımızda hep kadınları görürüz. Daha güzel ve sağlıklı bir gelecek için en yoğun çalışmaları hep kadınlar yürütür. Kuzey Kıbrıs’ın en faal sivil toplum örgütlerinden olan Diyabetle Yaşam Derneği’nin başında da kendini bu işe adamış aktif ve başarılı bir ismi, Emete İmge’yi görüyoruz. Emete, 9 Ekim 1960’da Lefkoşa’da doğar. Ev Hanımı Ayşe Kemal ile Kemal Derviş Bey’in ikinci kızıdır Emete. Küçük Emete’nin doğumunu sevinçle karşılayan aile 3 ay sonra büyük bir acı yaşar. Ekmek almak için evden ayrılan baba Kemal Derviş, bir daha geriye dönmez. Kendisinden hiç haber alınamayan Kemal Derviş Bey, sırra kadem basar. Türk-Rum gerginliğinin başgösterdiği bu dönemin ilk kayıplarından olan Kemal Bey, resmi kayıtlarda kayıp dahi sayılmaz.
İki kızıyla tek başına kalan Ayşe Hanım, kızlarını da yanına alarak babası Bodamya Muhtarı Hüseyin Seyidali’nin evine döner. Çocukluğunun ilk anılarını Bodamya’da anımsar Emete. Dedesinin kocaman bahçeli güzel evinde başlar çocukluğu. Anneanne Emete Hanım ile dede Hüseyin Bey’in yanında geçen güzel günler 1964 Şubat’ında sona erer. Türk-Rum çatışmalarının sonucunda evlerini terketmek zorunda kalan aile bir gece üstlerindeki pijamalarla Akıncılar köyüne göçmen gider. Akıncılarda yaşanan 6 aylık göçmenlik sonucunda, tüm aile Lefkoşa’ya gider. Yönetim tarafından yerleştirildikleri büyük Osmanlı evini hiç unutmaz Emete. Çok eski olan bu evde yaklaşık 3 yıl geçirir Emete ve ailesi.
Dayısı, nenesi ve dedesi ile büyük bir ailede büyüyen Emete, alttan ısıtmalı hamamı olan bu Osmanlı evini çok sever.
Mutlu geçirdiği çocukluğunun ardından 1967 yılında Selimiye İlkokulu’na başlar Emete. Sessiz ve sakin bir çocuk olan Emete, başarılı bir öğrenci olur. 1967 yılında Göçmenköy’de yapılan göçmen evlerine ilk yerleştirilen ailelerden olur Emete ve ailesi. Yeni evlerinin okula uzaklığı nedeniyle Göçmenköy ilkokulu’na geçer Emete. İşsizliklerin ve yoksullukların yaşandığı bu dönemde, okulları da göçmen çocuklarının okulu olur. Tüm çocukların aynı ayakkabıyı aynı elbiseyi yardımlar sayesinde giydiği bu dönemde, öğrencilerin karınlarını doyurarak evlerine gönderir okul idaresi.
Hayatının en güzel komşuluklarını ve sokak oyunlarını Göçmenköy’de yaşar Emete. Şimdinin bireysel ve yalnız yaşamının ötesinde sıcak ilişkilerin yaşandığı yıllardır 60’lı 70’li yıllar. Babasız büyümenin burukluğunu zaman zaman yaşasa da Emete, dedesi sayesinde bunu pek hissetmez. Annesinin dul yaşamasının kendisinin babasız büyümesinden daha zor olduğunu anlatan Emete Hanım, yine de babasızlığın boşluğunun hiç bir şekilde doldurulamadığını vurguluyor.
Başarılı ve çalışkan bir öğrenci olan Emete, öğrenciliğinde tombul bir çocukluk yaşar ve bunu hayatının her döneminde de hatırlar. Göçmen çocuklarının eğitim aldığı okulunda öğrencilerden çok öğretmenlerin hırslı olması, Emete için bir şans olur. İlkokul sona geldiğinde varlıklı ailelerin çocuklarının gittiği Maarif Koleji’ni kazanır Emete. Ancak annesi okulun uzaklığını ve ablası Ulviye’nin Kız Lisesi’nde eğitim görmesini bahane ederek, Emete’nin Koleje gitmesine izin vermez. Kız Lisesi’ne başlayan Emete, başarılı olsa da koleje gönderilmemesinin acısını yaşar hep.
Ablasının kız lisesinden mezun olmasının ardından içindeki kolej kızgınlığıyla karma bir lise olan Türk Lisesi’ne geçiş yapar. Okul değiştirirken kalabalık bir arkadaş çevresine de sahip olan Emete, hem çalışkan hem sosyal bir öğrenci olur. Çeşitli tiyatro gösterilerinde ve sosyal faaliyetlerde yer alan Emete Kemal, şiir yazmada birincilik de kazanır.
1978 yılında Türk Lisesi’nden mezun olan Emete, Hacettepe Ekonomi bölümünü kazanır. İdeali olan gazeteciliği seçemese de, okulu ve okumayı çok seven Emete Kemal, büyük bir sevinçle Ankara’ya gider. Ancak Türkiye’de yaşanan anarşi dönemi Emete’nin üniversite öğrenciliğini keyifle yaşamasına engel olur. Öğrenciliği talihsiz bir dönemde korku içinde geçen Emete, maddi sorunlar nedeniyle yılda ancak bir kez geldiği Kıbrıs’tan uzak olur. Yaşanan anarşi dolayısıyla, yaşanmamış bir üniversite dönemini geride bırakan Emete Kemal, 1982 yılında mezun olur. Okulu biter bitmez 1983 yılında İbrahim Kavçın’la evlenerek Londra’ya yerleşir Emete. En erken dönemde Kıbrıs’a dönüş kararı ile gittiği İngiltere’de 9 yıl geçirir Emete Hanım.
Özel bir finans şirketinde çalışan Emete Hanım, yaşamak için hiç tercih etmez İngiltere’yi. Maddi anlamda birikim yaptıktan sonra Kıbrıs’a dönmeyi hedefleyen Emete Hanım, Kıbrıs’ta parayla satın alınamayacak değerler olduğunu anlatıyor.
1988 yılında oğlu Halit’i dünyaya getiren Emete Hanım, oğlunun doğumu ile birlikte yaşamını üçe böler. İngiltere’de sosyal yaşamının çok zayıf olduğunu anlatan Emete Hanım, iş, çocuk ve ev üçgeninde sürdürür hayatını. Çocuğunun bakımı konusunda sürekli destek gördüğü için hiç zorlanmadığını anlatan Emete Hanım, İngiltere’de göçmen zihniyeti ile yaşamasa daha kaliteli bir yaşamı olabileceğini vurguluyor.
Yabancı bir ülkede değişmemek için insanın kendini zorladığını ifade eden Emete Hanım, şimdilerde turist olarak gittiği İngiltere’den daha büyük keyif aldığını belirtiyor.
1991 yılında ailesi ile birlikte Kıbrıs’a kesin dönüş yapan Emete Hanım, annesinin yanına yerleşir. İngiltere’de nerdeyse yalnız ve evde tek başına büyüyen oğlunu hemen bir kreşe koyan Emete İmge, kendi de özel bir bankada çalışmaya başlar. Çok özlediği ve hep hedeflediği gibi ülkesinde yeni bir hayat kuran Emete Hanım, eski arkadaşlarının yanında yeni dostlarıyla birlikte kendine sosyal bir çevre edinir.
Ancak yeni yaşamında pek hoş olmayan yeni sürprizler beklemektedir Emete Hanımı. 1992 yılında eşiyle boşanmaya karar verir Emete Hanım. Kısa bir süre sonra boşanmadan dolayı değil ancak küçük oğlu Halit’den dolayı bir travma yaşar Emete İmge. 1993 yılında küçük Halit’in ansızın ortaya çıkan diyabet hastalığı, tüm aileyi ve en çok da Emete Hanım’ı şoke eder. O dönemi ‘evin içine bomba düşmüş gibi oldu’ diye tanımlayan Emete İmge, kendini herşeyini kaybetmiş bir insan olarak düşünür. Ama bu travmayı kısa sürede atlatır. Çünkü küçük Halit’in tedaviye ihtiyacı vardır. Hastalığın teşhisi aşamasında 1 ay boyunca oğluyla birlikte hastanede kalan Emete Hanım, diyabet konusunda hastanenin ne kadar yetersiz kaldığına tanık olur. Kan şekerinin ölçülmesi için gerekli malzemeleri dahi Rum tarafından getirtmek durumunda kalan Emete Hanım, yaşanan bir aylık teşhis ve tedavi sürecinden sonra oğlunu alarak hemen İngiltere’ye gider.
İngiltere’deki teşhisin sonucu da aynıdır. Teşhis ve tedavinin değişmediğini ancak diyabetin ne olduğunu İngiltere’de öğrendiklerini anlatan Emete İmge, diyabetle yaşamanın bir yaşam biçimi olduğuna ve buna önce ailelerin alışması gerektiğine karar verir. Kıbrıs’ta diyabet konusunda eksiklikler bulunduğunu gören Emete Hanım, daha bilinçli ve daha güçlü şekilde diyabet hastası çocuklara yardımcı olmak amacıyla diğer çocukların aileleri ile görüşmeye başlar.
Diyabetle ilgili her türlü aktiviteyi izlemeye başlayan Emete Hanım ve diğer aileler yavaş yavaş örgütlenmeye başlar. 1997 yılında ailelerin bu şekilde örgütlendiğini gören ve daha önce 1994 yılında kendi aralarında bir diyabet derneği kuran doktorlar bu derneği hasta ailelerine devrederler. 1997 Kasım’ında 37 üye ile aktif hale gelen Kıbrıs Türk Diyabet Derneği’nin ilk başkanı olur Emete İmge. Diyabet hastaları ve ailelerinden oluşan hasta karakterli bir yapıya sahip olan Diyabet Derneği’nin bugünkü üye sayısı 2 bine ulaşmış durumda.
Derneği devralır almaz etkinlikler düzenlemeye başlayan Emete Hanım ve arkadaşları, 1995 yılında ilk etkinlikleri olan Diyabetle Güzel Yaşam adı altında bir panel düzenlerler. Çalışmaları konusunda medyadan yardım isteyen Emete Hanım, konferans sonunda diyabetlilerin sesini duyurmayı başarır. Diyabet konusunda bilgiye aç olan toplum, Diyabet Derneği’ne büyük ilgi gösterir. İlk panellerinde işbirliği yaptıkları İstanbul Üniversitesi diyabet ekibi, daha sonraları Derneğe büyük destek verir. Kuzey Kıbrıs genelindeki diyabet oranının bilinmediğini öğrenen Dernek yetkilileri, Sağlık Bakanlığı’ndan şeker taraması konusunda destek istedi. İstanbul Üniversitesi ile işbirliği sonucunda 1996 Ağustosu’nda Kuzey Kıbrıs’ta bir şeker taraması yapılır.
Alınan sonuçlar korkunç bir gerçeği ortaya çıkarır, Kuzey Kıbrıs’taki diyabet oranı dünya standartlarının üstündedir. Yetişkinlerin yüzde 11.3’ünde açık, 13.5’inde ise gizli diyabet ortaya çıkar. Yapılan bu tarama yetkililere yönelik ve uyarıcı olur. Bu bir alarmdır aslında. Bu çalışmanın hemen ardından ‘diyabete dikkat’ adı altında bir sempozyum düzenlenir.
Bu çalışmaların sonucunda hasta hakları bakımından kazanımlar elde edildiğini anlatan Emete Hanım, bugün harcanacak paranın geleceği kurtarabileceği mesajının da bu sayede kabul gördüğünü söylüyor.
Halk arasında şeker hastalığı olarak anılan diyabetin 2 tip olduğunu ifade eden Emete Hanım, Tip 2 olarak anılanının %90 yetişkinler arasında görüldüğünü ve hayat boyu sürdüğünü vurguluyor. 1. Tip diyabetin ise çocuk ve gençlerde görüldüğünü ifade eden Emete İmge, genetik yapının, çevrenin ve beslenme alışkanlıklarının bu hastalığın nedenleri arasında sayılabileceğini belirtiyor. Bu rahatsızlığın basit belirtilerle ortaya çıktığını ifade eden Emete İmge, bunların bazılarını çok su içme, sık tuvalet ihtiyacı, ağız kuruluğu ve kilo kaybı olarak sıralıyor.
Diyabetle yaşamanın aslında kötü birşey olmadığını anlatan Emete Hanım, iyi tedavi edildiği takdirde bunun bir hastalık bile sayılamayacağını vurguluyor. Diyabeti, bir yaşam biçimi olarak tanımlayan Emete İmge, bugün 14 yaşına gelen oğlunun bunu bir yaşam biçimi olarak benimsediğini vurguluyor. Diyabetin hiç bir şekilde oğlunun yaşamını engellemediğini anlatan Emete Hanım, diyabet bilinci verilen hastaların yaşamlarını zorlanmadan sürdürebildiklerini ifade ediyor.
Dernek olarak eğitime çok önem verdiklerini vurgulayan Emete İmge, hastalarını bilgilendirmeyi öncelikli görev olarak benimsediklerini anlatıyor. Her yıl çeşitli bilgilendirme toplantıları düzenlediklerini ifade eden Emete Hanım, ‘şekerli günler sohbet toplantılarını’ kırsal kesime yönelik olarak yaptıklarını ve bu toplantılarda bilgilendirici kitaplar dağıttıklarını, sağlık ekiplerinin de diyabetle nasıl yaşanacağını anlattığını belirtiyor. Üyeleri ile yüzyüze temas etmeleri gerektiğini anlatan Emete İmge, okullara ve sivil toplum örgütlerine yönelik bilgilendirme çalışmaları organize ettiklerini ve hastalarının haklarını koruduklarını ifade ediyor. Diyabetli insanların çalışma hayatında ve normal yaşamda diğer insanlardan farklı bir konumu ve durumu bulunmadığını, performanslarında herhangi bir farklılık bulunmadığını anlatan Emete Hanım, eğitimin önemine dikkat çekiyor.
Diyabetli çocuklar için sürekli birşeyler yapmaya çalıştıklarını ifade eden Emete Hanım, 1996 yılında çocuklar için ilk kamp imkanını yarattıklarını anlatıyor. 2002 yılında da UNOPS’un katkısı ile Girne Öğretmen Evi’nde bir diyabet kampı düzenlediklerini belirten Emete İmge, her diyabetlinin sevenleriyle birlikte yaşam kalitesini artırması gerektiğini anlatıyor. Özellikle ailelerin bilgilendirilmesine yönelik çalışmaları bulunduğunu ifade eden Emete Hanım, veliler ve dernek yetkilileri ile öğrencilere ve okul idarelerine yönelik ‘okul paketi’ hazırladıklarını ve bunu her yıl tekrarladıklarını belirtiyor. Eğitim çalışmalarının faaliyetlerinin ¾’ünü kapsadığına dikkat çeken Emete İmge, bu çalışmalar sonucunda da halktaki bilincin arttığını gözlemlediklerini vurguluyor.
Derneklerinin eğitim alanında çok çalışmasına karşın Sağlık Bakanlığı’nın diyabet alanında yeterince bilimsel çalışma yapmadığını vurgulayan Emete İmge, ülkedeki durumu ancak gözlemlerine dayanarak aktarabildiklerini ifade ediyor.
Sağlık hizmetleri konusunda sorunlar yaşadıklarını anlatan Emete İmge, ulusal bir diyabet programının olmadığını ve bu nedenle dünya standartlarını yakalayamadıklarını anlatıyor. Bir diyabet merkezinin kurulması ile sorunlarını büyük ölçüde aşacaklarına inanan Emete Hanım ve arkadaşları, 1500 metre karelik alana sahip Diyabet Merkezi’ni tamamlamalarına karşın bu merkezin bir türlü çalıştırılamadığını ve diyabetlilere hizmet veremediğini anlatıyor. Sağlık Bakanlığı’nın iyiniyetine karşın Diyabet Merkezi bugün sadece poliklinik hizmeti verebiliyor.
Kıbrıs Türk Diyabet Derneği olarak, 2003 yılı hedeflerini, Diyabet Merkezi’nin tam randımanla çalışarak hastaların eğitim ve bakım hizmeti alabilecekleri bir merkez haline getirmek olarak belirlediklerini vurgulayan Emete İmge, dernek olarak uluslararası alanda çeşitli etkinliklere katıldıklarını da vurguluyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınmamasından kaynaklanan sorunlar yaşadıklarını belirten Emete Hanım, yine de Uluslararası Diyabetik Magazinler Derneği’ne üye olduklarını anlatıyor. Dernek’te görev alan 4 gönüllü arkadaşı ile diyabetlilere yönelik bir de bülten çıkardıklarını ifade eden Emete İmge, medyanın desteği ile daha da güçleneceklerine olan inancını vurguluyor.
İş yaşamı dışında kalan zamanının çoğunu dernek çalışmalarına ayıran Emete Hanım, kendine ve sevdiklerine ayırdığı özel zamanlarda hemen mutfağa giriyor. Diyabetin yaşamlarına girmesi ile birlikte, dünya mutfaklarını araştırmaya başlayan Emete Hanım, mutfakta harikalar yaratıyor.
Diyabette sebze ağırlıklı menüleri tercih ettiklerini vurgulayan Emete İmge, mutfakta maceracı olmak gerektiğini ifade ediyor. Mutfak alışkanlıklarını diyabete ilaç gibi düşünmemek gerektiğine dikkat çeken Emete İmge, değişik yemekler yaratmaya çok meraklı. Oğlu da çok sevdiği için özellikle pratik Çin yemekleri yapmayı tercih eden Emete Hanım, BRT izleyicileri için de pratik ve değişik bir Meksika yemeği olan tavuk facitası hazırladı.
Dernek ve iş arasında süren yaşamında pek boş zaman bulamayan Emete Hanım, hafta sonlarını da derneğe ayırmış. Gönüllü çalıştıkları için zaman mefhumları olmadığını anlatan Emete İmge, dernek sayesinde dost çevresinin genişlediğini güzel dostluklar kurduğunu belirtiyor. Boş anlarını dostlarıyla paylaşmayı seven Emete Hanım, Diyabet Derneği dışında yine bir başka derneğin Hasta Hakları Derneği’nin başkanlığını yürütüyor. Birçok derneğin, sağlıkta karşılaştıkları sorunları bertaraf etmek için sağlık çalışanlarını da yanlarına alarak kurdukları bir dernek olan Hasta Hakları Derneği’nde ilk başkan olarak görev alan Emete İmge, 1-6 Şubat tarihlerini de Hasta Hakları Haftası olarak ilan ettiklerini söyledi.
Sağlık alanında faaliyet gösteren herkesin örgütlenmesi gerektiğini ve vatandaşın katılımcı olması gerektiğini vurgulayan Emete Hanım, demokratik zihniyetin yerleşmesi gerektiğini belirtti.
Yoğun yaşamı içerisinde 2000 yılında kendi için birşeyler yapmaya karar verdiğini anlatan Emete İmge, 18 yaşında çok istediği ama eğitimini alamadığı gazetecilik alanında master yapmaya karar verir. Halkla ilişkiler alanında master yapan Emete Hanım, ortaya koyduğu tüm ürünlerin sağlıkla ilgili olması nedeniyle tezini de sağlık alanında hazırlamış. Çok keyif alarak master yapan Emete Hanım, sağlık konularının yaşamının her anında yer aldığını söylüyor. 9 yıldır oğluyla birlikte diyabetle barışık bir yaşam sürdüklerini anlatan Emete İmge, oğlunun mutluluğunu keyifle anlatıyor.
Diyabetlilere kaliteli sağlık hizmeti vermeyi amaçladıklarını ve bu konuda siyasi kararlılık beklediklerini ifade eden Emete İmge, her gün diyabete çare bulunur ümidi ile yaşadığını ama bir yandan da hiç çare bulunmayacakmış gibi, oğlunu sağlıklı yaşatmaya çalıştığını anlatıyor. Emete İmge, özellikle diyabetli çocukların sağlıklı yaşaması için herkesin üstüne düşeni yapması gerektiğini vurguluyor.
Üstün bir çaba harcayarak, vaktinin çoğunu diyabetle yaşayan insanlara adayan Emete Hanım ve arkadaşları, 2000 yılında Necati Özkan Vakfı tarafından ödüle layık görülürler. Çabalarının değer görmesinin çok anlamlı olduğunu ifade eden Emete Hanım, 2002 yılında da Doğu Akdeniz Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Eğitimi Merkezi tarafından Yılın Başarılı Kadını olarak ödüllendirilir. Emete Hanım, şahsı adına verilse de bu ödülün Diyabet Derneği sayesinde gerçekleştiğini ifade ediyor. Dünya standartlarında bir Diyabet Merkezi kurmanın en büyük hedefi olduğunu anlatan Emete Hanım, diyabetli insanlara daha yüksek kalitede bir yaşam sunulması gerektiğini ve bunun için önlerinde çok uzun bir yol bulunduğuna dikkat çekiyor. Şeker gibi insanlarla şeker kadar tatlı bir yaşam hedefleyen Emete İmge, bu toplumun güzel insanlarına güzel kazanımlar elde edecek güçlü bir kadın.

Sevgi Değgin
Öğretmenler, çocuklarımızı, kendimizden sonra en çok güvenerek teslim ettiğimiz insanlar olmuşlardır hep. Dolayısıyla bu toplumun ve ülkenin en başta gelen kurucuları olmuşlardır. Sevgi Değgin de de bu mesleğin en başarılı temsilcilerinden. Öğretmenliğin her aşamasını yaşayarak bugün en üst düzeyde bir yönetici noktasına ulaşan Sevgi Değgin, ülkemizin sayılı kadın yöneticilerinden. Hem de eğitimimizin en kilit noktası olan İlköğretim Dairesi Müdürlüğü görevinde. 17 Eylül 1957 yılında Gönendere’de doğan Sevgi, üç kardeşin en küçüğü. Biri kız diğeri erkek iki çocuk sahibi olan Katip ailesi, ikinci kızlarının doğumu ile çok mutlu olurlar. Devlet memuru baba Mustafa Katip ile terzi Havva Hanım’ın küçük kızı, ailenin en küçüğü olarak el bebek gül bebek büyütülür. Lefkoşa’da memur olan ve köye ancak hafta sonları gelen baba Mustafa Bey, çocuklarının özlemi ile yaşar. Köyde terzilik yapan anne Havva Hanım ise çocuklarına sırasında hem annelik hem babalık yapar. Kendine yaşça yakın olan ağabeyini örnek alan Sevgi, yaramaz, yerinde duramayan bir kızdır. Sürekli şort ve pantalon giyen Sevgi, kızlardan çok erkeklerle oyunlar oynamayı, ağaçlara tırmanmayı tercih eder. Yaşlı 2 ninesine yemek götürme işini üstlenen Sevgi, adet olduğu için köye gelen bekar erkek hocaya da yemek götürür. Gezmeyi, dolaşmayı seven Sevgi için gezerek birşeyler yapmak çok mutluluk vericidir. İnsanlarla çok iyi ilişkiler kuran, sürekli çevresine gülücükler saçan Sevgi, herkes tarafından çok sevilir. Aşırı merakı ve konuşkanlığı sonucunda Sevgi’nin adı, ’ bulgur pilavı gibi mızır’ cümlesine atfen bulgur pilavı olarak kalır uzun zaman.
İlkokulu Gönendere köyünde okuyan Sevgi, başarılı ve çalışkan bir öğrenci olur. Başarısızlığı asla hazmetmeyen bir öğrenci olan küçük Sevgi, hırslıdır. Sınıf birinciliklerini kimselere kaptırmayan Sevgi’nin bu başarısı tüm okul hayatına egemen olacaktır aslında.
Yeniliklere çok açık olan baba Mustafa Bey, köyde evine ilk buzdolabını ilk televizyonu alan insan olur. Çocuklarının hiçbirşeyini eksik etmemeye çalışan Mustafa Bey, televizyonu evine alırken bütün köye yeni bir eğlence imkanı yaratmış olur. Özellikle Rum televizyonunun haftada bir yayınladığı Türkçe filimi izlemek için bütün köylü Mustafa Bey’in evine taşınır. Ellerinde pastalar böreklerle bu geceyi bir şölene dönüştüren köylüler, Sevgi’nin yaşamında unutulmaz yer eder.
Şimdiki çocuklara göre yokluklar içinde ama mutlu bir çocukluk geçiren küçük Sevgi, Gönendere ilkokulundan sonra Gönendere ortaokuluna devam eder. Sürekli dört dörtlük bir öğrenci olmaya çalışan Sevgi, tiyatrodan müziğe, spordan izciliğe her türlü faaliyetin içindedir. Kıbrıs’ın ilk tiyatrolarından olan ‘İlk Sahne’ tiyatrosunda gerçekleştirdikleri oyunla tiyatroya gönül verir. Oyunculuk için de teklif alan Sevgi, babasının onay vermemesi sonucunda, tiyatro hevesini okulda giderir. Orta 3’de başlattığı izcilik faaliyeti ise Sevgi’nin yaşamından çıkmaz hiç. Adım adım her basamağında yer alacağı izcilik bir yaşam biçimi olur Sevgi için.
Aynı ortaokulu bitirdiği 6 kız arkadaşı ve erkek arkadaşları ile birlikte Kız Lisesi yerine Türk Lisesi’ne gitmeyi tercih eden Sevgi, eğitimine devam için Lefkoşa’ya gelir. Çok keyifli ve çok başarılı bir lise dönemi geçiren Sevgi, lise sona geldiğinde 3 kız yeğeni ile birlikte Lefkoşa’da yaşayan halası Havva Hanım’ın yanında kalmaya başlar.
Son sınıfı Hala’sının yanında geçiren Sevgi, lise sonrasında Türkiye’ye eğitime gitmeye kararlıdır. 1975 yılında katıldığı üniversite sınavları sonucunda Hacettepe’yi kazanan Sevgi Mustafa, ailesini karşısında bulur. Çünkü Mustafa Bey, Türkiye’de okuyan oğlunun ardından kızını da ekonomik olarak Türkiye’de okutamayacağını söyler. Ailesinden gizli tüm belgelerini hazırlayan Sevgi, büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Ailesi aynı yıl Kıbrıs’taki Öğretmen Koleji sınavına girerek öğretmen olmasını ister. Kolej sınavlarına giren Sevgi Mustafa, sınavı kazanan 4 kızdan biri olur. Sınav komitesinde bulunan hocalarından biri yıllar sonra ne kadar doğru bir seçim yaptıklarını gururla anlatır.
İstemeden girse de çocukları çok seven Sevgi, okulunu da sever. Başarılı öğrencilik çizgisini koruyan Sevgi Mustafa, sınıfının parlak öğrencilerinden olur. Kolejde çok güzel arkadaşlıklar kuran Sevgi Mustafa, 3 yıl boyunca aynı arkadaşıyla aynı sırayı paylaşır.
Sevgi Mustafa, Öğretmen Koleji’nin ilk yılında kısa sürede eşi olacak Muharrem Değgin ile tanışır. Muharrem Bey’in yakın arkadaşlarından olan Sevgi Mustafa’nın hocalarından biri, tanışmaları için aracı olur. 1976 yılında Muharrem Değgin ile nişanlanan Sevgi Mustafa evlilik yolunda ilk adımı atar. O dönemde 3 yıllık olan Öğretmen Koleji eğitiminin ikinci yılında 1977 yılında da evlenir Sevgi Mustafa ile Muharrem Değgin. Öğrencilikle evliliği birarada yürütmeye başlayan Sevgi Hanım, çok zorlanır. Kendinden çok şeyler verdiği son bir yılda yoğun bir dönem yaşar Sevgi Değgin. Ancak hırslı bir öğrenci olan Sevgi Hanım, okulunu 3 yılda tamamlayarak 1978’de mezun olur. Eylül 1978’de ilk tayin yeri Lapta olur Sevgi Değgin’in. Ancak 2 ay içerisinde yerine kadrolu bir öğretmen gelince Sevgi Hanım, Çamlıbel İlkokulu’na görevlendirilir.
Lapta’da 3. sınıfları, Çamlıbel’de 1 ve 2. sınıfları okutan Sevgi Değgin, 3 ay sonra da Beylerbeyi’ne tayin alır. Beylerbeyi’nde 4, 5 ve 6. sınıflara giren Sevgi Hocanım, bir yılın içinde ilkokulun tüm müfredatını öğrenmiş olur. Beylerbeyi’nde yeni faaliyete geçen ilkokulda çok zor günler yaşasa da mutlu olur Sevgi Hocanım. Sırasında okulun temizliğini de yapan Sevgi Hanım, Beylerbeyi’nde 6 yıl görev yapar.
13 Eylül 1979’da oğlu Ahmet’i, 1982 yılında da kızı Havva’yı dünyaya getiren Sevgi Hanım, yeni heyecanlar yaşar. Annelikle öğretmenliği birarada yaşayan Sevgi Hanım, çocuk sevgisinin farklı olduğunu vurguluyor. Ancak aileden uzak çalışan bir anne olan Sevgi Hanım, oğlunu Gönendere’ye annesinin yanına göndermekte bulur çareyi. Hafta sonları görebildiği oğlundan ayrılığa ise ancak 9 ay dayanabilir. 9 ayın sonunda oğlunu annesinden alarak Girne’de kreşe verir. Birdenbire kalabalık bir ortama giren Ahmet’in artan sağlık sorunları Sevgi Hanım’ın kızı Havva’yı annesinde yaklaşık 4 yıl bırakmasına neden olur. Eşinin polis olması Sevgi Hanım’ın da çalışıyor olması, çocuk büyütürken zor dönemler geçirmelerine neden olur.
Çok genç yaşta anne olan Sevgi Hanım, çocuklarıyla birlikte büyür. Oğlu ilkokul sona geldiğinde kendi de yıllarca içinde uhde kalan üniversite olayını açıköğretim fakültesine giderek gidermeye çalışır. Ancak oğlunun tepkisi sonucunda açıköğretimi 2. yılında bırakır. Çocuklarını eğitimde hiç zorlamadığını anlatan Sevgi Değgin, her ikisinin de koleji kendi çabaları ile kazandıklarını kendisinin kolej konusunda, çocuklarını bir tercihe itmediğini anlatıyor.
1985 yılına kadar Beylerbeyi’nde görev yapan Sevgi Hocanım, 6 yılın sonunda Girne 23 Nisan ilkokuluna atanır. Yeni görev yerinde de çok mutlu olan Sevgi Hanım, çocuklarla haşır neşir olmaktan son derece keyif alır. Uzun yıllar görev yaptığı 23 Nisan ilkokulunda 1996 yılında Müdür Muavinliği görevine getirilir Sevgi Değgin. Öğretmen olark hizmet verdiği bir okula müdür muavini olmak gururlandırır Sevgi Hocanımı. 2 yıllık muavinliğin ardından 1998’de Müdür olarak Tepebaşı ilkokuluna atanır Sevgi Değgin. Bu arada Eğitim Bakanlığı’nın düzenlediği hizmetiçi kurslarına katılan Sevgi Hanım, kendini geliştirir. 1999 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ilk kez başlatılan Okuma Bayramı’nın öncülüğünü yapan Sevgi Hanım, bu alanda bir ilke imza atar ve ilk okuma bayramını Tepebaşı İlkokulu’nda düzenler. Yine 1999 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen Toplam Kalite Yönetimi kursuna gönderilen 3 kadın müdürden biri olan Sevgi Hanım, bu kursun yöneticilik yaşamında çok faydasını gördüğünü anlatıyor. Türkiye’den ve Kıbrıs’tan toplam 100 müdürün katıldığı bu kurstaki bayanların sadece Kıbrıs’tan gittiğini belirten Sevgi Hanım, yaşadıkları bu olayın kendilerini gururlandırdığını vurguluyor.
1998’den 2001 yılına kadar ilkokul müdürü olarak görev yapan Sevgi Hanım, 2001’de İlköğretim Dairesi Müdürlüğü’ne atanır. 23 yıllık çalışma yaşamının ardından üst düzey yöneticiliğe getirilen Sevgi Değgin, yaklaşık 2 yıldır bulunduğu yeni görevinde çeşitli başarılara imza atmış.
110 okul, 1200 öğretmen ve 15 bin öğrencinin bağlı olduğu İlköğretim Dairesi Müdürlüğü’nü yürüten Sevgi Değgin, yetersiz bir kadro ve çeşitli sıkıntılarla dolu bir çalışma ortamında bulunsa da azmin elinden hiçbirşeyin kurtulamayacağının en güzel kanıtı. Müdürlüğü’ne bağlı uzman sayısının azlığı dolayısıyla okullarla yeterince ilgilenemediklerini belirten Sevgi Hanım, okulların hem fiziki hem de eğitim açısından sıkıntıları olduğunu dile getiriyor.
Göreve geldiği ilk günden itibaren çalışmaya başlayan Sevgi Hanım için saat mefhumu yok. İlk hedef olarak kırsal kesimle merkezi okulların eğitim müfredatını eşitlemeyi koyan Sevgi Hanım, bu konuda yaptıkları çalışmaların başarılı sonuçlarını yavaş yavaş almaya başlamış. Eğitimin içinden gelen birisi olarak, müfredatta özellikle Türkçe ve Matematik konusunda değişiklikler yapmak gerektiğine inanan Sevgi Değgin, matematikten zor konuları ayırarak, kalanları da aylara düzenli bir şekilde böldüklerini anlatıyor. Merkezi seviye tespit sınavlarının halen sürdüğünü anlatan Sevgi Hanım, bu sınavlarla ülke genelindeki seviyeyi tespit etmeye çalıştıklarını belirtiyor. Fen bilgisi müfredatında da değişiklikler yaptıklarını anlatan Sevgi Değgin, çocukların daha çok zevk alabilecekleri bir noktaya getirmeye çalıştıklarını söyledi.
Yıllardır ailelerin kolej olayına kilitlendiğini anlatan Sevgi Hanım, hedefin kolej değil eğitimin alt yapısının güçlendirilmesi olması gerektiğini vurguluyor. Okul müfredatlarının kolej sınavları için yeterli olduğunu özel derse gerek olmadığını anlatan Sevgi Değgin, çocuklara sosyal faaliyetler için de zaman ve fırsat tanınması gerektiğini belirtiyor. Çocukları ezmemek, bunalıma sokmamak gerektiğini anlatan Sevgi Hanım, geleceğin sağlıklı nesillerinin ancak böyle yetişebileceğine dikkat çekiyor.
Yurtdışında özellikle İngiltere’deki dil okullarının da, Sevgi Hanım’ın göreve gelmesinin ardından İlköğretim Dairesi ile koordineli çalışmaya başladığını anlatan Sevgi Değgin, şimdi hangi okulda kaç saat ders yapıldığını, kaç çocuğun bu derslere devam ettiğini takip edebildiklerini belirtiyor. İngiltere’deki Türklerle yaptıkları temaslar sonucunda ordaki ailelerin nelere ihtiyacı olduğunu neler beklediklerini tespit ettiklerini ifade eden Sevgi Hanım, gerekenlerin yapılacağını belirtiyor.
Londra Türk Dili Okullarını her yıl geleneksel olarak düzenlenen 23 Nisan Şölenleri’ne dahil ettiklerini söyleyen Sevgi Değgin, diğer ülkelerden de geçen yılki katılımın oldukça yüksek olduğunu, bu sayının bu yıl artmasını beklediklerini vurguluyor. Sevgi Hanım, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması için bu tür etkinlikleri en güzel şekilde organize etmeye çalıştıklarını belirtiyor.
Görevinde henüz çok yeni ancak başarılı bir müdür olan Sevgi Hanım, eski Eğitim Bakanı Mehmet Altınay döneminde okullarda kurulan bilgisayar sistemini yenilemeyi hedefliyor. Bugüne kadar altyapıları bozuk olan 55 okulu tamir ettiklerini ve imkanları ölçüsünde bu çalışmalarını artıracaklarını ifade eden Sevgi Değgin, yeni hizmete koydukları okulları da gururla anlatıyor. Adanın genelinde yeni okullara ihtiyaç duyduklarını belirten Sevgi Değgin, özellikle 2. lisan olan ingilizce üzerinde durduklarını vurguluyor. Eğitimde en iyiyi hedeflediklerini söyleyen Sevgi Değgin, azmin elinden hiçbirşeyin kaçamayacağına inananlardan.
Çalışma hayatının hiçbir döneminde saate bakmayan Sevgi Değgin’e şimdi saatler yetmiyor. Ailesinin desteği ile kendini tamamen işine veren Sevgi Hanım, eğer bulabilirse boş anlarında mutfağa girmeyi çok seviyor. Yemek ve tatlı yapmaya bayılan Sevgi Değgin, misafir ağırlamayı da çok seviyor. Ancak zaman sorunu yüzünden pratik mutfak yöntemleriyle idare eden Sevgi Hanım, izleyicilerimiz için de tavuklu mantarlı kolay bir börek hazırladı.
İzciliğin önde gelen isimlerinden olan Sevgi Hanım’ın en sevdiği hobilerinden biri yürüyüş yapmak. Orta 3’ten itibaren eğitimini aldığı izcilikte altınyonca ünvanını almaya hazırlanan Sevgi Hanım, bu ünvanla izci lideri öğretmenliğine yükselerek kuslarda ders verebilecek az sayıdaki kadınlarımızdan biri olmaya aday.
İzcilik yürüyüşleri ile deşarj olarak enerji toplayan Sevgi Hanım, üniversite hayalini de Eğitim Yönetimi üzerine master yaparak gidermeye çalışıyor. Yöneticiliğin dışında öğrenci olmayı çok seven ve bundan hiç bıkmayan Sevgi Değgin, enerji dolu. Yoğun yaşamının içinde Kadınlar Konseyi ve Çeşar Home üyeliğini de yürüten Sevgi Hanım’a yetişmek imkansız.
Geriye dönüp baktığında ‘keşke’ diyeceği hiçbirşeyi olmadığını anlatan Sevgi Değgin, mesleğinde hedeflediği yere ulaştığını ancak emekli olmayı hiç düşünmediğini belirtiyor. Emekliliğin kendisine göre olmadığını anlatan Sevgi Değgin, çalışabildiği güne kadar çalışacağını ifade ediyor. Aile yaşamında yakaladığı mutluluğa da değinen Sevgi Hanım, geçmişte olduğu gibi gelecekte de mutlu olmayı diliyor.
Eğitim ordumuzun güçlü ve başarılı bir neferi olan Sevgi Değgin, kadınlarımız içinde öne çıkan başarılı bir isim. Geleceğimiz olan çocuklarımızı güvenle teslim edebileceğimiz , kendini kanıtlamış bir öğretmen ve anne olan Sevgi Değgin, gelecekte daha da başarılı işlere imza atmaya aday.

Hatice Gökçekuş
Kıbrıs Türk toplumu içerisinde belli bir noktaya gelmiş, topluma hizmet veren ve kendini kanıtlamış kadınlar dizimizin yeni bir konuğu Hatice Gökçekuş. Sağlık alanında yeni yeni yaygınlaşan ve her geçen gün ilginin arttığı fizik tedavi ve rehabilitasyon alanının Kıbrıs’taki sayılı uzmanlarından biri Dr. Hatice Gökçekuş. 16 Ağustos 1960’da 5 çocuklu İşegüven ailesinin ilk kızı olarak dünyaya gelir Hatice. Eski Gönyeli’nin orta halli ailelerinden birinin kızıdır. İnşaat kalıpçısı baba Ahmet Rasım Bey ile ev hanımı anne Laika Hanım, 4’ü kız biri erkek 5 çocukları ile çok mutludurlar. Gönyeli’nin bahçeli evleri ve daracık sokaklarında kalabalık arkadaş grubu ile sokakta oynadıkları oyunlar, çocukluğunun güzel hatıraları olur Hatice’nin. Bahçeli evlerinde en keyif aldığı olay bahçeyi çiçeklerle donatmaktır. Çocuk haliyle hiç bıkmadan usanmadan bahçeye çeşit çeşit çiçekler eken Hatice, rengarenk çiçeklerinin açmasını mutlulukla izler. Özgür ve rahat bir ortamda geçen çocukluğunu doya doya yaşayan Hatice, 1966 yılında Gönyeli ilkokuluna başlar. Sınıfının sakin ama çalışkan öğrencisidir Hatice Ahmet. En yüksek notları alarak geçtiği sınıflarında sosyal aktivitelerde de en öndedir Hatice. Piyeslerden, milli oyunlara kadar tüm sosyal faaliyetlerin içinde yer alan Hatice, hocalarının gözdesidir. Yıllar sonra eşi olacak Hüseyin Gökçekuş ile ilkokulda 6 yıl aynı sınıfta okuyan Hatice, yaşamın neler getireceğinden habersizdir. 60’lı yılların en güzel yaz eğlencelerinden olan deniz ve piknik keyfi, o dönemlerde başlayan Türk-Rum çatışmaları ile gölgelenir. Gönyeli’den Girne’ye giderken geçtikleri Rum köylerinde radyonun sesini kıstıklarını ve Türk olmalarının anlaşılmamasına çalıştıklarını hatırlayan Hatice, savaş yıllarının korkunçluğunu hiç unutmaz.
Güneyden göçmen gelen Türkleri evlerinde aylarca konuk eden Hatice ve ailesi, sıkıntılı dönemler geçirir.
Kendileri okuyamayan anne Laika Hanım ile baba Ahmet Bey, çocuklarının tümünü okumaları için teşvik eder. Ağabeyinin ardından kendi de başarılı bir öğrenci olan Hatice, o dönemlerde 6 yıl olan ilkokulun ardından Kız Lisesi’nin orta bölümüne kaydolur. Kız Lisesi’nin en parlak ve çalışkan öğrencilerinden olan Hatice, unutamayacağı güzel arkadaşlıkların temelini atar Kız Lisesi’nde. Fen derslerinde olduğu kadar, edebiyat ve sanat derslerinde de başarılı olan Hatice, resim konusunda çok yeteneklidir. Okul dönemi boyunca güzel çalışmalara imza atan Hatice, atletizimde de okuluna dereceler kazandırır. Hatice, orta 3’e geçerken yaşanan 20 Temmuz Barış Harekatı, Hatice’nin yaşamında yer eder. Yıllarca savaş korkusu ile yaşayan herkes gibi Hatice ve ailesi de Türk ordusunu sevgiyle karşılar. Gelen göçmenlerle aynı evde 60-70 kişi kaldıklarını unutmayan Hatice, çocuk düşüncesiyle ‘’biri bizi ışınlasa da bu savaştan kurtulsak’’ diye hayaller kurar.
Orta bölümün ardından Kız Lisesi’ne devam eden Hatice, tübitak ve bilgi yarışmalarının vazgeçilmez elemanlarından biri olarak, anne-babasının gurur duyduğu bir öğrenci olur. Lisede de sosyal ve başarılı bir öğrenci resmi çizen Hatice, lise sona yaklaşırken özellikle zevkle yürüttüğü resim ve atletizm faaliyetlerini bırakarak üniversiteye yönelir. Hatice’nin gelecek için bir tek hedefi vardır o da tıp fakültesini kazanmak.
Hocalarının da teşviki ile sınavlara giren Hatice, 1978 yılında Kıbrıs çapında en yüksek notu alarak Ankara Tıp Fakültesi’ni kazanır. Hep doktor olacağım hayalleri ile büyüyen Hatice, azmi ve çalışkanlığı ile hedefine ulaşır. Ancak baba Ahmet Rasım Bey, o yıllarda Türkiye’de tırmanan siyasi olaylar nedeniyle kızını Ankara’ya gönderip göndermemekte kararsızdır.
Fakat Hatice, hedefini gerçekleştirmekte kararlıdır. Ankara’da eğitimde olan ağabeyinden güç alarak, kararını verir ve Ankara’ya gider.
Ankara’da Kıbrıslı kız öğrencilerin kaldığı kız yurduna yerleşen Hatice, tıp fakültesine başlar. Ağır bir eğitimi olan tıp fakültesine devam eden Hatice kendini ansızın siyasi olayların içinde bulur. Sağ-sol olaylarının tırmandığı bu dönemde, Kıbrıslı erkek öğrenciler, kızları korumak için kız yurdunu kontrol altına alır. Her gün korku içinde yurttan çıkarak okuluna giden Hatice, 2 ayın sonunda yurtta daha çok kalamayacağını anlar ve yurttan kaçmaya karar verir. Ve bir sabah erken saatte kitaplarını alarak yangın merdivenlerinden yurdu terkeder Hatice. Önceleri özel bir yurda yerleşen Hatice, Kıbrıslılar yurdunun kapatılması üzerine başka bir yurda geçer. Ancak sağ-sol olaylarının durulmaması üzerine Hatice, ağabeyi ve kendileri ile birlikte Ankara’da okuyan ağabeyinin nişanlısı, birlikte ev tutmaya karar verirler. Eğitiminin 2. yılında evde daha rahat bir ortamda eğitimine devam eden Hatice, tıp fakültesinde okumaktan mutludur. Eğitimi yoğun bir şekilde devam ederken 2. yılın yazında Hatice’yi bir sürpriz beklemektedir. İlkokulda aynı sınıfta okuyan ve daha sonraları yolları Ankara’da kesişen Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi öğrencisi Hüseyin Gökçekuş, ailesini göndererek Hatice’yi ailesinden ister. Hüseyin Gökçekuş’un teklifini şaşkınlıkla karşılayan Hatice uzun bir düşünme sürecinden sonra okuluna da devam kararı vererek teklifi kabul eder ve Hüseyin Bey’le 22 Ağustos 1980’de nişanlanır.
Ankara’dan Kıbrıs’a bekar gelen Hatice, nişanlı olarak geri döner. Hatice, gittikçe ağırlaşan tıp eğitimini tamamlamaya çalışırken, nişanlısı Hüseyin Bey de jeoloji mühendisliği eğitimine devam eder. 1982 yılında fakülteden mezun olan Hüseyin Bey ile Hatice Hanım, 27 Ağustos 1982’de Kıbrıs’ta nikahlanırlar. Jeoloji Mühendisliğinden mezun olan Hüseyin Bey, master yapmaya başlarken Hatice Hanım da eğitimine devam eder.
1984 yılında tıp fakültesini tamamlayan Hatice Gökçekuş, ihtisasını çocuk hastalıkları üzerinde yapmaya karar verir. İhtisas için yaptığı başvurunun ardından Hatice Hanım, rahatsızlanır. 4 ay süren hepatit hastalığının ardından bir de bel fıtığı olan Hatice Gökçekuş, kötü bir dönem yaşar. Bel fıtığının giderilmesine yönelik fizik tedavi seansları sırasında, hocalarının da tavsiyesi ile Hatice Hanım, çocuk ihtisasından vazgeçer.
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon konusunda ihtisas yapmaya karar veren Hatice Gökçekuş, 1985 yılında Ankara İbni Sina Hastanesi’nde ihtisasına başlar. Yoğun bir tempoya sahip hastanede asistanlık yapmaya başlayan Dr. Hatice Gökçekuş ve ODTÜ’de ‘’su’’ konusunda doktora yapmaya başlayan Hüseyin Gökçekuş, Kıbrıs’a giderek 2 Ağustos 1986’da evlenirler. Evliliğin ardından Ankara’ya dönerek kendilerine yeni bir düzen kuran Gökçekuş çifti, yoğun bir tempoya girer.
Ağır bir rotasyonla İb-ni Sina’da çalışmaya devam eden Hatice Hanım ile Hüseyin Bey, birbirlerine destek olarak sürdürürler yaşamlarını. Hatice Hanım’ın asistanlığının 2. yılında 12 Ocak 1988’de kızları Laika dünyaya gelir. Küçük kızları ayrı bir mutluluk verir genç çifte. Ev, eğitim ve çocuk üçgeni hem Hatice Hanıma hem de Hüseyin Bey’e zor gelse de, sırayla tüm sorunların üstesinden gelirler. Aynı dönemde Ankara’da mimarlık okumaya başlayan kızkardeşi Hatice Hanım’ın imdadına yetişir. Dönüşümlü olarak baktıkları küçük Laika, tüm yaramazlıklarına karşın evin neşesidir.
Bu yoğunluk içerisinde tezini hazırlamayı başaran Dr. Hatice Gökçekuş, Ocak 1990’da eğitimini tamamlar. Bu dönemde Dr. Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi’nde başgösteren fizik tedavi uzmanı açığı Hatice Hanım’ın Kıbrıs’a dönüşünü hızlandırır. Dr. Hatice Gökçekuş, 1990 Şubatında kızını da yanına alarak, ODTÜ’de doktora yapan eşini Ankara’da bırakır ve adaya döner.
Mart 1990’da uzman doktor olarak Lefkoşa’da işe başlayan Hatice Hanım’a Haziran 90’da eşi de katılır. Doktora tezini tamamlayan Hüseyin Gökçekuş, adaya dönüşünün ardından hemen askere gider. Kızı ile birlikte ailesinin yanında kalan Dr. Hatice Gökçekuş, kendi özel kliniğini de açarak 2 işte çalışmaya başlar. 25 Ocak 1993’de oğlu Rifat’ı dünyaya getiren Hatice Hanım, yine yoğun bir tempoya girer. Bu arada Yakın Doğu üniversitesinde akademik bir yaşama başlayan Dr. Hüseyin Gökçekuş’un da yoğun iş temposu, ailesine çok bağlı olan Dr. Hatice Hanım’ı bir karar vermeye zorlar. Ailesine ve eşine daha çok zaman ayırmak isteyen Hatice Hanım, sadece Hastane’deki işini sürdürmeye karar verir.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin en donanımlı Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi’nin 2 uzman doktorundan biri konumunda Dr. Hatice Gökçekuş. 13 yıl önce başladığı görevini büyük bir özveri ile sürdüren Hatice Hanım, bölüm arkadaşları ile birlikte Kuzey Kıbrıs geneline hizmet veriyor. Ada içerisindeki diğer fizik tedavi merkezlerinin yetersiz olması sonucu Lefkoşa Hastanesine yoğun bir hasta akışı olduğunu anlatan Hatice Hanım, zaman zaman yaşanan tıkanıklıklara rağmen en iyi hizmeti vermeye çalıştıklarını anlatıyor. 8 asistan doktor ile birlikte hizmet vermeye çalıştıklarını vurgulayan Dr. Hatice Gökçekuş, poliklinik hizmetleri yanında konsülütasyon hizmeti de verdiklerini ifade ediyor. Yatılı hizmet de verdiklerini söyleyen Hatice Hanım, romatizmadan felce, ağrılı sızılı hastalardan çocuklara kadar çeşitli hastalara hizmet sağladıklarını belirtiyor.
Halk deyimiyle ‘’sızı doktoru’’ olarak adlandırıldıklarını söyleyen Hatice Hanım, bu sözün çok doğru olduğuna inananlardan. Yoğun talepleri ancak belli bir program dahilinde karşılayabildiklerine dikkat çeken Dr. Hatice Gökçekuş, bölümle ilgili hizmetlerin yoğunluğu dolayısıyla bunların yürütülmesinin kolay olmadığını vurguluyor.
Bölümde çalışan asistanların eğitimlerini de burda aldıklarını belirten Dr. Hatice Gökçekuş, eğitim programlarının da yoğun olduğunu ifade ediyor.
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi’nin en gelişmiş cihazlarla hizmet verdiğini anlatan Hatice Hanım, yurt dışına en az hasta gönderen bölümün kendi bölümleri olduğunu vurguluyor.
Bir fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanının 6 yıl tıp, 3 yıl da ihtisas eğitiminden sonra yetişebildiğini anlatan Hatice Hanım, fizyoterapistlerin de öngörülen programların uygulayıcısı olduklarını ve bu ikilinin birbirini tamamlayıcı özellik taşıdığına dikkat çekiyor. İdeal ekiplere sahip olmamakla birlikte, her türlü hastaya en iyi hizmeti vermeye çalıştıklarını anlatan Dr. Hatice Gökçekuş, sosyolojik ve psikolojik sorunları olan, özürlü olan ve birçok sorunla birlikte kapılarını çalan çok hasta olduğunu vurguluyor.
Hasta yelpazeleri içerisinde yeni doğmuş bebekten, en yaşlısına kadar çeşitli kesimlerden hastalar olduğunu söyleyen Hatice Hanım, çok yoğun talep olduğu için genelde randevu sistemi ile çalıştıklarını ifade ediyor.
Eskiden insanların daha hareketli bir yaşama sahip olduğunu ifade eden Dr. Hatice Gökçekuş, gelişen teknoloji ile birlikte, hareketsizleşen yaşamın sonucunda hasta sayısında yoğun bir artış yaşadıklarını, özellikle duruş ve oturuş bozukluklarının arttığını vurguluyor. Hastalarına ilaç ve egzersizle de yardımcı olmaya çalıştıklarını anlatan Dr. Hatice Gökçekuş, egzersizin özellikle bilgisayar karşısında oluşan rahatsızlıklara iyi geldiğine dikkat çekiyor.
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi’nin tam ekipmanlı çalışan, ülke için yeterli bir merkez seviyesine ulaşmasının kendisi için bir hedef olduğunu belirten Dr. Hatice Gökçekuş, hastalarına en iyi hizmeti vermenin çabası içerisinde.
Sürekli sorunlu, ağrılı sızılı insanlarla birlikte olan onların acılarını bir nebze olsun azaltmaya çalışan Dr. Hatice Gökçekuş, en büyük sığınağının evi ve özellikle de mutfağı olduğunu belirtiyor. Saatlerce mutfakta kalabilen ve ancak bu şekilde dinlendiğini hisseden Hatice Hanım, mutfağı çok seviyor.
Yıllarca Ankara’da yaşayan Gökçekuş ailesi, zengin Türk mutfağının ve geleneksel Türk çayının müptelası adeta. Hafta sonu pişen güzel börek alışkanlıklarından hiç vazgeçmeyen Hüseyin Bey, bunu çocuklarına da aşılamış. Hatice Hanım’ın Ankara’dan getirdiği en güzel böreklerden biri de talaş böreği...
Ailesine inanılmaz düşkün olan Hatice Hanım, boş kalan vakitlerinin tamamını eşine ve çocuklarına ayırıyor. Zaman zaman doktor arkadaşları ile biraraya gelerek güzel sohbetler yapsalar da ailesi hep en önde olur. Çocuklarının herşeyi ile çok yakından ilgilenen Hatice Hanım, eşinin de en büyük destekçisi. Yakın Doğu Üniversitesi’nde hem yönetici olarak çalışan hem de akdemik kariyer yapan Hüseyin Gökçekuş, 2001 yılında hak kazandığı profesörlük ünvanı ile Kuzey Kıbrıs’ın ilk profesörlerinden biri. Kuzey Kıbrıs’ın ve Yakın Doğu Üniversitesi’nin tanıtımı için yoğun bir uluslararası çalışma temposuna sahip Prof. Dr. Hüseyin Gökçekuş’un yanında herzaman eşini görmek mümkün. Eşi gibi kendi de ailesine çok düşkün olan Hüseyin Bey, ‘’Güzelyurt İlçesinin KKTC Açısından Önemi’’, ‘’Toprak ve Su’’ isimli eserini eşine ve çocuklarına atfetmiş....
Kardeşleriyle de hem kardeş hem arkadaş olduklarını anlatan Hatice Hanım, anne babasının fedakarlıklarının yaşamının her evresinde sürdüğünü ve aile birlikteliğinin güçlendirilmesinde çok önemli olduğuna dikkat çekiyor. Birbirine çok bağlı bir ailesi olduğunu ifade eden Hatice Hanım, zaman zaman düzenledikleri hafta sonu yemekleri ile buluştuklarını ve keyifli saatler geçirdiklerini anlatıyor.
İş yaşamında da ev yaşamında da fedakar bir insan olan Hatice Hanım, başarılı bir doktor ve başarılı bir anne portresi çiziyor. İnsanlık için uğraş veren bir tıp uzmanı olan Dr. Hatice Gökçekuş, ideali gerçekleştirme hedefini hep canlı tutanlardan ve bunun için uğraş verenlerden.

Şenay Kebapçı
Kıbrıs Türk toplumunda üst düzey kadın yöneticilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Özellikle de bir erkek mesleği olarak kabul edilen polislikte bayan elemanlar sayıca oldukça az. Şenay Kebapçı adı ise Kıbrıs Türk toplumu ve özellikle polis örgütü içerisinde bilinen bir isim. Çünkü Şenay Kebapçı, erkek egemen toplumda, bir erkek mesleğinde öne çıkan isimlerden biri.
3 Mart 1955 yılında Gönendere’de dünyaya gelen Şenay Salih, 4 kardeşin 3. sü. Toplam 8 doğum yapan anne Emine Hanım, evde doğurduğu bebeklerin tamamı ölünce doğumlarını annesinin evinde yapmayı tercih eder. Yaşayan kardeşlerin 3. sü olan Şenay da bir çobanın evinde dünyaya gelir. İngiliz Üslerinde görevli Yardımcı Polis baba Salih Kuset ile terzi Emine Salih’in haşarı kızı Şenay, kardeşler arasında en dikkat çekici olandır. Lise mezunu baba ve ortaokul mezunu bir anne ile dönemin eğitimli ailelerinden birinin kızı olan Şenay, anne egemen bir evde büyür. Gönendere köyünün terziliğini yapan anne Emine Hanım, sürekli dışarda olan babalarının yokluğunu hissettirmez çocuklarına. 3 yaşındayken hanay evlerinin merdivenlerinden düşen küçük Şenay, ağır bir beyin travması geçirir. Yerinde duramayan, hareketli bir çocuk olan küçük Şenay, Gönendere ilkokulunda hırsı ile dikkat çeker. ‘’Yontulmamış bir hırs’’ olarak tanımladığı azmi Şenay’ı aslında hep başarılı kılacaktır. Annesi Emine Hanım’dan aldığı şiir yazma ve okuma yeteneği ile el işlerindeki becerileri Şenay’ın dikkat çeken özellikleri arasındadır.
İlkokul 3’e devam ettiği 1963 yılı Şenay’ın karakterinin oluşmasında önemlidir. Olayların çıkışı ile Baf’ta öğretmen olan ablasını ziyarete giden annesinin Gönendere’ye dönememesi, Şenay’ı büyük bir sorumluluk ile karşı karşıya bırakır. Sürekli görevde olan baba Salih Bey’in de evde olmaması Şenay’ın küçük kızkardeşi Şenel’in sorumluluğunu almaya zorlar. Olayların devam ettiği ve yolların kapalı kaldığı 8 ay boyunca Şenay, Şenel ile evde yalnız kalır. Bu dönemde sorumluluk almayı ve cesur olmayı öğrenen Şenay, dayısının silah deposu haline getirdiği evlerini çekip çevirmeyi öğrenir. Aylar sonra evlerine dönebilen annesi, babası ve ablası karşılarında çok farklı bir Şenay bulurlar.
Hiçbir şeyden korkmamayı, mücadele etmeyi öğrenen Şenay, dizginlenemeyen hırsı ile öğretmenlerini tedirgin eder okul döneminde. İlkokuldayken Mustafa Hasan isimli hocasının Türkçe dersinde, kendisine verdiği bir öğüdü hiç unutmayan Şenay, hocası sayesinde çevresini tahlil etmeyi, başkalarını da düşünmeyi ve hırsına gem vurmayı öğrenir.
Ortaokula da Gönendere’de devam eden Şenay, hem sporda hem de sosyal alanda çok başarılıdır. Voleybol ve basketbol oynayan Şenay, maç için Larnaka’ya yaptıkları geziyi acıyla anımsar hep. Kızkardeşi kadar sevdiği ve ayakkabılarına kadar aynı giydikleri yeğeni Huriye, Larnaka’ya giderken geçirdikleri trafik kazasında ölür. Bu kazada ağır yaralanan Şenay, kazanın izlerini lise sona kadar duyduğu şiddetli başağrıları ile yaşar. Geziden bir gece önce rüyasında, gerçekleşecek olan kazayı ve yeğeninin öleceğini gördüğünü ise hayatı boyunca unutmaz.
Okul döneminde sürekli şiirler yazan ve ödüller alan Şenay, tiyatroyu da çok sever. Lise 2’ye devam ettiği yıl Ankara’dan gelen tiyatrocuların Şenay’ı sahnede izlemesi, sürpriz bir teklifle sonuçlanır. Şenay’a tiyatro eğitimi için burs teklif eden ilgililer ailesinden red cevabı alır. Kızlarının sanatçı olmasını asla istemeyen aile Şenay’a engel olur. Sanat yönü kuvvetli olmasına karşın Şenay Salih hep ‘’doktor olacağım’’ hayali ile büyür. Sınıflarını sürekli derece ile geçen Şenay’ı herkes ‘’doktor kızım’’ diye sever. Lise sona geldiğinde tüm çalışmalarını üniversite sınavına yönlendiren Şenay’ın tek hedefi vardır tıp eğitimi almak.
Üniversite sonuçlarının açıklanmasını bekleyen Şenay’ı aslında hayatını değiştirecek bir başka sınav beklemektedir. Ailesinin telkinleri ile şansını denemek için girdiği polislik sınavı, Şenay için tıptan çok uzak yeni bir hayatın başlangıcı olur. 880 kızın başvurduğu sınavda başarılı 10 kızdan biri olan Şenay, Polis okulunda eğitime başlar. Üniversite sınav sonuçları açıklandığında, Hacettepe Tıp fakültesini kazanan Şenay, çok üzülse de tıp fakültesine gidemeyeceğinin farkına varır. Çünkü rahatsızlanan annesinin durumu ve Türkiye’de eğitimde olan kardeşinin giderleri ailenin maddi gücünü aşmıştır. O yıllarda 52.5 lira olan polislik maaşı, Şenay ve ailesi için çok büyük önem taşır.
Tıp fakültesine gidememenin üzüntüsü önceleri Şenay’ı çok üzse, sınavlarında başarısız kılsa da, kısa bir süre sonra kendini toparlar. Şenay yine en yüksek notları alan çalışkan polis memuru olur.
5 Aralık 1973’de ilk tayin yeri olarak Serdarlı’ya atanan Şenay, erkekler arasından sivrilmeye ve başarılı bir polis olmakta kararlıdır. Görev ayırımı yapmayan, verilen her işi yapan Şenay Salih, 15 Temmuz 1974 darbesi ile kendini savaş ortamında bulur. Erkek arkadaşlarından ayrılmayan, cephelerde onlarla birlikte görev yapan Şenay Salih, arkadaşları ve bölge halkı ile birlikte Rum saldırılarından korunmak için Gönendere’ye çekilirler. Polislikle birlikte mücahitlik de yapmaya başlayan Şenay Hanım, elinde silah savaşır. Savaşın korkunç yüzü ile 2. kez yüzyüze gelen Şenay Hanım, evsiz-barksız, yoksullukla karşı karşıya kalan insanlara yardım için gece-gündüz çalışır. Her evde nerdeyse 100 kişinin kaldığını, bu kötü günlerde, kimseleri üzmek istemeyen Şenay Salih, sivil halkın toparlanması ve koordinasyonu için sürekli çalışanlar arasındadır. Bu dönemde Türkiye’den gelen 3 gazetecinin röportaj yaptığı Şenay Salih, bayan mücahide olarak basında yer alır.
15 Ağustos’ta mehmetçiklerin bölgeye ulaşması ile birlikte, arkadaşları ile birlikte Serdarlı’ya dönen Şenay Salih’i yine zor günler beklemektedir. Serdarlı bölgesinde, savaş sonrasının düzensizliğini, yağmacılığını ortadan kaldırmak, bunları dosyalamak Serdarlı Polis Müdürlüğü’nün yetkisindedir. Az sayıda personelin görev yaptığı Serdarlı’da çalışmak ağır olsa da bu sayede Şenay Salih, her türlü işi öğrenir.
Mart 1976’da Polis Okulu’nun Yeniceköy’e taşınması ile Şenay Hanım’a yeni bir görev verilir. Şartlı olarak Yeniceköy’e atanan Şenay Salih, gerekli olduğu zamanlarda ifadelerin alınması için Serdarlı’da da görev yapar. Yeniceköy’e atanan Şenay Salih’in hayatında yeni bir sayfa açılır. O güne kadar özellikle aynı meslekten biri ile evlenmeyi düşünmeyen Şenay Hanım, Polis Okulu’nda görev yapan Yüksel Kebapçı’nın evlenme teklifini kabul eder. Aslında yıllar öncesinden, liseden başlayan bir tanışıklığın evliliğe dönüşmesi özellikle Yüksel Bey için çok önemlidir. 78 yılının Mart’ında nişanlanan genç çift, Haziran’da nikah, hemen ardından Ekim’de de evlenir. Kısa sürede yeni bir hayata geçiş yapan Şenay Hanım, hemen hamile kalır. Hamileliğin ilerlemesi ile birlikte, 5. aydan itibaren polis üniformasını giyememeye başlayan Şenay Kebapçı, zorunlu olarak Lefkoşa’ya nakledilir.
3 Temmuz 1979’da kızı Mısra’yı dünyaya getiren Şenay Hanım, doğumun ardından Lefkoşa Polis Genel Müdürlüğü’nde görev yapmaya başlar. İlk gözağrısı kızını kayınvalidesine emanet eden Şenay Hanım için mesleği çok önemlidir. 1983 yılına kadar Trafik Müdürlüğü’nde, 1983-84 arasında da zor şartlarda Muhaceret Dairesi’nde görev yapan Şenay Kebapçı, 1984 yılında meslek yaşamında dönüm noktalarından biri olarak tanımlanabilecek Adli Şube’de görev yapmaya başlar. 12 yıllık meslek birikimini en yoğun şekilde kullanmaya başladığı bu dönemde 1985 yılında girdiği çavuşluk sınavı ile dikkat çeker Şenay Kebapçı. 108 kişinin katıldığı çavuşluk sınavını geçerek, çavuş olan bir tek Şenay Kebapçı’dır. İlk kez bir kadın polis çavuş olmayı başarır. Bu sınavdan sonra şansının döndüğüne inanan Şenay Hanım, çavuş olduktan sonra daha yönlendirici ve eğitici olur. Adli Şube’de kendini bulduğunu ve polis olma şuuruna sahip olduğunu vurgulayan Şenay Kebapçı’nın meslek yaşamı daha hızlı ilerlemeye başlar.
Yaşamında önceliği hep mesleğine veren Şenay Hanım, önce hedeflerine ulaşmayı ister. Ancak kızının kardeş talebi 29 Ağustos 1986’da oğlu Hüseyin’in doğumu ile sonuçlanır. Oğlunun doğumunun aileye şans getirdiğine inanan Şenay Hanım, 1987’de, hep içinde uhte kalan üniversite özlemini gidermek için Açık Öğretim Fakültesi’ne kaydolur. Bu arada mesleğindeki yükselişe devam eden Şenay Hanım, başarılı sınavların ardından, 1989’da Lefkoşa Polis Müdürlüğü İdari İşler ve Özlük İşleri Amirliği’ne getirilir. Yeni görevinde memurlukla müdürlüğün çok farklı olduğunu keşfeden Şenay Kebapçı, bir kadın müdür olarak kendini kabul ettirmenin zorluklarıyla da karşılaşmış. O güne kadar amirlerinden emir almayı öğrenen Şenay Hanım, yeni görevinde emir vermeyi öğrenmek durumundadır. Kendini kabul ettirmek için kalıplarını sertleştiren ve görev ağırlıklı bir amir olan Şenay Hanım, insanların ve memurlarının sosyal ihtiyaçlarını düşünmeden hareket ettiğini itiraf ediyor.
Mesleğinden başka birşey düşünmeyen Şenay Hanım’ın çocukları bu arada babaları ve babaannelerinin himayesinde büyür. Eşinin mesleki zorluklarını bilen Yüksel Bey, sürekli eşine destek olur. İşine verdiği önemi çocuklarına gösteremeyen Şenay Hanım ise çocuklarının anne sevgisinden uzak anne özlemi ile büyüdüklerinin farkına varmaz.
Kendini iyice işine veren Şenay Hanım, bu arada kaydolduğu üniversiteden mezun olur ancak içindeki okuma hırsı bitmez. Yabancı dil konusunda kendini yetiştirmek için ingilizce kurslarına başlar. Çeşitli kurslarla kendini yetiştiren Şenay Kebapçı, 1995 yılında polislikten çok farklı bir meslek olan basın yayın çalışanları ile kendini karşı karşıya bulur. Polisin basın-Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne atanan Şenay Hanım, kendini farklı bir ortamda bulur. İyi bir polis olan ancak halkla ilişkiler konusunda hiçbirşey bilmeyen Şenay Hanım, ilk anda basının tepkisi ile karşılaşır. Toplumun gözü kulağı olan medyayı karşısında değil yanında görmek isteyen Şenay Hanım, bu konuda kendini yetiştirme uğraşına girer. Şenay Kebapçı, kısa sürede basınla iyi ilişkiler kurmayı başarır.
Halkla ilişkiler müdürlüğü döneminde, Kuzey Kıbrıs’ta yaşanan büyük yangın Şenay Hanım için unutamayacağı büyük bir acı olur. Kısa sürede Beşparmak Dağları’nı saran büyük yangın için oluşturulan Kriz Masası’nda yeralan Şenay Hanım, yaşanan korkunç saatlerde, Sivil Savunma, İtfaiye ve Orman Dairesi’nin de bir ülke için ne kadar önemli olduğunun farkına varır. Korkunç yangınla yitirilen güzel değerler Şenay Hanım için büyük acı olur.
1996 yılı Şenay Hanım’ın yaşama bakışını değiştirir. Memurları ile arasındaki sosyal uyumsuzluğun farkına varan Şenay Kebapçı, pedagoji eğitimi almaya karar verir. Bir yıl boyunca aldığı pedagoji eğitimi Şenay Hanım’a insanlarla olan ilişkilerini daha sevecen ve daha hoşgörülü yürütmeyi öğretir. Bu sırada Polis Okulu Müdürlüğü Araştırma Amirliği’ne atanan Şenay Kebapçı, Polis Yasası’nın Değiştirilmesi için bir yıl boyunca çalışır. Hemen ardından Güvenlik Kuvvetleri İrtibat Subaylığı’na atanan Şenay Hanım, bu görevini 2 yıl boyunca yürütür. Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı olarak görev aldığı bu dönemde başarılı çalışmalara imza atan Şenay Kebapçı, polis lojmanları, Polis Genel Müdürlüğü binasının yapımı ve birçok müdürlük binalarının eksikliklerinin giderilmesi konusunda kalıcı işler yapar.
1998 yılında İdari ve Özlük İşleri Müdür Yardımcılığı’na atanan Şenay Kebapçı, bir çok işi birarada yürütürken bir yandan da çeşitli eğitim çalışmalarına katılır. 1999 Haziran’ında 3 aylık bir yöneticilik kursu için İngiltere’ye gönderilen Şenay Hanım, uygulamalı olarak gördükleri bu eğitimin kendileri için çok faydalı olduğunu anlatıyor. Kurs devam ederken annesinin ölüm haberini alan Şenay Hanım, Kıbrıs’a dönmek istediyse de görev amaçlı kursunu acı içinde tamamlamak zorunda kalır.
Şenay Hanım, Lefkoşa Polis Müdürlüğü İdari ve Özlük İşleri Müdür Muavinliği görevini yürüttüğü 2000 yılında, Araştırmacı Yazar Altay Sayıl ile yürüttüğü bir çalışma sonucunda Polis Müzesi’nin açılışına imza atar. Yine Milli Eğitim Bakanlığı ve Ressam Aşık Mene ile yürütülen bir yarışma sonucunda Polis Genel Müdürlüğü’ne Kıbrıslı ressamların eserlerinden oluşan bir koleksiyon kazandıran Şenay Hanım, çalışmalarını gururla anlatıyor.
2000 Ağustosu’nda Gazimağusa Polis Müdürlüğü Yardımcılığı’na atanan Şenay Hanım, asli görevleri yanında yürüttüğü diğer çalışmalar ile Müdürlüğe bir kütüphane kazandırır. Mevcut spor tesisinin genişletilerek tamamlanmasını sağlayan Şenay Hanım, yaptığı işlerle takdir toplar.
2001 Ağustos’u Şenay Kebapçı için yeni bir atama dönemi olur. Tarihinde ilk kez bir bayanın müdürlük görevi verildiği Yeniceköy Polis Okulu’na, terfi alarak müdür olarak atanır. Yeni görevine endişeli başlayan Şenay Hanım, kısa sürede bu telaşının yersiz olduğunu görür. Bir bayanı müdür olarak kısa sürede benimseyen personeli ile uyumlu bir çalışma yürüten Şenay Kebapçı, kadın olmanın dezavantaj yaratmadığına dikkat çekiyor.
1969 yılında Lefkoşa’da hizmete açılan Polis Okulu, 1976 yılında Yeniceköy’deki binasına taşındı. Polis ve itfaiye teşkilatında görev alacak adaylara 6 aylık eğitim veren Polis Okulu, eğitim faaliyetlerini 20 bin metre karelik bir alanda kurulu tesislerinde yürütüyor. Polislik ve itfaiye temel eğitim kurslarının verildiği Polis Okulu’nda, hizmetiçi eğitim kursları da düzenleniyor. Son dönemde alınan yeni polis adaylarının halen eğitim gördüğü Polis Okulu, çağdaş eğitim niteliklerine sahip
Disiplinin gözle görülür bir nitelik taşıdığı polis okulunda, emniyet teşkilatında görev alan her kademedeki personel, gerekli görüldüğü aşamalarda eğitilebiliyor. Geleceğin polislerini yetiştirmede önemli bir misyon üstlenen Polis Okulu, çıkarılan bütün yasaları inceleyerek, gerekirse bunları uyarlama görevini de yürütüyor.
Şenay Hanım, okulda verilen eğitimde disiplin ve sosyal eğitim dersleri ile sağlıklı yetişmeye çok önem verdiklerine dikkat çekerek, bu yılki yeni bir uygulamayla çevre bilincini geliştirmeye çalıştıklarını vurguladı. 2001 baharında başlatılan yeni bir uygulama ile okulun kütüphanesini ve imkanlarını bölgedeki halka ve okullara açan Şenay Kebapçı, bu çalışmanın büyük ilgi gördüğünü anlatıyor. Sürekli yenilik yaratma çabasında olan Şenay Hanım, geçtiğimiz yıl polisi halka tanıtmak ve polisin imajını pozitif olarak anlatmak için ‘’Bakış’’ isimli ücretsiz bir gazete çıkarılmasına öncülük eder.
Polis Okulunda eğitimin öncelikle polisin kendi elemanları tarafından, yetersiz kalındığı alanlarda da Eğitim Bakanlığı’ndan yardım alarak yürütüldüğünü ifade eden Şenay Kebapçı, eğitim kalitesinin yükseltilmesi için sürekli araştırmalar yaptıklarını ifade ediyor.
Polisliği bir bilim dalı olarak gören Şenay Kebapçı, kendini de sürekli olarak yenileme peşinde. Nisan 2002’de 10 ülkenin katıldığı Türki Cumhuriyetler Polis Akademileri Toplantısının ardından, 2003’te Antalya’da katıldığı 9. Uluslararası Polis Mensupları Eğitimi Sempozyumu’nda arkadaşları ile birlikte Kuzey Kıbrıs’ı temsil eder Şenay Hanım.
Polis adaylarının iyi seçilmesi gerektiğine dikkat çeken Şenay Kebapçı, iyi olmayan seçimlerin iyi kalıplara oturtulamayacağını söylüyor. Polis adaylarının karakteri ve niteliklerinin çok önemli olduğunu vurgulayan Şenay Hanım, eğitimde esas olanın sistemin kişiyi eğitmesi olduğuna dikkat çekiyor.
Geleceğin geçmişle şekillenebileceğine inanan Şenay Hanım, araştırmacı kişiliğini Polis Okulu’nda da ortaya koyarak, geçmişten günümüze kadar tüm eğitim dönemlerini tespit ederek bir fotoğraf koleksiyonu oluşturmuş. Okulun duvarlarını süsleyen bu fotoğraflar yanında, yeni düzenlenen bilgisayar odası da yeni ile eskinin bütünlüğünü yansıtıyor.
Mesleğinin öncelikli olduğu bir portre çizen Şenay Hanım, önceleri ne anneydim ne de eş diyebiliyor. İyi bir anne ve eş olmayı zaman içinde öğrenen Şenay Kebapçı, eşine çok şey borçlu. Kızı Mısra’nın başarılı bir sporcu olduğunu oğlu Hüseyin’in de kendi gibi iyi bir şair olduğunu anlatan Şenay Hanım, en gururlu günlerinden birini 2000 yılında kızı Mısra’nın KKTC 2. güzeli seçilmesi ile yaşar. Şimdilerde, çocukları ile ilişkilerinde kaybettiği yılların acısını çıkaran Şenay Kebapçı, sıkıntılı anlarında ise şiirlere sığınıyor. Bugüne kadar 100’ün üzerinde şiire imza atan Şenay Hanım, Polis Okulu Marşı’nın da şairi aynı zamanda. Şiirin kendisi için bir yaşam biçimi olduğunu belirten Şenay Kebapçı, Güvenlik Kuvvetleri’nin düzenlediği yarışmalarda, Özgürlük ve Adalı isimli şiirleriyle ikincilik ödülü de kazanır. Çeşitli şiirleri besteciler tarafından bestelenen Şenay Kebapçı, şiir yazmaktan asla vazgeçemeyeceğini vurguluyor.
Erkek egemen bir meslekte, hep en iyi olmak için uğraş veren Şenay Kebapçı, bunu başarmış. Ancak daha pek çok hedefi olduğunu ifade eden Şenay Hanım, mesleğinin zirvesine tırmanmayı başarmış az sayıdaki kadınlarımızdan biri. Başarının sırrını azim ve çalışmak diye tanımlayan Şenay Kebapçı, emniyet teşkilatımızın parlayan yıldızlarından biri.
Küçük Aysel
O bir küçük yıldızdı. Çocuk yıldızların sanat dünyası gündemine henüz girmediği, 40’lı yılların yaşı küçük sesi büyük ünlü şarkıcısıydı Küçük Aysel. Aradan yıllar geçse de eski Lefkoşa dendiğinde akla gelen, hala unutulmayan bir yıldızdır Aysel Bağdadi. Aysel Bağdadi, 1938 yılında Lefkoşa’da dünyaya gelir. Mal Müdürü Ahmet Bey’in kızı, öğretmen Bahire Hanım ile keman sanatçısı Asaf Bağdadi’nin en küçük çocuğudur Aysel. Kıbrıs’ın zor dönemlerinden birini yaşayan aile geçim sıkıntısı sonucu Kıbrıs’tan Türkiye’ye göç eder. Aysel 40 günlükken Türkiye’ye göç eden aile yıllarca Türkiye’de yaşar. İlkokula Adana’da başlayan Aysel, daha sonra ailesiyle birlikte Konya’ya gider. Sahne sanatçısı olan baba Asaf Bey sayesinde müziğin içinde doğan Aysel’in hayatı müzikle yol almaya başlar. Kızının müziğe olan yatkınlığını farkeden Asaf Bey, kızını eğitmeye başlar. Aysel inanılmaz güzel bir sese sahiptir. Asaf Bey sahne aldığı yerlerdeki ustalardan kızının ders almasını sağlayarak, Aysel’e sağlam bir müzik temeli oluşturur. Bu arada eşinin sürekli sanatçılarla içli dışlı evden uzak olan yaşamından bunalan Bahire Hanım ile Asaf Bey arasında geçimsizlik başlar. Ailenin ikinci kızı Kamuran’ın bir hastalık sonucu ölmesi, ailenin düzenini iyice bozar. Eski günlere olan özlemle Kıbrıs’a dönen aile dağılır. Bu sefer de Kıbrıs’a alışamayan Bahire Hanım, uzun bir ayrılıktan sonra Asaf Bey’den boşanır.
Oğlunu alarak Türkiye’ye dönen Bahire Hanım’ın aksine Asaf Bey ile kızı Aysel, Kıbrıs’ta kalırlar. Yıllarca evdeki sorunlar yüzünden mutlu olamayan Aysel, 9 yaşında annesiz kalır.
Annesizliğin acısını yaşayan Aysel’e yengesi Nahide Hanım sahip çıkar. Hiç çocukları olmayan Nahide Hanım ile amcası Osman Bey, Aysel’in herşeyi ile ilgilenirler. Bu arada baba Asaf Bey, kızının güzel sesi ile kendi kemanını birleştirerek konserler vermeye başlar ve Aysel okuldan uzaklaşır. Sahne tozu yutarak büyüyen Aysel için şarkı söylemek çok doğal bir olaydır. Tüm hazırlıklar gerçekleştirilerek, duyurular yapılarak Küçük Aysel, ilk kez 9 yaşında Beliğ Paşa Sineması’nda sahne alır. Sonuç harikadır. Lefkoşalılar bu küçücük çocuktan çıkan inanılmaz sese hayran kalırlar. Küçük Aysel gösterilen sevgi seli ile bulutların üstünde uçar. Baba Asaf Bey gördükleri ilgi karşısında, konserlere devam kararı alır. Ada genelinde bir konser turuna çıkan Küçük Aysel ile babası her gittikleri yerde coşkuyla karşılaşırlar. Sahnenin büyülü havasına kapılan Küçük Aysel, çok mutludur, tek mutsuzluğu arkadaşsız olmasıdır...
Küçük Aysel , ününe ün katarak bir konserden öbürüne koşarken, bazı gazeteciler bundan rahatsızlık duyar. Bu yaştaki bir çocuğun sahnede değil okulda olması gerektiği üzerine yazılan yazılar sonucunda, devlet olaya el atar ve Küçük Aysel okuluna geri döner. Okuluna dönmekten mutlu olan Aysel, yaşadıkları sonucunda mutsuz olur. Çünkü anneler kızlarının Aysel ile oyun oynamasına izin vermezler. Kötü yakıştırmalarla kızların Aysel’den uzaklaşması Küçük Aysel’i çok üzer. Sahneye çıkmanın kötü yanı olabileceğine inanamayan Küçük Aysel, erkek çocuklarla oyunlar oynar. Çok rahat ve serbest yetiştirilen Küçük Aysel, okul döneminde ayda bir okulundaki fakir çocuklar için konserler vermeye başlar. Elde edilen gelirle fakir çocukları giydiren ve doyuran okul idaresi, Küçük Aysel’e de yaptığı katkı dolayısıyla bir bilezik armağan eder.
Okul dönemi eğitimine, tatillerde de konserlere devam eden Küçük Aysel, ilkokul 4 bittiğinde Adana’da yapılan bir ses yarışmasına katılır. Mustafa Sağyaşar ile birlikte ikinci geldiği yarışmanın ardından Asaf Bey kızını Ankara Radyosunun sınavlarına götürür. Ancak eğitimi yeterli olmadığı için sınavı kazandığı halde Radyoya kabul edilmeyen Küçük Aysel, eğitimin önemini o zaman kavrar.
Türkiye’de kalmayı başaramayan Küçük Aysel, geri Kıbrıs’a döner. Kıbrıs’ta konserlerine devam eden Küçük Aysel, kendine tek hedef koymuştu o da para biriktirip gidip Türkiye’de müzik eğitimi almak. Babasının olmadığı zamanlarda bile sazendeleriyle birlikte konserlere gitmeye başlayan Küçük Aysel, herkesin sevgilisiydi. Özellikle zengin hanımlar sürekli evlerinde konuk ettikleri küçük Aysel’e kullanmadıkları gösterişli giysilerini ve takılarını, konserlerinde kullanmak üzere verirlerdi. Pahalı elmaslarla ve gözalıcı giysilerle sahneye çıkan Küçük Aysel’i izlemeye gelen bu hanımlar, özel localarda konserlerin keyfini çıkarırdı. Bu dönemlerde annesini çok arayan Aysel, hayatı boyunca hep anne özlemi ile büyür. Sahnede giydiği ilk kostümü diken Ülviye Hanım’ı hiç unutmayan Küçük Aysel, kendi kendine yetmeyi de öğrenir küçük yaşta.
Konserlerinin ilk yıllarında adaya gelen ünlü sanatçı Münir Nurettin Selçuk’la olan anısını hiç unutmayan Küçük Aysel, aldığı teklifi reddetmesini de hayatının kaybı olarak görüyor hala. Küçük Aysel’i dinlemye gelen Münir Nurettin Selçuk, sesine hayran olduğu Aysel’i alarak Türkiye’ye götürmek ister ancak yaşı küçük olan Aysel babasından ayrılmayı redderken baba Asaf Bey de biricik kızını vermeyi kabul etmez ve Küçük Aysel, ‘’hayatımın şansı’’ dediği bu teklifi yitirir.
Çocukluğunu yaşayamadan, bebekleriyle oynayamadan, sahnede büyüyen Küçük Aysel, konserden konsere koşarken 13 yaşına gelir. Genç kızlığa adım attığı bu günlerde bir konserinde yaşanan izdiham sonucu yaralanan genç bir adam Küçük Aysel’in hayatını değiştirir. Küçük Aysel’in hayranı olan ve hiçbir konseri kaçırmayan bu genç adamın yaralanmasından çok etkilenen Küçük Aysel, delikanlının evlenme teklifini kabul eder. 13 yaşında ailesinin de rızası ile evlenen Küçük Aysel’in sahne hayatı ve eğitim düşleri sona erer. Çünkü eşi Küçük Aysel’e sahneye çıkma izni vermez. Yaşı küçük olduğu için nikahı da kıyılamayacak olan Küçük Aysel, yıllar önce ölen kendinden 5 yaş büyük ablası Kamuran’ın kimliği ile evlenir. Herşeyi küçük yaşta yapan Aysel, ilk çocuğunu da 14 yaşında dünyaya getirir. Henüz kendi çocuk olan Aysel, kızı ile bebek oynar gibi ilgilenir. Yengesi Nahide Hanım, yine Aysel’in imdadına koşarak en büyük yardımcısı olur. Kızının ardından 3 de oğlu olan Aysel, ev hanımlığına iyice alışır. Kendi oğullarını büyütürken, kızına da yengesi sahip çıkar.
Çocuklarının sahneden daha ağır bastığını dolayısıyla sahneyi özlemediğini söyleyen Küçük Aysel, kendi annesizliğinin acısını çocuklarına yaşatmak istemez ve çocuklarından uzak kalacağı sahneyi hiç düşünmez.. O dönemde ortaya çıkan müzisyenlerin kendi solistleri olduğunu da anlatan Aysel Bağdadi, o dönemlerin Mustafa Kenan, Zeki Taner ve Hatice Söğüt’ün sahne aldığı yıllar olduğunu belirtiyor.
Aradan geçen yıllar sonucunda Küçük Aysel’in sesini bilen ve özleyen tanıdıkları Aysel’in sesini duymak ister. Televizyonun tek tük olduğu Kıbrıs’ta ağırlıklı olarak radyo yayınları dinlenir. Eski dostlarından olan öğretmen Suphi Bey, bir gün kapılarını çalarak Küçük Aysel’i Atalasa Radyo Korporasyonundaki programına dahil etmek istediğini söyler.
Eşinin de rızasını alarak tekrar mikrofonu eline alan Küçük Aysel, 1957’den 1963’e kadar haftanın bir gecesi Atalasa Radyosunda piyanist Şivane Hanım ve keman sanatçısı eşi ile solo konserler verir. Yıllar sonra tekrar sanatına geri dönen Küçük Aysel, ailesine de maddi katkıda bulunur. Bu dönemde Kıbrıs’a gelerek sanata katkı koymaya çalışan sanatçı Nusret Ersöz, Suphi Bey’in organize ettiği bir ses yarışmasında jüri üyesi olur. Kıbrıs’ta ilk kez düzenlenen ses yarışmasına kocasının izni ile katılan Küçük Aysel, yarışmaya katılan tek kadındır. Erkekleri eleyerek Kıbrıs’ın Ses Kraliçeliğini kazanan Küçük Aysel, yarışmanın ardından Nusret Ersöz’den sanat müziği dersleri almaya başlar. Ekrem Güher’den de dersler alan Küçük Aysel, pek çok ünlü sanatçıdan eğitim aldığını iftiharla vurguluyor.
1963 olaylarının patlak vermesi ile birlikte 6 yılın ardından radyo konserleri sona eren Küçük Aysel, savaşın çok kötü anılar bıraktığını anlatıyor. 63 olayları başlar başlamaz, parçacı olan kocasının, Üner Ulutuğ, Hilmi Özen ve Kemal Tunç’la birlikte Tekke Bahçesi’nde Bayrak Radyosu’nu kurduklarını anlatan Küçük Aysel, Üner Ulutuğ’un isteği ile kendisinin de telefon ahizesinden yapılan ilk mikrofondan‘’burası Bayrak’’ anonsunu yaptığını belirtiyor. Anonserliğin yanında bir süre sonra Osman Karabulut ile canlı müzikler yayınlamaya başladıklarını anlatan Küçük Aysel, Bayrak Radyosu’nun ilk elemanlarından olmanın gururunu taşıdığını ancak ilgililerin kendisini bugüne kadar hiç hatırlamadığını sitemle vurguluyor. Daha sonraları Kıbrıs’ta yoksullukla geçen dönemde şehit çocukları ve hasta insanlara yardım amaçlı konserlere katılan Küçük Aysel, müzikte sadece konserlerle var olur.
Küçük Aysel’in, 1974 yılına kadar konserlerle devam eden müzik hayatının yoğun dönemi “İlk Sahne” tiyatrosu sahiplerinin ısrarı ile başlar. Tiyatro sanatçısı Lale Oraloğlu ile tiyatroyu Kıbrıslılara sevdirmeye çalışan işletmeciler, bunu başaramayınca zararlarını karşılamak için Küçük Aysel’in iş yapabileceğini düşünürler. Küçük Aysel, gelen ısrarlı ricaları kıramaz ve sahneye çıkar. İşletmecilerin düşündüğü olur ve Küçük Aysel doldurduğu salon ile ‘’İlk Sahne’’nin batmasını önler. İstanbul Sineması’nda gerçekleşen konser ile Küçük Aysel, Lefkoşalılar için yeniden sahnelere döner. Ancak maddi kazanç elde ettiği konserlerden çok, hayır amaçlı konserlere çıkar Aysel Hanım. Haftada bir Mücahitler Parkı’nda subay eşleri ve askerler için konserler verir. Fazıl Polat Paşa’nın da hayranlıkla izlemeye geldiği konserlerini ücretsiz verir Küçük Aysel. Atatürk’ü Anma Geceleri ve hayır amaçlı konserlerin vazgeçilmez solisti olan Küçük Aysel, 1974’e kadar konserlerine devam eder. 74’den sonra büyüyen çocuklarının gösterdiği tepki sonucunda sahnelere veda eder Küçük Aysel.
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur misali sahneyi bırakmasının ardından unutulduğunu anlatan Küçük Aysel, yıllar sonra 1998’de Genç TV’nin organizasyonu ile Müzeyyen Senar’la birlikte onur ödülü aldığını ve hatırlandığını anlatıyor buruk bir şekilde. Konserlerine devlet büyüklerinin gereken ilgiyi göstermediğini vurgulayan Küçük Aysel, Kıbrıslı sanatçılara gereken değerin verilmediğinden yakınıyor. Her şarkı söyleyenin de sanatçı olmadığını ifade eden Aysel Bağdadi, piyasada anlamsız şarkılar olduğunu ve her şarkı söyleyenin kendini sanatçı sandığını söylüyor. Sanat müziğinin güzelliğinin hiçbir müzik dalında olmadığını vurgulayan Aysel Hanım, sanatçı olmak için sağlam temeli olan bir eğitim alınmasının şart olduğuna dikkat çekiyor.
74’ün ardından sahne hayatının tamamen bittiğini anlatan Küçük Aysel, arada sadece kıramadığı dostlarının hatırına, yardım amaçlı faaliyetlerde sahne aldığını ifade ediyor. Son yıllarda Aydın Hikmet’in düzenlediği konserlerde konuk sanatçı olarak yer alan Aysel Bağdadi, Kıbrıslı sanatçıların daha çok hatırlanmasını arzuluyor.
Küçük Aysel, sahnelere veda etmesinin ardından Türkiye’de yaşanan küçük şarkıcı furyasının tamamen maddi amaçlı olduğunu, kendinin sahneye çıktığı yıllarda ise böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anlatıyor. Halkın Küçük Aysel’i çok sevdiğini ama kendisinin bu nedenle çok büyük bedel ödediğini ifade eden Aysel Hanım, hiç kız arkadaşı olmadığını ve çarşafların giyildiği o yıllarda kötü görüldüğünü anlatarak, Kıbrıs’ın ilk kadın sanatçısı olarak hakkettiği noktada bulunmadığını, devlet sanatçılığı ünvanına layık bulunmadığını üzülerek ifade ediyor. Özellikle Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın kendisini izlemeye, dinlemeye gelmesini ve Türkiyeli sanatçıların fotoğrafını çektiği gibi kendi fotoğrafını da çekmesini arzu ettiğini ancak bunun hiç gerçekleşmediğini söylüyor Aysel Bağdadi.
Şimdilerde evinde el işleri yaparak vakit geçiren Aysel Bağdadi, eski Lefkoşa’ya ve o dönemde yaşanan ilişkilere özlem duyuyor hep. Geçmiş yılların insan ilişkilerinin daha güzel olduğunu vurgulayan Aysel Hanım, her Cuma günü eski yaşadığı yerlere nostaljik bir gezi yaparak eski günlerini anıyor. Kendini bir Lefkoşa aşığı olarak tanımlayan Aysel Bağdadi, eski geleneklerin artık yokolduğunu bayramların bile aile birliğini sağlamadığını anlatıyor. Her bayram kendi ailesinin biraraya geldiğini bunun kendini çok mutlu ettiğini ifade eden Aysel Bağdadi, eşi, çocukları ve torunları ile çok mutlu olduğunu vurguluyor. Çocuklarının ve torunlarının herşeyin üstünde olduğunu ifade eden Aysel Hanım, 5 torununun kendisine hayat verdiğini belirtiyor.
Kıbrıs sanat dünyasının Afife Jale’si olarak tanımlayabileceğimiz Küçük Aysel, kaset ve plak yapmadan bugüne ulaşabilen ender sanatçılarımızdan. ‘’Küçük Aysel’den Şarkılar’’ anonsu ile zaman zaman komşu radyo kanallarında bizlere nostalji yaşatan Aysel Bağdadi, Kıbrıs Türk kadını ve Kıbrıs Türk kadın sanatçıları için tarihimizde yerini almış bir temsilci. Eski Lefkoşa’dan unutulmayacak hoş bir meltem Küçük Aysel.

Emine Beton
O bir eğitimci. Yıllarını, çocuklarımıza adamış, eğitim ordusunun başarılı bir neferi Emine Beton. Anneden öte, çocukların hayatında etkili olan ve onların geleceğine yön veren başarılı eğitimcilerimizden biri Emine Beton. 20 Haziran 1951 yılının bir Perşembe gecesi şu anda yaşadığı evde dünyaya gelen Emine Işık, ailesinin birinci kızı. Biri erkek 2’si kız 3 çocuklu Aksoy ailesinin ortanca kızıdır Emine. Pastane sahibi Mehmet Emin Aksoy ile ev hanımı İnayet Hanım’ın üç çocuğundan biridir Emine. Annesi İnayet Hanım’ın yeni ve eski isim merakı ile iki isim sahibi olsa da Emine’nin ikinci ismini kimseler bilmez. Tüm çocuklarına iki isim veren İnayet Hanım, isim konusunda tercihi çocuklarının yapmasını hedeflemiş. Sessiz sakin bir çocuk olan Emine, mutlu bir çocukluk geçirir. Eski Lefkoşa’nın bahçeli evlerinden birinde büyüyen Emine, bahçede oynamayı çok sever. 50’li yılların sığınaklara çağıran siren sesleri kulaklarında çınlasa da çocukluğun masum ve güzel dünyasında yaşar Emine. Henüz 5 yaşındayken annesinin katıldığı dikiş-nakış kursunun yıl sonu defilesine çıkan Emine, podyumda önüne düşen şapka yüzünden çok utanır ve yıllarca bunu unutmaz. Köşklüçiftlik ilkokulunda okula başlayan Emine sessiz ama faal bir öğrenci olur. Folklordan izciliğe tüm sosyal etkinliklerin içinde yeralan Emine, izcilik için şart olan çalışmaları da yürütür. Elinde izci karnesi insanlara yardım eden Emine, komşuların bahçelerini sulayıp onlara yardım ettikten sonra, karnesini imzalatır mutlulukla. İlkokul sıralarında, Polis örgütünün düzenlediği resim yarışmasında ödül alan Emine, el işlerine oldukça yatkındır.
Ev ekonomisi derslerini çok seven Emine, okulda düzenlenen bu etkinliklerin şimdiki öğrencilere verilmemesini bir kayıp olarak görüyor. İlkokul 5 ve 6. sınıfta hocası olan Tuncer Hasan’ın olaylar sırasında şehit olması Emine’nin hayatı boyunca unutamayacağı acı bir hatırası olur.
İlkokulun ardından ailesinin yönlendirmesi ile İngiliz Okulu’nda eğitim almak için sınava giren Emine, yüzlerce öğrenci arasından 2.likle okula girmeye hak kazanır. 1963 Eylül’ünde Rum tarafında bulunan okuluna gidip gelmeye başlayan Emine, 63 Aralığında yaşanan Türk-Rum çatışmaları sonunda okuluna devam edemez. Artık Rum tarafına geçmek Türkler için imkansızdır. Okulların kapalı kaldığı 3 ayın ardından, Türk tarafında açılan İngiliz Kolejine devam eden Emine Aksoy, ilkokuldaki gibi faal bir öğrenci olmaya devam eder. Daha sonraları adı Türk Maarif Koleji olarak değiştirilen İngiliz okulu evlerden getirilen masalar sandalyeler ve çeşitli malzemelerle donatılırken, öğretmen kadrosu da başka dairelerde çalışan memurlardan ve gönüllü öğretmenlerden oluşturulur.
O günlerde toplam 135 öğrencisi olan İngiliz okulunda da başarılı bir öğrenci olan Emine Aksoy, resme olan yeteneği ile öne çıkar. Paris’te düzenlenen bir yarışmada ödül de alan Emine, üniversite hedefini iç mimarlık olarak koyar. Tiyatroların ve sosyal faaliyetlerin öne çıkan öğrencilerinden olan Emine Aksoy, koleji bitirdiğinde tüm sınavlarını başararak üniversite eğitimi için İngiltere’ye gitmeye hazırdır. Ancak Aksoy ailesi, kızlarının kendilerinden uzak tek başına İngiltere’ye gitmesine rıza göstermez. Tüm hayalleri yıkılan Emine, yine de üniversite okumaya kararlıdır. Evde oturduğu bu dönemde, ODTÜ’de Kimya Fakültesi öğrencisi olan Hüdaverdi Beton’la nişanlanan Emine Aksoy için, üniversite yolu da açılır.
1 yıl boyunca tekrar sınavlara hazırlanan Emine Aksoy, 1970’de nişanlısının da eğitim gördüğü Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni kazanır. Hüdaverdi Beton’la nikahlanan Emine Aksoy, eşi ile birlikte Ankara’ya gider. Çok isteyerek gitse de Ankara’nın farklı ortamına alışmakta zorlanan Emine Hanım, iki hafta sonra Kıbrıs’a dönmeyi düşünür. Kalabalıkların içinde kendini çok yalnız hisseden Emine Beton, Hüdaverdi Bey’in de desteği ile Ankara’da kalır. Ancak o dönemde patlak veren öğrenci olayları sonucu okulu5-6 ay kapanınca Emine Hanım soluğu Kıbrıs’ta alır. 6 aylık aranın ardından tekrar okuluna dönen Emine Beton, resimden tamamen farklı bir alana toplumbilimi ve ekonomiye yönelir. Resim ilgisi devam etse de Emine Beton ekonomiyi de sever. Eğitiminin 3. yılında okulunu tamamlayan eşi Hüdaverdi Bey, İngiltere’ye gidince Emine Hanım, Ankara’da yalnız kalır. Yalnız geçirdiği 2 yılda Kıbrıs’ta uygun meslek olarak gördüğü öğretmenlik için pedagoji eğitimi de alan Emine Hanım, 1974 yılında mezun olur. Ekonomiye olan ilgisi ile işletme masteri yapmaya hazırlanan Emine Beton, bir de fakültenin asistanlık sınavlarını kazanır. Eğitimine Türkiye’de devam kararı alan Emine Hanım’ın planları, Kıbrıs’ta yaşanan Barış Harekatı sonrasında değişir. Çünkü yeni oluşturulan Türk idaresinde yetişmiş elemana ihtiyaç duyan yetkililer, eğitimini tamamlamış gençlere Kıbrıs’a dönüş için çağrıda bulunurlar. Bu çağrılar sonucunda asistanlığı iptal edilen Emine Hanım, masterini de dondurarak eşi ile birlikte Kıbrıs’a döner.
Adaya dönüşünde bu sefer de Kıbrıs’ta bunalıma giren Emine Hanım, bir süre sonra ülkesine alışır. 1974 yılında yıllarca nikahlı kaldığı Hüdaverdi Beton’la evlenerek dünyaevine girer Emine Hanım. Yeni oluşturulan devlet yapısı içinde açılan münhallerden en uygun olarak öğretmenliği gören Emine Hanım, öğretmen olmak için başvurur. Bir yıl boyunca başvurusuna cevap alamayan Emine Hanım, bu süre zarfında ev hanımı olur ve 12 Eylül 1975’de oğlu Süha’yı dünyaya getirir.
Oğlu 12 günlükken Türk Maarif Koleji’ne öğretmen olarak çağrılan Emine Beton, çocuğunu annesine bırakarak göreve başlar.
Mezun olduğu okula öğretmen olarak dönmek, öğretmenleriyle meslektaş olmak, farklı duygular uyandırır Emine Hanım’da. Yıllarca öğrencisi olduğu öğretmenlerinden yeni göreve başladığı dönemde büyük destek gördüğünü anlatan Emine Beton, kendi okulunda öğretmen olmanın kendisini çok mutlu ettiğini vurguluyor. İlk olarak lise son sınıf öğrencilerine derse giren Emine Beton, kendinden yaşça küçük olan ancak öğrenciliğinden tanıdığı arkadaşlarına öğretmen olmanın çok ilginç olduğunu anlatıyor. Öğretmenliğe başladığı dönemde 32 fiili ders saati çalıştıklarını, ek derslere girdiklerini ve hafta sonları da sosyal faaliyetlere katıldıklarını ifade eden Emine Hanım, şimdiki öğretmenlerin çok rahat bir çalışma ortamında olduklarını belirtiyor.
Öğretmenliğe başlamasının ardından, 1976 yılında, oğlunun doğum gününe 2 gün kala, çok sevdiği babasını İngiltere dönüşü, bir uçak kazasında kaybeden Emine Beton, hayatının en acı olaylarından birini yaşar. Babasının ölümü ile yıllarca ev hanımlığı yapan annesi işleri yürütmek için iş hayatına atılınca ailenin düzeni değişir. Hüdaverdi Beton, kayınvalidesine daha çok destek olmaya çalışırken, Emine Hanım da hem oğlu hem işiyle ilgilenir.
Çok disiplinli bir insan olan ve bu ağırlığını işine de yansıtan Emine Hanım, idari işlere olan yatkınlığı dolayısıyla Türk Maarif Koleji’nin o dönemde müdürü olan Şinasi Tekman’ın dikkatini çeker. İlk olarak Emine Hanım’ı disiplin kurulunda görevlendiren Şinasi Bey, bazı idari işleri de Emine Beton’a devreder. Çalışmaktan hiç şikayetçi olmayan Emine Beton, kısa sürede bu yoğun tempoya alışır.
26 Temmuz 1980’de ikinci kez anne olarak kızı Seda’yı dünyaya getiren Emine Beton’un iş temposu da giderek artar. Öğretmenlikle idari görevleri birlikte yürüten Emine Hanım, Şinasi Bey’in teşvikiyle müdür muavinliği için, bu dönemde 3 kez başvuruda bulunur. 1987 yılında oğlununun kolej sınavlarına hazırlanması döneminde yaşadıkları üzücü olay Beton ailesi için çok yıkıcı olur. Aniden rahatsızlanan eşi Hüdaverdi Beton’un tedavisi için İngiltere’ye giden Emine Hanım için yaşanan süreç acı dolu olur. Tüm uğraşlara karşın tedavisi başarılı olamayan Hüdaverdi Bey, yaşadıkları acı dolu bir buçuk yılın ardından 1988’de hayata veda eder.
2 küçük çocuğu ile tek başına kalan Emine Hanım, yaşam mücadelesinde yalnızdır artık. 12 yaşındaki oğlu ve 8 yaşındaki kızı ile yalnız kalan Emine Beton, hayata daha sıkı sarılır. Eşinin ölümünün ardından kısa bir süre sonra 3. kez girdiği muavinlik sınavında başarılı olan Emine Beton, 1988’de öğretmenlikten muavinliğe geçer. Ancak görev yaptığı okulda boş kadro bulunmaması nedeniyle Bayraktar Türk Maarif Koleji’ne atanan Emine Beton, görev yeri değiştiği için mutlu olmasa da yeni görevini başarıyla yürütür. 5 ay gibi kısa bir sürenin ardından da tekrar eski okuluna atanır. 2 yıl boyunca Maarif Koleji’nde 4 müdür muavininden biri olarak görev yapan Emine Beton 1990 yılında baş muavin olur. Bu dönemde CASP bursu ile 1 aylık idarecilik ve iletişim eğitimi için Amerika’ya giden Emine Hanım, idarecilikte hep daha iyi olmayı hedefler.
İnsanları çok sevdiğini, öğretmenliği de bu nedenle seçtiğini anlatan Emine Beton, öğretmenlikte, direkt olarak öğrenciyle karşı karşıya olunduğu için öğrencinin öğretmenden çekindiğini ifade ediyor. Göreve başladığı ilk yıllardan itibaren okulda disiplin kurulunda çeşitli görevleri yürütmesinin, öğrencileriyle arasına bir mesafe koyduğunu belirten Emine Hanım, hiçbir dönemde cezadan yana olmadığını vurguluyor.
Yürüttüğü görevler gereği öğrencilerinin kendisinden çekindiklerini anlatan Emine Hanım, öğrencilerin idarecileri korkulacak merciler olarak algıladıklarına dikkat çekiyor.
1993 yılında vekaleten Maarif Koleji Müdürlüğü’ne atanan Emine Beton, bu dönemde, okulunun başarısı için uğraş verir. Müdürlüğü döneminde, okul-veli ve öğrenci ilişkilerini en iyi düzeye çıkarmayı hedefleyen Emine Hanım, öğrencileri ve öğretmenleriyle birlikte çeşitli başarılara imza atar. Müdürlük görevini yürütürken, içinde uhde kalan master eğitimi için Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne devam eden Emine Beton, öğrencilerle aynı sıralara oturduğu zaman öğrencilerini daha iyi anladığını vurguluyor. Kuzey Kıbrıs’ın en başarılı okullarından olan Türk Maarif Koleji’nde 8 yıl boyunca müdürlük yapan Emine Beton’un adı okuluyla bütünleşmiş. Kadınlar arasında yaygın bir meslek olan öğretmenlikte ve aynı okulda yürüttüğü idarecilikte en iyi olmayı başaran Emine Hanım, TMK’daki 26 yılın ardından 2001 yılında, ilk kez bir kadın müdürün uygun görüldüğü Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı, Orta Öğretim Dairesi Müdürlüğü görevine atanır.
Bir ilke imza atarak Orta Öğretimin ilk kadın müdürü olan Emine Beton, Kıbrıs Türk kadınlarını görmeyi arzuladığımız başarılı noktalardan birinde görev yapıyor.
2 Ağustos 2001 yılında Orta Öğretim Dairesi Müdürlüğü’ne başlayan Emine Beton, karar mekanizmalarında kadınların her zaman yer almasından yana. Kadınların da erkeklerle aynı kapasitede olduğunu vurgulayan Emine Beton, 26 yıllık çalışmanın ardından bulunduğu noktayı hakediyor.
15 bin öğrenci ve 1500 çalışan kadrosu ile hayli kalabalık bir müdürlük olan Orta Öğretim Müdürlüğü’nün adadaki tüm okullara her konuda hizmet vermeye çalıştığını anlatan Emine Beton, zaman zaman kendilerine 24 saatin yetmediğinden yakınıyor. Orta Öğretimde, Türkiye’ye paralel bir eğitim yürütüldüğünü anlatan Emine Hanım, bunun yanında yurt dışı eğitimi için de müfredat uygulandığını belirtiyor. Ülkemizde mesleki teknik eğitime veliler tarafından gereken önemin verilmediğine dikkat çeken Emine Beton, bu nedenle ülkemizde ara eleman ihtiyacı yaşandığını vurguluyor. Geçmişle kıyaslandığında şimdiki öğrencilerde hedef kaybı olduğunu belirten Emine Hanım, ailelere çağrıda bulunarak çocuklarını küçük yaşlardan yönlendirmeleri gerektiğini ifade ediyor. Okullarda öğrencilerin sağlıklı kararlar verebilmesi için rehberlik hizmetlerini artırmayı hedeflediklerini söyleyen Emine Beton, eğitim sisteminin geliştirilmesi gerektiğini vurguluyor.
Kuzey Kıbrıs’ta son yıllarda yaygın olarak eğitim düşüklüğünden bahsedildiğinden ancak bunun gerçekçi olmadığını ifade eden Emine Beton, eğitim için Türkiye’ye gidişin azaldığını ancak yüksek eğitim oranının devam ettiğini belirtiyor. Hedef koyan çocukların her dönemde başarılı olduğunu belirten Emine Beton, gençlerin kendilerine hedef koymasını istedi.
Çocuklarımızın geleceğimizi oluşturacağına dikkat çeken Emine Hanım, onları ihmal etmemek gerektiğini anlatıyor. Orta Öğretim Dairesi olarak, zaman zaman öğretmen sıkıntısı çektiklerini belirten Emine Hanım, öğretmenliğin fedakarlık isteyen, malzemesi insan olan bir meslek olduğunu ve buna göre görev yapılması gerektiğini vurguluyor. İmkanları elverdiğince tüm okulların sorunlarını gidermeye çalıştıklarını ancak herşeyin devletten beklenmemesi gerektiğini söyleyen Emine Beton, kırsal ve kentsel kesim eğitiminde varolan farklılıkları gidermeyi hedeflediklerini anlatıyor.
Tam bir işkolik olan Emine Hanım, tek başına büyüttüğü çocuklarını istediği gibi yetiştirebilmenin gururunu yaşıyor. Tıp fakültesinde ihtisas yapan oğlu Süha ve dişçilik fakültesinde eğitimine devam eden kızı Seda, Emine Hanım için en büyük armağan. Annesinin büyük desteği ile büyüttüğü çocuklarına, öğrencilerine olduğu kadar sabırlı olmayı başaramadığını anlatan Emine Beton, çocuklarının kendisini hiç üzmediğini vurguluyor.
Ender zamanlarda biraraya gelebildiği çocukları için mutfağa giren Emine Hanım, farklı yemekler yaratmayı seviyor......
En sevdiği hobilerinden olan el işlerini, dikiş-nakışı artık eline alamadığını ifade eden Emine Beton, boş vakit bulabildiği takdirde, lisanı kaybetmemek adına ingilizce kitap okuduğunu anlatıyor. Seyahati çok sevdiğini söyleyen Emine Hanım, bu hobisi sayesinde dünyayı dolaştığını belirtiyor. Bir zamanlar en sevdiği uğraşı olan resime ise zaman ayıramıyor Emine Hanım. Ancak kullandığı mobilyaları tasarlayarak, çizimdeki yaratıcılığını kullanmaktan zevk alıyor.
Dünyaya tekrar gelse yine eğitimci olmayı tercih edeceğini söyleyen Emine Beton, hammaddesi insan olan öğretmenlik mesleğini ve çocukları çok sevdiğini vurguluyor. Okumanın kendisi için vazgeçilmez olduğunu ifade eden Emine Hanım, okumanın yaşı olmadığına da dikkat çekiyor.
Başarısını kendi yaratan, iş disiplininden ödün vermeden bugünlere ulaşan Emine Beton, Kıbrıs Türk kadını için örnek alınacak bir isim. Mesleğinin zirvesinde görevini başarıyla yürüten Emine Hanım, karar mekanizmalarının her aşamasında kadınların da varolabileceğinin en güzel kanıtı.

Ruhsan Tuğyan
Erkek egemen bir toplumda ve daha da önemlisi erkek egemen bir politikada kendine yer bulmuş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk iki kadın milletvekilinden biridir Dr. Ruhsan Tuğyan. Kıbrıs Türk kadınının her alanda varolabileceğinin en büyük kanıtı olan Ruhsan Hanım, siyasi tarihimizin başarılı kadınları arasına ismini yazdıran ilk kadın vekillerimizden. 27 Ekim 1948’de Baf’ın Görmeli köyünde dünyaya gelen Ruhsan, Zayimoğlu ailesinin en büyük çocuğu. 5 kız 1 erkek, 6 kardeşin en büyüğü olan Ruhsan, çocukça yaşayamadan büyür. Evin en büyüğü olmak her zaman sorumluluk yükler Ruhsan’a. Ev hanımı Cihan Hanım ile memur Hayrettin Zayimoğlu’nun en büyük hayali çocuklarının tümünü okutmaktır. Komşulukların en güzelinin yaşandığı Türk köyü Göreme’de peşpeşe dünyaya gelen kardeşlerinin doğumunu hatırlayan Ruhsan, hep abla olarak büyür. Çocuklarının büyümesi ile birlikte, onları okutmak için şehre gitmesi gerektiğini düşünen baba Hayrettin Bey, memuriyete başvurur. Memuriyete kabul edilen Hayrettin Bey’in ilk tayin yeri Lefkoşa Kaza Mahkemesi olur. Köyden ayrılan Hayrettin Bey ve ailesi, Lefkoşa’da Tanzimat sokağa yerleşir. Ermeni ve Rum komşular arasında, Rumcayı da öğrenerek büyüyen Ruhsan, sokak çatışmalarının yaşandığı 1955’li yıllarda bile, komşularının dostluğunu görür hep.
Okula, Lefkoşa’daki Atatürk ilkokulunda başlayan Ruhsan, çalışkanlığı ve okumaya olan aşırı düşkünlüğü ile dikkat çeker. 2. sınıfa geldiğinde babasının tayini sonucunda Larnaka’ya giden Ruhsan, orda da Atatürk ilkokuluna devam eder.
Aynı ismi taşıyan okullarda eğitimini sürdüren Ruhsan, tüm sosyal faaliyetlerin de içindedir. Müziğe ve resme yetenekli olan Ruhsan için her ikisi de vazgeçilmezdir. Resim yapmak için otlar ve tebeşirlerden boya üreten Ruhsan, mandolin derslerinde de başarılıdır. İlkokul sıralarında verdikleri mandolin konserleri halktan büyük ilgi görür.
İlkokulun ardından ortaokul için, Mağusa’da yaşayan anneannesinin yanına gider Ruhsan. Namık Kemal Lisesi’ne ikincilikle giren Ruhsan, kendini kısa sürede kanıtlar. İlk müzik dersinde okul korosuna seçilir. Resimde Ali Atakan’dan dersler alan Ruhsan’ın resimleri için her sergide özel bir köşe ayrılır. Ruhsan, orta sona geldiğinde Kıbrıs’ta kanlı 63 olayları yaşanır. Çatışmalar yüzünden okulu tatil edilince Ruhsan Larnaka’daki ailesinin yanına döner. Ortaokulu Larnaka’da bitiren Ruhsan, lise için tekrar Mağusa’ya döner. 63’ten sonra artarak devam eden olaylar nedeniyle, eğitime Gazi ilkokulunda devam eden Namık Kemal Lisesi’nin çalışkan öğrencisi Ruhsan, geceleri mevzide nöbet tutup sabahleyin de okula gelen erkek arkadaşlarından çok etkilenir.
Derslerini bir gün bile aksatmayan Ruhsan, sınıfının en başarılı öğrencileri arasında olur hep. Hocalarıyla diyaloğu çok iyi olan Ruhsan, tiyatrodan folklora her faaliyetin de içinde olur. Çocukluğundan lise sona kadar pek çok mesleği tercih etmeye karar veren Ruhsan Zayimoğlu, lise sonda tıp okumaya karar verir.
12 yaşından itibaren ailesinden uzak olsa da ada dışına hiç çıkmayan Ruhsan Zayimoğlu, 3 günlük vapur yolculuğu sonunda İstanbul’a varır. İstanbul’da 3 fakültenin sınavına girerek 3’ünü de kazanan Ruhsan, İstanbul Tıp Fakültesi’nde karar kılar. Filmlerden bildiği İstanbul’da arkadaşlarının da yardımıyla yurda yerleşen Ruhsan, 5 yıl aynı yurtta kalır.
Tüm öğrencilik yaşamında olduğu gibi tıp fakültesinde de başarılı bir çizgi yakalar Ruhsan. Yardımsever dost canlısı yapısıyla kendine kısa sürede geniş bir arkadaş çevresi edinen Ruhsan, boş zamanlarında arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’un zengin kültür ortamından geri kalmaz. Müzik, sinema, tiyatro gibi etkinliklerin vazgeçilmez izleyicisi olan Ruhsan, İstanbul’u çok sever. Ruhsan Zayimoğlu’nun lisede aynı sınıfta okuduğu erkek arkadaşları, öğrenciliğinin 3. yılında Kıbrıs’ta askerliklerini bitirip Türkiye’ye eğitime gelirler. Eski arkadaşlarıyla buluşmak çok mutlu eder Ruhsan’ı. Eski arkadaşlarından Hüseyin Tuğyan’la da görüşmeye başlayan Ruhsan’ın hayatında yeni bir sayfa açılır. Yıllardır birbirlerini tanıyan iki genç kısa bir arkadaşlıktan sonra nişanlanmaya karar verirler. 15 Temmuz 1972’de aile arasında nişanlanan Ruhsan Hanım İle Hüseyin Bey, 23 Temmuz’da da nikahlanarak, birlikte İstanbul’a dönerler.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuyan Hüseyin Tuğyan, nikahlısını görebilmek için sık sık onunla birlikte tıp kütüphanesine ders çalışmaya gider. Ruhsan Hanım’ın 2 kızkardeşinin de okumak için İstanbul’a gelmesi üzerine, ailece ev tutarak birlikte kalmaya başlarlar. Bu arada Ruhsan Tuğyan, tıp alanında kendine bir çizgi belirler, stajını göz ve cilt uzmanlığı üzerine yapar.
Takvimler 1974’ü gösterdiğinde Ruhsan Hanım Tıp Fakültesi’nin son sınıfındadır. Kıbrıs’ta ise yıllardır süren Türk-Rum çatışmaları doruk noktasına ulaşır ve 74 Temmuz’unda savaş başlar. Ailesinden uzak savaşı izlemek zorunda kalan ve onlardan hiç haber alamayan Ruhsan Tuğyan, son dönem sınavlarına giremez. Gerilimli ve sıkıntılı geçen savaş günlerinin ardından, Kuzey Kıbrıs’ta kurulan yeni düzenle Ruhsan Hanım’ın da hayatı normale döner. Tekrar derslerine ve okuluna başlayan Ruhsan Tuğyan, bir gün arayla eşi Hüseyin Bey’le birlikte 1974 Şubat’ında, okullarından mezun olurlar.
Geniş çalışma alanına sahip bir ülke olan Türkiye’de kalmayı düşünse de Dr. Ruhsan Tuğyan, ailesiyle yaşadığı acı ve hasret dolu ayrılığın ardından, eşiyle birlikte adaya dönmenin daha doğru olacağına karar verir.
Pratisyen hekim olarak Kıbrıs’a dönen Dr. Ruhsan Tuğyan, kısa sürede kendini Gazimağusa Hastanesi’nde bulur. Çünkü yeni kurulan devlette, yetişmiş personele ihtiyaç vardır.
Kıbrıs’ta yaşamaya başlayan Tuğyan çifti 1974’te planladıkları düğünlerini de 12 Ekim 1975 yılında gerçekleştirerek evlenirler ve yeni bir yaşama başlarlar. Dr. Ruhsan hastanede çalışırken eşi Hüseyin Bey de öğretmenliğe başlar. 3 Ekim 1976’da kızı Tümay’ı dünyaya getirir Dr. Ruhsan Tuğyan. Ancak Ruhsan Hanım, ihtisasını yapamadığı ve pratisyen hekim olarak çalıştığı için mutsuzdur. 3 yıllık çalışmanın ardından Dr. Ruhsan Tuğyan, kararını verir ve kızı ile eşinden ayrı kalmayı göze alarak İstanbul’a ihtisas yapmaya gider. İstanbul Haseki Hastanesi’ndeki ihtisasında cilt ve zührevi hastalıkları tercih eder Ruhsan Hanım. Kıbrıs’ta cilt uzmanı eksikliği Dr. Ruhsan’ın cilt ihtisasını seçmesinde en büyük etkendir. Kızından ve eşinden ayrı zor bir dönem geçiren Dr. Ruhsan Tuğyan, her tatilde kendini Kıbrıs’a atar. Kıbrıs’a gidiş-gelişler ve yoğun çalışmasıyla yorucu bir dönem olan ihtisas yıllarında, kızı Tümay’a anneannesi bakar. Zor geçen 4 yılın sonunda Dr. Ruhsan Hanım, Kıbrıs’a döner. İhtisasının son yılını burslu tamamladığı için, geldiğinin ertesi günü Gazimağusa Hastanesi’nde işe başlar Ruhsan Hanım. Dr. Ruhsan Tuğyan bir yandan hastanede çalışırken bir yandan da kızını büyütür. Bu dönemde özel muayenehanesini de açmaya karar veren Ruhsan Hanım, yine yoğun bir tempoya girer.
Artarak devam eden tempoya ayak uydurmaya çalışan Dr. Ruhsan Hanım, kızı 7 yaşına geldiğinde, büyük bir baskı altına girer. Israrla kendine kardeş isteyen Tümay’ın baskısı sonucu Ruhsan Hanım, 12 Aralık 1983’te oğlu Tutku’yu doğurur. 35 yaşında, eskisinden daha hızlı bir tempoyla yaşamaya başlayan Ruhsan Hanım, tüm zorluklarına rağmen hiç pişman olmamış.
Bir kadın için oldukça yoğun bir tempoda yaşarken, kader, Ruhsan Hanım için yeni yollar çizmektedir aslında. 1990 milletvekilliği genel seçimlerine 1 ay kala, ülkenin en büyük partilerinden Ulusal Birlik Partisi yetkilileri, Dr. Ruhsan Tuğyan’a milletveli adaylığı önerirler. Ruhsan Hanım, adaylık için çok kısa bir süre olduğunu düşünerek, teklifi reddeder. Ancak parti yetkililerinin ısrarları sonucu eşi Hüseyin Bey’in de desteğini alarak, teklifi kabul eder Ruhsan Hanım. Dr. Ruhsan Tuğyan, Ulusal Birlik Partisi’nin kontenjan adayı olarak 9. sırada girdiği seçimi, yoğun bir çalışma sonucunda kazanır. Ada çapındaki seçimlerde Dr. Ruhsan Tuğyan ile Dr. Gülin Sayıner, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk kadın milletvekilleri olurlar.
Dr. Ruhsan Tuğyan, doktorluktan çok farklı, toplumun tamamına karşı sorumluluklar isteyen yeni bir göreve başlar.
Toplumdan ve meclis içerisindeki erkek vekillerden hep olumlu tepkiler alan Ruhsan Hanım, siyasi yaşamı boyunca kahvehanelerden evlere kadar her yerde bulundu. Yeni görevini hakkıyla yerine getirirken eşinden de büyük destek gören Ruhsan Hanım, kendi kendine yeterli olmaya çalışır. Erkek egemen bir toplumda ve özellikle erkek ağırlıklı politikada bir kadının başarılı olmasının zor olduğunu ifade eden Dr. Ruhsan Tuğyan, politikada kadının önünde, görünmese de bir engel olduğunu ve bunu her zaman hissettiğini anlatıyor.
Kadınların önündeki engelleri kaldırmak için meclisteki kadın milletvekili sayısının artırılması gerektiğine dikkat çeken Ruhsan Hanım, bunun da ancak kadınlara tanınacak kota ile mümkün olduğunu ifade ediyor.
Mecliste 2 dönem görev alan Ruhsan Hanım, bazı yasalarda özellikle kadınlar aleyhine olan olumsuzlukları düzeltmek için arkadaşlarıyla yoğun çaba harcar. Özellikle erkekler lehine kazanımları olan Aile Yasası üzerinde bir çalışma başlatan Ruhsan Hanım ile Gülin Hanım, kadın örgütlerinin de desteğini alırlar. Vekilliğinin 2. döneminde Dr. Ruhsan Tuğyan, Demokrat Parti milletvekili Onur Borman ve Toplumcu Kurtuluş Partisi milletvekili Dr. Gülsen Bozkurt’un da desteği ile ilk dönem taslak haline getirilen Aile Yasası’nı kadın örgütleri ve hukukçuların görüşlerini de alarak gündeme getirir. Kadınlar lehine çağdaş kazanımlar getiren yeni Aile Yasası, meclisten oy birliği ile geçer. Yeni yasa ile Kıbrıslı Türk kadınların takdirini kazanan Dr. Ruhsan Tuğyan, aile kavramının daha modern ve eşitlikçi bir yapıya kavuşmasını sağlar.
8 yıl boyunca başarılı bir politik portre çizen Dr. Ruhsan Tuğyan, 1998’de aktif politikadan ayrılır. Politik gücün hala daha erkeklerin elinde olduğuna dikkat çeken Dr. Ruhsan Tuğyan, politikada kadına kota verilmesi taraftarı. Kadın erkek eşitliğinden bahsedilse dahi, zaman içinde erkek lehine bozulan dengenin sağlanması için kadına kota tanınmasının şart olduğunu vurgulayan Ruhsan Hanım, kota uygulamasının İskandinav ülkelerinde başarıyı getirdiğini söylüyor. Toplumumuzda kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için zamana ihtiyaç duyulduğunu belirten Ruhsan Hanım, kadınların görev alma konusunda daha baskıcı olması gerektiğini vurguluyor.
Politikada özellikle çok sayıda doktorun bulunmasını, doktorluk mesleğinin popülaritesine bağlayan Ruhsan Hanım, doktorların politikayı daha iyi yapabileceği için değil daha kolay seçilebilecekleri için partiler tarafından tercih edildiğini söylüyor. İnsanlarla daha yakın temasta oldukları için doktorların bu konuda daha avantajlı olduğunu vurguluyor Dr. Ruhsan Tuğyan.
Politikada hedeflediklerini tamamlayamadığını belirten Ruhsan Hanım, ‘’hedefler bitmez’’ diyerek, aile yasasına uyumlu hale getirilmesi gereken çok sayıda yasa olduğuna dikkat çekiyor. Elindeki çalışmaları anlatabileceğini ve ilgilenen milletvekilerine devredebileceğini belirten Ruhsan Hanım, bu çağrısına yanıt alamadığını da vurguluyor. Dr. Ruhsan Tuğyan, kadınlara karşı ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesinin mecliste kabul edilmesine karşın bu konuda hiçbir çalışma yapılmadığını belirterek, bu sözleşmenin de ülke yasalarına uyumlu hale getirilerek, uygulamaya konulması için, partilerin hemen bir çalışma başlatması gerektiğini ifade etti.
Aktif politikayı bundan sonraki yaşamında düşünmeyeceğini belirten Dr. Ruhsan Tuğyan, 1998’den buyana esas mesleğine dönüş yapmış. Şimdilerde Gazimağusa’daki özel kliniğinde hastalarını kabul eden Dr. Ruhsan Tuğyan, topluma hizmet vermeye devam ediyor.
1981 yılında özel kliniğini açan Dr. Ruhsan Tuğyan, politikada olduğu yıllar hariç, mesleğinden ayrı olmayı hiç düşünmemiş. Politikayı bırakır bırakmaz da yeniden mütehassıslığına devam etmiş.
Bol güneşli bir ada olan Kıbrıs’ta cilt hastalıklarının çok yaygın olduğunu anlatan Dr. Ruhsan Tuğyan, insanların zararlı güneş ışınlarına karşı dikkatli olması gerektiğini vurguluyor. Cilt doktorlarının sahasına giren pek çok vakaya diğer doktorların da müdahale ettiğini bunun da zaman zaman sıkıntı yarattığını belirten Ruhsan Hanım, kesin sonuç için hastanın sonuçta kendilerine müracaat ettiğini vurguluyor.
Cilt hastalıklarının çok çeşitlilik gösterdiğini belirten Ruhsan Hanım, aknelerden cilt kanserine kadar pek çok çeşit hastalık olduğunu, Kıbrıs’ta özellikle mantar ve cilt hastalıklarının yaygın olduğunu vurguluyor. Güneş altında aşırı kalmanın cilt kanserine davetiye çıkardığını söyleyen Ruhsan Hanım, vücudun güneş gören bölgelerinde herhangi bir değişiklik olması halinde kişilerin hemen doktora başvurması gerektiğini anlatıyor. Ülkemizdeki istatiki bilgilerin yetersiz olduğunu ifade eden Dr. Ruhsan Tuğyan, ancak seyreden hasta akışına bakıldığında cilt kanserinde bir artışın yaşandığının gerçekçi bir yaklaşım olduğunu belirtiyor.
İnsanların geçmişe göre kendilerini güneşten daha çok koruduklarını anlatan Dr. Ruhsan Tuğyan, kozmetik açıdan kendilerini korurken de insanların bunu doktor kontrolünde yapması gerektiğini vurguluyor. Zührevi hastalıklar açısından ise ülkemizde herhangi bir sorun yaşanmadığını söyleyen Ruhsan Hanım, Sağlık Bakanlığı’nın bu konudaki denetimlerinin yeterli olduğunu vurguluyor.
Politika yapmasa bile mesleğinin 24 saatini doldurduğunu söyleyen Ruhsan Hanım, vakit buldukça mutfağa girmekten keyif alıyor. Mutfağında kendine göre bir düzenin hakim olduğu ise gün gibi ortada.
Mutfak aletlerinin hemen hepsini elinin altında bulmak isteyen Ruhsan Hanım, çocuklarına ve dostlarına hazırladığı güzel sofralarla tanınıyor. Yakın dostlarının sık sık talep ettiği çikolatalı keki Dr. Ruhsan Tuğyan izleyicilerimiz için de hazırladı......
Yaşamı boyunca yoğun bir insan olan Ruhsan Hanım’a 24 saat yetmiyor. Politikayı bıraktıktan sonra, yıllarca yeterince zaman ayıramadığı ailesiyle daha çok zaman geçirmeye çalışan Ruhsan Hanım, mesleğinin ve ailesinin tüm zamanını aldığını anlatıyor. Çocuklarını yetiştirirken her zaman kendi kendilerine yeterli olmalarını sağlamaya çalıştığını ve bunu başardığına inandığını söyleyen Dr. Ruhsan Tuğyan, hayatta en önemli varlıkların çocukları olduğunu vurguluyor.
Kıbrıslı Türk kadınların temsiliyeti açısından bir ilke imza atarak 2 dönem boyunca mecliste görev yapan Dr. Ruhsan Tuğyan, siyaset tarihimizde önemli bir isim. Kadınların her alanda görev alabileceğini ve Kıbrıslı Türk kadınların siyaseti de en iyi şekilde yapabileceklerinin başarılı öncüsü Dr. Ruhsan Tuğyan.

Gül Öztoprak
Kuzey Kıbrıs’ın ilk kadın başhekimi olmayı başarmış, sağlık alanının fedakar elemanlarından biri Dr. Gül Öztoprak. 24 saat görev başında olan, her çağrıldığında hastasına koşan, canımızı emanet ettiğimiz başarılı doktorlarımızdan biri. 4 Ekim 1954 yılında şu anda başhekimi olduğu Cengiz Topel Hastanesi’nde dünyaya gelen Gül Hüseyin, ailesinin en küçüğü. 2 kızın 7 yıl sonrasında erkek olarak beklenirken kız olarak dünyaya gelen Gül’ün aileye şans getirdiğine inanılır. Baba Hüseyin Fehmi ile anne Hıfsiye Hanım’ın Safiye Gülay olarak adlandırılan minik bebekleri serbest olarak çalışan babasına şans getirir, ailesinin uğur böceği olur. El bebek gül bebek büyütülen minik Gül, hep şımartılır. Kıbrıs’ın en güzel kasabalarından olan Lefke’de büyüyen Gül, sakin bir çocuktur. İlkokula Lefke Küçükler İlkokulu’nda başlayan Gül, çalışkan ve başarılı bir öğrenci olur. Tüm sakinliğine karşın sosyal faaliyetlerin hiçbirinden geri kalmaz. Spor hariç, folklordan tiyatroya, resimden müziğe sanat eğilimine sahip bir çocuktur Gül. Küçükler ilkokulundan sonra Lefke İstiklal İlkokulunda ilkokulu tamamlayan Gül, Lefke Gazi Lisesi’nin orta bölümüne kaydolur. Çatışmaların ve savaşın gölgesinde geçen çocukluğuna rağmen, mutlu bir çocukluk geçirir Gül. Güzel komşulukların ve insan ilişkilerinin yaşandığı bu dönemde, ailece çok mutludurlar. Orta okulda da başarılı bir öğrencilik yaşayan Gül Hüseyin, şiir yarışmalarının vazgeçilmez elemanıdır. Tüm sosyal faaliyetlerin içinde olan Gül, kurdukları Kars folklor ekibinin fotoğraflarının, yıllarca Federe Devletin tanıtıcı broşürlerde yer almasını gururla anımsar.
Kendisinden yaşça büyük olan ablalarının ilgisinden çok mutlu olan Gül, orta 3’e geldiğinde yaşamının en acı olaylarından birini yaşar ve babasını kaybeder. Annesi ve ablalarıyla kalan Gül, çok sevdiği anneannesi Safiye Hanım’a iyice düşkün olur. Bu dönemde, Türk-Rum çatışmalarının acı anıları hafızasında yer eden Gül Hüseyin, Pilot Cengiz Topel’in uçağının düşmesini ve pilotun Rumlar tarafından öldürülüşünü silemez beyninden.
Lise yıllarında da edebiyat ve sanat eğilimi olan bir öğrenci olarak Lefke Gazi Lisesi’ne devam eden Gül Hüseyin, müsamerelerin, yarışmaların, folklorün ve şiirin vazgeçilmez başarılı öğrencisidir. 16 kişilik sınıfında herkesin hedefi üniversite okumaktır. 1972 yılında Lefke Gazi Lisesi’nden mezun olan Gül Hüseyin, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanır. Edebiyatta çok başarılı bir öğrenci olmasına ve öğretmenliği düşünmesine rağmen ‘çalışkan öğrenciler doktor olur’ telkinleriyle tıp okumaya karar verir Gül. Sınıfında bulunan, nişanlı arkadaşlarından biri hariç, 14 arkadaşının tümü de yüksek eğitim almaya hak kazanır. Çalışkanlıklarıyla yıllarca anılan Lefke Gazi Lisesi’nin 72 mezunu arkadaşlarını hiç unutmaz Gül Hüseyin.
İzmir’e, liseden çok samimi olduğu 2 kız arkadaşıyla giden Gül, eğitimi süresince bu arkadaşlarıyla yurtta aynı odayı paylaşır. Tıp fakültesinde de çok çalışkan bir öğrenci olan Gül, kısa sürede İzmir’e alışır. Havası, suyu güzel İzmir’de çok fazla gezemeyen Gül Hüseyin, tüm zamanını derslerine verir. Ağır tıp eğitiminin altından kalkmak için gecesini gündüzüne katan Gül, fakültenin 3. sınıfında Ankara Tıp Fakültesi’nde okuyan, liseden tanıştığı Hasan Öztoprak ile nişanlanır. Hayatı dersler, İzmir ve Ankara üçgeninde seyretmeye başlayan Gül Hüseyin’in temposu iyice artar. Yazları, stajyer doktor olarak çalışmaya başlayan Gül Hüseyin’in staj yaptığı hastanelerden biri Cengiz Topel Hastanesi olur. Gelecekte yıllarını vereceği Cengiz Topel’de çalışmak , Gül Hanım için çok anlamlıdır.
Tıp fakültesinin son yılına geldiğinde dersleri iyice ağırlaşan Gül, 1978 yılında mezun olur. Öğrenci olaylarının çok arttığı bu son dönemde, mezun olmalarına karşın mezuniyet töreni yapılmaz bu dönemin öğrencilerine. Gül ve arkadaşları temsili diplomalarını ancak 20 yıl sonra temsili bir törenle alabileceklerdir, 20 yıl öncesinin anılarıyla ve dostluklarıyla.
Tıp eğitimini 1978 yılında tamamlayan Gül Hüseyin, nişanlısı Dr. Hasan Öztoprak’la birlikte adaya dönerek evlenirler. Yeni evliler Dr. Hasan Bey’in Ankara’da devam eden ihtisası nedeniyle evlendikten hemen sonra Ankara’ya yerleşirler. İhtisasını Ankara’da yapmaya karar veren Gül Hanım, önce fizik tedavi ihtisasına başladıysa da vazgeçer ve hemen ardından Ankara SSK Dışkapı Hastanesi’nde dahiliye ihtisasına başlar. Ankara’ya alışmakta zorlanan Dr. Gül Öztoprak, bu dönemi zor yıllar olarak tanımlıyor. Yeni bir çevre, ağır bir ihtisas, ilk bebeğine hamile kalan Gül Hanım için hayatı iyice zorlaştırır. 22 Şubat 1981’de oğlu Hüseyin’i dünyaya getiren Dr. Gül, zor ve yorucu günler geçirir. Bu arada Gül Hanım’ın ihtisası devam ederken, cilt ihtisasını tamamlayan Dr. Hasan Öztoprak, 2. ihtisas olarak kulak-burun-boğaz ihtisasına başlar. Kısa sürede 2. ihtisasını da tamamlayan Hasan Bey, eşi ve oğlunu Ankara’da bırakarak, askerlik yapmak için Kıbrıs’a döner. 1983 yılında ihtisasını tamamlayan Dr. Gül Öztoprak, oğluyla birlikte eşinin yanına Kuzey Kıbrıs’a döner.
Yeşilyurt Cengiz Topel Hastanesi’nde çalışmaya başlayan eşi Dr. Hasan Öztoprak’la birlikte Güzelyurt’ta muayenehane açan Dr. Gül Öztoprak, yeni bir döneme başlar. 6 yıl boyunca özel çalışan Dr. Gül Hanım, bu arada 2. çocuğunu dünyaya getirir. 16 Şubat 1986’da kızı Seniha’yı dünyaya getiren Gül Öztoprak, zor bir doğum yapar ve 1 buçuk yıl boyunca kızıyla uğraşmak zorunda kalır.
Bu arada, devlet hastanelerinde çalışmak için yaptığı başvuru kabul edilir ve 1989 yılında Lefke Sağlık Merkezi’ne atanır Dr. Gül Öztoprak.
Doğup büyüdüğü bölgede görev yapmak Dr. Gül Hanım için çok anlamlıdır. Saatlerle sınırlı olmayan bir meslekte çalışan Gül Hanım, gece gündüz demeden halkla içiçe olmaktan çok mutludur. Göreve başlamasının 1 yıl sonrasında Yeşilyurt Cengiz Topel Hastanesi’ne atanır Dr. Gül Hanım. 1991 yılından itibaren sürekli kadro ile Cengiz Topel Hastanesi’nde göreve devam eden Dr. Gül Öztoprak, dahiliye kadrosu alarak çalışmaya 1992 yılında başlar.
Merkezden uzak, küçük bir bölgede çalışmanın zor yanları bulunduğunu söyleyen Dr. Gül Öztoprak, dahiliyenin de çok geniş bir alanı kapsadığına dikkat çekiyor. Eşiyle aynı hastanede çalışan Gül Hanım için bir avantaj olur. 2 alanda ihtisas yapmış olan Dr. Hasan Öztoprak, zor anlarında hep eşinin yanındadır. Acil vakaları yoğun bir branş olan dahiliyede diyabete ilgi duyar Dr. Gül Öztoprak. Diyabetli hastaların zor yaşam koşullarını gözönünde bulunduran Dr. Gül Hanım, diyabet hastaları için sürekli birşeyler yapmaya çalışır. 1998 yılında diyabetle ilgili bir eğitime katılan Dr. Gül Öztoprak’ın diyabetiklerle ilgili çalışmaları artar. Diyabetle ilgili olarak yapılan çok az sayıdaki taramalardan olan 1996 yılı taraması diyabetin ülkemizdeki oranının dünya ölçülerinin 2 ½ katı kadar korkunç bir rakam olduğunu ortaya koyar. Dr. Gül Öztoprak, özel eğitiminin ardından Yeşilyurt Cengiz Topel Hastanesi’nde diyabetle ilgili özel bir eğitim merkezi oluşturulmasını sağlar. Özel eğitimli hemşireleri ile hizmet veren merkezde hastalar diyabet hakkında bilgilendiriliyor. Dr. Gül Öztoprak diyabet konusunda iddialı bir hastane olduklarını söylüyor.
Bu dönemde kendilerine ulaşamayan köylere kadar giderek diyabet eğitimi vermeye çalışan Dr. Gül Öztoprak, bu alanda başarı sağladıklarını belirtiyor. Diyabetin Kıbrıs’ta çok arttığına dikkat çeken Gül Hanım, bu konunun üzerinde durulması gerektiğini vurguluyor.
Dr. Gül Öztoprak, Ağustos 2002’de, dünyaya gözlerini açtığı ve meslek yaşamını dolduran Yeşilyurt Cengiz Topel Hastanesi’ne başhekim olarak atanır. Bu atamayla bir kadın doktor, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ilk kez başhekimliğe getirilir.
Tarihçesi 1920’li yıllara dayanan eski adıyla Pendaya Hastanesi, yeni adıyla Yeşilyurt Cengiz Topel Hastanesi, bir zamanlar bölgede aktif olan maden ocaklarında çalışan işçilere hizmet vermek amacıyla yaptırılmış. Daha sonraları tüm bölgeye hizmet verir bir hastane durumuna gelen bu hastane, Türk idaresine geçildiği zaman bölgede şehit olan pilot yüzbaşı Cengiz Topel’in adıyla isimlendirilmiş. Güzelyurt-Lefke-Yeşilırmak bölgesine hizmet veren hastane, şimdilerde yeni bir yapılanma içerisinde.
Hükümet ve Sağlık Bakanlığı’nın yeni kararları doğrultusunda tam teşekküllü 2. basamak hastane olarak yeniden yapılandırılan Cengiz Topel Hastanesi’nin yeni haliyle açılışı 8 Mayıs’ta gerçekleştiriliyor. 27 bin nüfuslu bölgeye hizmet veren hastane, 16’sı doktor toplam 84 personele sahip. Gözle görülür değişimlerin yaşandığı bu küçük hastanede, insan ilişkilerinin en güzeli gözlemleniyor. Personel arasındaki uyum ve hastaların isim bazında herkes tarafından tanınması dikkat çekici. Başta Cengiz Topel Hastanesi Kalkındırma Derneği olmak üzere, bölgede görev yapan 14. Asker Alayı, Lefke Öncü Kadınlar Derneği, Diyabet Derneği, Cumhurbaşkanlığı, TC Elçiliği Yardım Heyeti, Girne Özgürada Lions Derneği, K.T. Yardımsever Kadınlar Birliği’nin ve birçok kurum kuruluşun desteği ve yardımlarıyla hastanenin son derece hızlı bir şekilde yenilendiğini anlatan Dr. Gül Öztoprak, yardımda bulunan herkese teşekkür borçlu olduklarını ifade etti.
50 yataklı bir hastahane olan Cengiz Topel, her alanda hizmet vermeye çalışıyor. Güçlü bir sağlık ekibine sahip hastanedeki gelişmeleri gören bölge halkının, hastaneye olan ilgisi de artmış. Cerrahi operasyonlardan doğumlara, diş operasyonlarından, fizik tedaviye kadar pek çok alanda hizmet veren Hastane, coğrafi anlamda da özel bir konuma sahip. Denize sıfır, yeşillikler arasında kurulan Cengiz Topel Hastanesi, hastaların iyileşmesine tam kapasiteli bir moral güç durumunda. Kuzey Kıbrıs’ın tek golf kulübüne ait golf sahalarıyla içiçe olan Hastane, dıştan gelenler için ilginç bir görüntü oluşturuyor. Çoğunluğu yabancı olan golf oyuncularını günün herhangi bir saatinde, hastane yanında golf oynarken görmek mümkün. 100 üyeli golf kulünün başkanlığını da Dr. Hasan Öztoprak’tan sonra, yine hastane doktorlarından olan Dr. Hasan Garabli yürütüyor. Golf kulübünün hastane içinde faaliyet göstermesinden dolayı sporu seven doktorlar da iyi birer golf oyuncusu olmuş durumunda. Dr. Gül Öztoprak da öğrencilik yıllarında sporla hiç alakası olmasa da şimdilerde, arabasının bagajında sürekli golf sopalarıyla gezen doktorlar arasında.
Şu anki hummalı çalışmalarından ve kazandıkları ivmeden çok mutlu olduklarını anlatan Dr. Gül Öztoprak, hastahaneyi, 8 Mayıs’taki açılışa yetiştirme telaşında.
Gün 24 saat çalışmaya alışkın olan Dr. Gül Öztoprak yine de bu tempoda ailesini ihmal etmemeye çalışmış. Başarılı doktorluğu yanında, usta bir aşçı da olan Dr. Gül Hanım, çocuklarının yetişmesine ve sağlığına hep çok önem vermiş. Onları büyütürken edindiği sağlıklı mutfak prensibini her zaman korumuş. Ailesi ve dostlarıyla paylaştığı keyifli yemek tariflerinden fırında tavuk güveç ve patlıcan salatasını seyircilerimiz için anlattı Gül Hanım.....
Oldukça yoğun bir tempoda çalışan Dr. Gül Öztoprak, doktorlukla başhekimliğin farklı nitelikler gerektirdiğini belirterek, yeni görevinde daha özverili çalıştığını ifade ediyor. Başhekimlikte doktorluktan daha otoriter olunması gerektiğini söyleyen Dr. Gül Öztoprak, kendisinin çok duygusal olduğunu bu nedenle de görevini yerine getirirken etkilendiğini anlatıyor.
İçinde bulunduğumuz yıl mesleğinde 25. yılını dolduran Dr. Gül Öztoprak, anlamı çok büyük olan 25. yıl plaketini Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olan eşi Dr. Hasan Öztoprak’ın elinden almış. Doktorluk yanında yıllarca çeşitli derneklerde de görev alan Dr. Gül Öztoprak, Güzelyurt Hekim ve Diş Hekimleri Dayanışma Derneği’nin başkanlığını da bir dönem boyunca yürütmüş. Fırsat buldukça sosyal faaliyetlerde yer almaya çalışan Dr. Gül Öztoprak, insanlığa hizmet etmekten gurur duyuyor.
Ağır sorumluluk gerektiren bir mesleği yürüten Dr. Gül Öztoprak, mesleği ile ailesi arasındaki dengeyi kurmakta zaman zaman zorlandığını ifade ediyor. Şimdilerde annelik, ebeveynlik ve doktorluk üçgeninde sorumluluklara sahip olan Dr. Gül Öztoprak, ailesinin herşeyden önce geldiğini ifade ediyor.
Geleceğe dair hedefler arasında çocuklarıyla ve ailesiyle ilgili hedefleri olan Gül Hanım, ailesiyle mutlu ve sağlıklı bir gelecek düşlüyor. Üst düzey yöneticiler arasındaki sayılı kadınlardan olan Dr. Gül Öztoprak, hem anneliği hem doktorluğu en iyi şekilde yürütüyor.
Kuzey Kıbrıs’ın ilk kadın başhekimi olarak bir ilke imza atan Dr. Gül Öztoprak, mesleğinin zirvesinde bugün. Erkek egemen toplumumuzun, başarılı kadınlarından olan Dr. Gül Öztoprak, kadın-erkek ayırımı yapmadan insanlığa hizmet vermenin onurunu taşıyor.

Şengül Üstüner
Şengül Üstüner, tam 30 yıllık radyocu. O bir radyo duayeni. Özel kanalların henüz olmadığı yıllarda, halka yayıncılığı tanıtan ve sevdiren, radyo yayıncılarının ilklerinden. 20 Ocak 1945 yılında, Limasol’un güneyindeki şirin Türk köyü Kandu’da dünyaya gelir Şengül Ali. 6 kardeşin 3.sü olan Şengül ilk olarak Safiye diye isimlendirilir. Yaşamını çiftçilikle yürüten Ali Kandulu ile Balkız Kandulu’nun hırçın ve asi kızıdır Safiye. Köy ağası iki kardeşin çocuklarıdır Ali Bey ile Balkız Hanım. Piskobu üssünde çalışan ve çiftçilikle uğraşan varlıklı bir köy halkına sahiptir Kandu köyü. Türk ırkında pek bulunmayan sapsarı saçları ve mavi gözleri ile dikkat çekici bir kızdır Safiye. Ancak saçlarının açık sarı rengi, aile içinde “Beyaz Gül” diye çağrılmasına neden olur. İlkokula Kandu köyünün tek göz odalı okulunda başlayan Safiye’nin adı ilkokul öğretmeni Hüseyin Remzi Bey tarafından Şengül olarak kabul edilir . Şengül Ali, lise sona gelene dek hangi isimde karar kılacağını bilemese de adı Safiye değil Şengül olur. Çok hırçın ve özgür bir çocuk olan Şengül’e kolay kolay kimse laf geçiremez. Her zaman kendini korumasını bilen, canı ne isterse onu yapan bir kızdır Şengül. İlkokul 5’e kadar tek odalı okulda eğitim gören Şengül, 5. sınıfı bitirince ailesi daha iyi eğitim alır düşüncesiyle Şengül’ü Limasol’a Sedat Simavi İlkokulu’na yazdırır. Tüm rahatlığına karşın düzenli ve iyi bir okula geçen Şengül, ortama alışamaz. Arkadaş bulmakta zorlanan Şengül, kısa bir dönem ortama uymakta zorlanır. Daha sonra okuluna alışan Şengül, kendine yeni bir çevre kurar, çalışkan bir öğrenci olur. Aşırı ders meraklısı olmasa da çok sosyal bir öğrencilik yaşar Şengül.
50’li yılların yaşandığı bu dönemde İngiliz İdaresi altında bulunan Kıbrıs’ta, Kraliçe’ye yaptıkları dua ve çektikleri İngiliz bayrağı hep içini burkar Şengül’ün. Haftanın 6 günü devam eden eğitimlerinden en çok aklında kalanı “Yaşa Kraliçemiz Yaşa Melikemiz” nakaratları olur....
Orta eğitimi için Limasol 19 Mayıs Lisesi’ne sınavla girer Şengül. 50’li yılların sonuna denk gelen bu dönem “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganlarıyla geçer. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı bu yıllar, herkes için zor dönemlerdir. Ortaokula başladığı yıldan itibaren izci olur Şengül Ali. Çünkü bir köy çocuğu olarak en büyük hobisi, doğayı keşfetmektir. Derslerinin bazısında iyi bazısında kötü olsa da sosyal faaliyetlerde hep en öndedir. Aynı zamanda iyi bir hentbolcu olan Şengül Ali’nin sevmediği tek aktivite folklör olur. Kitap okumaya aşırı bir düşkünlüğü olan Şengül’ün en büyük eğlencesi de radyo dinlemektir. 1963 yılında 19 Mayıs Lisesi’nden mezun olur Şengül.
Şengül Ali, okuduğu kitaplar ve çok severek dinlediği radyo yayınlarından etkilenerek gazeteci olmaya karar verir. Ancak 1963 Aralığında çıkan olaylar nedeniyle, gazetecilik hayalleri suya düşer Şengül’ün. Umutlarını kaybetmeyen Şengül, 1964’te Ankara Siyasal Bilgiler Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okumak için Ankara’ya gider. Yabancı öğrencilere uygulanan kontenjan sınavı ile istediği okula girmeyi başaran Şengül, muradına erer ve gazetecilik eğitimi almaya başlar. Çok yüksek sosyal puanla girilen Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda 60 kişilik sınıfta sadece 5 Kıbrıslı öğrenci vardır.
Üniversitede, geçmiş öğrenciliğinden farklı olarak çok çalışkan bir öğrenci portresi çizer Şengül Ali. Düzenli ve planlı çalışması, Şengül’e başarıyı getirir. Son sınıfa geçerken, Halkın Sesi’nde Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’la yaptığı röportaj, Şengül Ali’ye gurur ve kararlılık getirir. Artık gazeteciliği başaracağından hiç kuşkusu yoktur. Üniversitede çok güzel bir arkadaş grubu edinen Şengül, Ankara’nın sanat ortamından da olabildiğince faydalanır. Yıllar önce edindiği arkadaşlıklarını bugüne kadar taşımış Şengül Ali.
1970 yılında üniversiteden mezun olan Şengül Ali, Kıbrıs’a dönerek, hemen iş aramaya başlar. Ancak Kıbrıs’ın kısıtlı, dar çevresinde kendine bir iş bulamaz. Boşta kalan Şengül, lisan eğitimi için İngiltere’ye gider. 18 ay boyunca İngiltere’de kalan Şengül Ali adaya döndükten sonra yine işsizdir. Türkiye’ye gitme isteği ailesi tarafından reddedilince, umutları kırılır. 1972 yılında Bayrak Radyosu’nda açılan program kadrosu Şengül Ali’nin meslek yaşamının başlangıcı olur. Başvurusu olmasa da arkadaşlarının kanalıyla kendini BRT’de bulur Şengül.
Gazetecilik hedeflerken, kendini radyoda bulan Şengül Hanım, önceleri üzülür. Ancak zaman geçtikçe, araştırmacılık gerektiren bir görev olan radyo programcılığını çok sever Şengül Ali. Okumayı seven bir insan olarak kendisi için aslında biçilmiş kaftandı radyoculuk. Aynı kuşaktan programcılar olarak çok uyumlu bir kadroda çalışan Şengül Üstüner, ilk olarak Yüzyıllar Boyunca Türk Kadını programını yayınlamaya başlar. Bu Şengül Hanım’ın uzun soluklu ilk programıdır. BRT’nin çok sıkı bir denetim yapısına sahip olduğunu anlatan Şengül Üstüner, radyonun kendisine hayat verdiğini farkeder.
Yeni işi ile yeni bir yaşama başlayan Şengül Ali, için değişiklikler bitmez bu dönemde. 1971’de İngiltere dönüşünde tanıştığı Kemal Üstüner, Şengül Ali’yi ailesinden ister ve 20 Nisan 1972’de nişanlanırlar. 14 Mayıs’ta nikahlanan Şengül Hanım ile Kemal Bey, 23 Temmuz 1972’de evlenirler. Çok hızlı bir programlama ile yeni bir hayata başlayan Şengül Üstüner, 6 Mayıs 1973’de oğlu Sinan’ı dünyaya getirir.
1974 savaş ortamını Bayrak Radyosu’nda yaşar Şengül Üstüner. Kuzey’deki Türk devletinin tek radyosu olan Bayrak Radyosu, savaş ortamında farklı bir misyon üstlenir. Kötü günlerin yaşandığı bu dönemde halkın moralini yükselterek yaşananlar konusunda bilgilendirme görevini yerine getiren Bayrak Radyosu’nda ağır koşullarda, zor bir dönem geçirir Şengül Hanım ve arkadaşları. Savaşın sona ermesinin ardından normal yayınına dönen Bayrak Radyosu’nda yine güncel programlar yapmaya başlar Şengül Üstüner. Bu arada oğlunun ardından, 31 Aralık 1974’te kızı Elif’i dünyaya getirir Şengül Hanım.
74 sonrasındaki yayınlarda yeni programlara imza atmaya başlayan Şengül Üstüner’in ilk göz ağrısı Bilgi Dağarcığı programı olur. Programlarıyla ilklere imza atan Şengül Hanım, araştırmacı kişiliğiyle, toplumu bilgilendirmeyi kendine görev edinir. Programcılıkta öğrenilenlerin başkasına aktarıldığını ifade eden Şengül Üstüner, uzun soluklu programlarla dikkat çeker. Programları için saatler süren araştırmalar yaptığını anlatan Şengül Hanım, program yaptığı dönemde haftada ortalama 30 sayfalık program yazdığını vurguluyor. 1988 yılında yapımcılığını üstlendiği Çocuk Saati programı ile Türkiye’de katıldıkları 23 Nisan etkinliklerinde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıtma faaliyetlerine katılır Şengül Hanım. Programda yer alan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın mesajını 7 dilde çoğaltarak, 40 ülkeye dağıtım yapan Şengül Üstüner ve BRT ekibi, bunun gururunu taşır.
18 yıllık program yapımcılığının ardından, Şengül Üstüner, 1990 yılında Bayrak Radyosu’nun Söz Yayınları Sorumluluğu’na getirilir. Bir yasa değişikliği sonucunda, kısa bir süre sonra Eğitim-Kültür Yayınları Sorumluluğu’nu üstlenen Şengül Üstüner’in, yöneticilik alanı genişler.
Programcılarla diyalog halinde radyo yayınlarının devamlılığını sağlayan Şengül Hanım, Bayrak Radyo’sunun ardından Bayrak Radyo Televizyon Kurumu bünyesinde bulunan 4 radyo kanalının tümünden sorumlu bir noktaya BRT Koordinatör Yardımcılığı’na getirilir. Bayrak Int, Bayrak Klasik, Bayrak FM ve Bayrak 1’in tüm sorumluluğunu üstlenmek çok zor bir görevdi. Ancak Şengül Üstüner’in titiz ve disiplinli çalışması, bu görevin de üstesinden gelmeye yeterli olur.
Müzik programlarından, yayın spikerlerine, stüdyolardan yayınlara kadar herşeyle çok yakından ilgilenen Şengül Üstüner’in Koordinatör Yardımcılığı döneminde otomasyona geçen Bayrak Radyosu, yeni teknik imkanlara da kavuşur. İleri teknoloji imkanlarına sahip stüdyoların kurulduğu bu dönemde, Bayrak Radyosu, dünyanın dört bir yanına yayın yapar duruma gelir.
Yoğun bir çalışma temposu bulunan Şengül Hanım, 30 fiili hizmet yılının ardından pek hevesle olmasa da emekli olmaya karar verir. Ekonomik krizin tüm ülkeyi etkilediği 2002 yılında, biraz da ekonomik zorluklardan dolayı Şengül Hanım emekli olur. Emeklilik döneminde yıllardır çocuklarına ayıramadığı zamanı torunlarına ayırmayı hedefler Şengül Üstüner. Yoğun temposunun ardından sıkılacağını düşündüğü emeklilik döneminde boş vakit bulamaz Şengül Hanım.
Şimdilerde liseden kalma alışkanlıkla tekrar şiir yazmaya başlayan ve radyo oyunları yazan Şengül Üstüner, boş bulduğu anlarında çok sevdiği bahçesiyle ilgileniyor. Çağımızın en büyük eğlencesi bilgisayara da iyice alışan Şengül Üstüner, yakında dünyaya gelecek torunlarını heyecanla bekliyor.
Planlı programlı çalışma sonucunda her işin üstesinden gelinebileceğini ifade eden Şengül Üstüner, çocuklarına da zaman ayırmak için zaman zaman eve iş getirdiği günleri hatırlıyor. İşine sadık ve disiplinli bir çalışan olan Şengül Üstüner, çalışma yaşamı boyunca sadece 2 gün rapor kullandığını gururla anlatıyor. Çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştığını anlatan Şengül Hanım, 2 çocuğunun da milli sporcu olduğunu ve kendisini çok mutlu ettiklerini söylüyor.
30 yıllık bir yayıncı olan Şengül Hanım, özel radyo kanallarının BRT Kurumu radyo kanallarıyla asla rakip olamayacağını, çünkü BRT’nin işlevinin ve amacının farklı olduğuna dikkat çekiyor. Özellikle Bayrak Radyosu’nun çok değişik bir çizgide yayın yaptığını anlatan Şengül Üstüner, özel radyoların da çok seslilik için şart olduğunu vurguluyor. Özel radyolarla halka farklı alternatifler sunulduğunu söyleyen Şengül Hanım, çok sesliliğin ülkemiz için gerekli olduğunu ifade etti.
Son yılların en popüler mesleği olan radyo programcılığını seçecek gençlerin araştırmacı, yetenekli ve yaratıcı olması gerektiğini vurgulayan Şengül Hanım, programcılıkta en önemli noktanın hedef kitleye inebilmek olduğuna dikkat çekiyor.
Deyim yerindeyse, radyoculuğa bir ömür vermiş, başarılı programlara imza atmış olan Şengül Üstüner’e bir gün, radyoculuğun bir başka dalında, oyun yazarlığında rastlayabiliriz. Yayıncılıkta başarılı kadınlarımızdan biri olan Şengül Üstüner, Bayrak Radyo Televizyon Kurumu’nda iz bırakanlardan.

Mevhibe Şefik
Sanata, müziğe, tiyatroya ve el sanatlarına aşık, bu alanda bir çok ilke imza atmış ama birçoğumuzun tanımadığı, başarılı kadınlarımızdan biri Mevhibe Şefik. Yetiştirdiği pek çok öğrencisi, bugün sanat dünyamızın ünlü isimlerinden. 9 Nisan 1923 yılında, çok büyük ve kalabalık bir ailede 3 kızkardeşin ortancası olarak dünyaya gelir Mevhibe. Lefkoşa’da o zamanki adı ile Osman Nuri Sokağa açılan ev, dayılar, teyzeler ve yeğenlerin de yaşadığı çok kalabalık bir mekandır. Arap ülkelerinden gelmiş, Lefkoşa’da “Şekerciler” diye ünlenmiş bir ailenin oğlu olan baba Hüseyin Hüsnü Hacı Mustafa, baba mesleğinin aksine ayakkabıcılıkla uğraşır. “Küçük Barutçular”ın kızı olan anne Naciye Hanım ise ev hanımı idi. Yerinde duramayan ve hareketli bir çocuk olan küçük Mevhibe, bol çocuklu ailede büyümenin avantajı ile çocukluğunu doyasıya yaşar. Mevhibe 4 yaşına geldiğinde Rahime Hanım’ın anaokuluna başlar. 3 yıllık anaokulu eğitiminin ardından 7 yaşında ilkokula başlar Mevhibe. Resime olan yatkınlığını farkeden öğretmenleri Mevhibe’yi resim yapması konusunda teşvik ederler. Dayısı Hasan Kemal Bey’in sanat alanındaki aktifliği yeğenlerine de yansıyınca, Mevhibe 7 yaşında kendini sahnede bulur. Bedia Muvahhit’in başrol oynadığı bir tiyatro oyununda sahneye çıkan Mevhibe, tiyatroya da gönül verir. Sürekli okuyan bir çocuk olan Mevhibe, çalışkan bir öğrencidir. 23 Nisan’da baharın gelişini müjdeleyen Çiçek Bayramı’nın kutlandığı o devirlerde, bol çiçekli bayramları heyecanla beklerdi Mevhibe.
5 yıllık ilkokulun ardından, duhuliye sınavını kazanarak İslam Kız Mektebi’ne başlar Mevhibe. 5 yıllık bir okul olan İslam Kız Mektebi, kısa bir süre sonra 8 yıla çıkarılır. Çok çalışkan derslerine meraklı, el işlerinde yetenekli bir öğrenci olan Mevhibe, haylazlıktan da geri kalmaz. İlk resim hocası olan Şefik Bey, Mevhibe’nin resme olan yeteneğini farkeder ve babasına giderek kızının yeteneğini anlatır. Resim yanında tüm müsamerelerde en önde olan Mevhibe, sanata aşık bir çocuk olarak büyür. Sanatın yanında iyi bir sporcu da olan Mevhibe Hüseyin, voleybol takımının vazgeçilmez, en iyi servis atıcılarından biri olur. Kurdukları takımla Rum tarafına giderek Fransız Okulu ve Faneromeno Lisesi gibi okullarla yaptıkları maçlarda dikkat çekici sporculardan biri olur Mevhibe.
Kıbrıs’ta İngiliz İdaresi’nin hüküm sürdüğü bu yıllarda İslam Kız Mektebi’nin adı bir süre sonra Viktorya Kız Lisesi olarak değiştirilir. Resme yetenekli öğrencilerden biri olan Mevhibe, son sınıfa geldiğinde, resim hocası Mrs. Megow, onlara kurs vermeyi ve okulda kendi yerine yetiştirmeyi teklif eder. Bu teklifi kabul eden Mevhibe, son yıl haftada 2 kez Rum tarafına geçerek ders almaya başlar. Resim yanında lettering denilen yazı stili ve touch system denilen on parmakla daktilo dersleri de alan Mevhibe, okulda da 2. ve 4. sınıflara ders vermeye başlar. 1939-40 yılında Viktorya Muallimler Tedris Kursu Şahadetnamesi ile, birincilikle mezun olan Mevhibe, 8 yıllık liseyi, 7 yılda tamamlayan çalışkan öğrencilerden biri olur. Son yılında hem öğrenci hem öğretmen olan Mevhibe, öğrencilere resim yanında Türkçe ve daktilo dersleri de verir.
Öğretmen-öğrenci yılının ardından, resmen öğretmenliği gündeme gelir Mevhibe’nin. Ancak devletin öğretmenlik sınavına katılmadığı için, sorunlar yaşamaya başlar Mevhibe. Kendisine ders veren Mrs. Megow’dan iyi bir öğretmen olabileceği konusunda bir referans alan Mevhibe, işine devam etmek için Okul Komisyonu’na başvurur. Ancak Komisyon Başkanı, Mevhibe’nin yaşının küçüklüğü nedeniyle buna onay vermemekte direnir. Kısa bir süre sonra 1941-42 yılında Mevhibe Hüseyin, resmen resim, Türkçe ve daktilo dersi öğretmeni olarak göreve başlar. Mevhibe Hanım, 18 yaşında, Kıbrıs’taki ilk bayan resim ve daktilo hocası olur.
Öğrenciliğini geçirdiği okulda öğretmenliğe başlayan Mevhibe Hüseyin, yaşı küçük olmasına karşın öğrencileri tarafından çok sevilir. Çalışkan, titiz ve çok hoşgörülü bir öğretmen olan Mevhibe Hanım, resim ve daktilo derslerini sınıfta değil, açık havada yapmayı tercih eder hep. Başarılı bir öğretmen olan Mevhibe Hüseyin, 1945 yılında biri Türkiye’den biri İngiltere’den olmak üzere 2 burs teklifi alır. Ancak yaşanan çeşitli sorunlar nedeniyle bursların hiçbiri gerçekleşmez. Bu olaya çok üzülse de Mevhibe Hanım, kısa sürede kendini toparlar. Öğrencileriyle güzel çalışmalar yapan Mevhibe Hüseyin, bu dönemde sahneye ilk kez dekor uygular. Kıbrıs’ta bir ilki gerçekleştirerek okul müsameresinde, metrelerce kapot bezini boyayarak inanılmaz bir dekor ortaya çıkaran Mevhibe Hüseyin, yaratıcılığın sınır tanımayacağının en güzel göstergesi olur. Tutkalından boyasına kadar dekorun tüm malzemesini eliyle hazırlayan Mevhibe Hüseyin, hazırladığı bu dekoru ilk kez Beliğ Paşa Salonu’nda kurarak, öğrencilerini de ilk kez bir milli oyunla sahneye çıkarır. Bir piyeste 7 dekor hazırlayan Mevhibe Hüseyin’in elinden fırça hiç düşmez. Fırçasıyla yeni dünyalar yaratan Mevhibe Hanım, bundan büyük haz duyar.
1945 yılından itibaren, okul müdürünün isteği üzerine, yurtta görevli olarak kaldığı dönemlerde, meraklı öğrencilerinin de yardımıyla inanılmaz dekorlar yaratan Mevhibe Hanım, müsamereye çıkacak öğrencileri baştan ayağa kağıt giysilerle donattığını unutamıyor.
Bu dönemde öğrencilere gece etütleri de vermeye başlayan Mevhibe Hanım, öğretmenliği döneminde şık giyimi ile dikkat çeker. Verdiği tüm dersler yanında bu dönemde bir yıl boyunca müzik hocalığı da yapmaya başlayan Mevhibe Hanım, müsamerelerin en önde gelen düzenleyicisidir. Jale Derviş’in müzik hocalığı yaptığı dönemlerde, birlikte çalıştıklarını anlatan Mevhibe Hanım, bu dönemde başarılı dekorlara imza atar.
Mevhibe Hüseyin 1951 yılında, kısa sürede evleneceği Londra’dan yeni gelen Ali Şefik Bey ile tanışır. Yeğeni Vedia Barut’un dükkanında karşılaştığı Ali Şefik Bey, hemen o gece Mevhibe Hanım’ın ailesine görücülüğe gider. Çok kalabalık bir evde yaşamaktan sıkılan Mevhibe Hüseyin, evlenerek İngiltere’ye gideceğini düşünerek Ali Şefik Bey’in evlilik teklifini kabul eder. Ancak, 1951 Haziran’ında evlenen Mevhibe Hanım ile Ali Şefik Bey, Kıbrıs’ta kalmayı tercih ederler. Balayı için, eşi ile birlikte İngiltere’ye giden Mevhibe Hanım, bol bol gezer ve resim derslerinde öğrencileriyle birlikte kullanabileceği çeşitli malzemeler satın alır.
Mesleğine çok bağlı bir öğretmen olan Mevhibe Şefik, tatil günlerinde dahi öğrencileriyle birlikte gezilere çıkar, gözlemler yapardı. Eşinin bu yoğun temposuna kısa sürede alışan Ali Şefik Bey, Mevhibe Hanım’ın en büyük destekçisi olur. Mevhibe Hanım, 1955 yılında tek çocuğu olan kızı Naciye’yi dünyaya getirir.
Türk-Rum çatışmalarının yaşandığı bu dönemde, kızını, Rum tarafındaki bir klinikte kurşun yağmurları altında dünyaya getirmek zorunda kalan Mevhibe Hanım, zor bir doğumun ardından, başka bir bebek yapma şansını da yitirir.
El bebek gül bebek büyüttükleri kızları Naciye’ye göz bebekleri gibi bakan Mevhibe Hanım ile Ali Şefik Bey, kızlarının her istediğini yerine getirirler. Kendi kendine yeten çalışkan bir kız olan Naciye, annesinin yoğun temposuna ayak uydurur.
Takvimler 1957 yılını gösterdiğinde, Mevhibe Hanım, Rum tarafında yayın yapan ve müdürlüğünü Suphi Rıza Bey’in yaptığı radyoya başvurarak, , radyo temsillerinde oynamaya başlar. Mevhibe Hanım’a büyük keyif veren tiyatroculuk, 1963 yılına dek sürer. Türk-Rum çatışmalarının yoğunlaştığı bu dönemde Rum tarafına gitmekten vazgeçen Mevhibe Hanım, şehir dışından surlariçine gelen Türklere yardım için uğraş verir. Ailesinin oturduğu Farabi sokağın nüfusunun 40 kişiden 150 kişiye çıkması, Mevhibe Hanım’ın yoğun yaşam temposunu iyice artırır.
1963 yılından itibaren iyice ağırlaşan yaşam şartları herkesi olduğu gibi Mevhibe Hanım ve ailesini de etkiler. 1963’ün ardından çift eğitime geçen Kız Lisesi’nde görevi iyice ağırlaşan Mevhibe Hanım, dört elle işine sarılır. Bu dönemde müdür muavini olan Mevhibe Şefik için yine de en önde gelen ders resim olur. Resme yetenekli pek çok öğrenci yetiştiren Mevhibe Hanım, hem evinin hem de okulun bütün yükünü çeker. Resim öğretmeni olmasına karşın hiç kişisel sergi açmayan Mevhibe Hanım için dekor yaratmak hep daha önde olur.
Öğrencileriyle sergi çalışmaları yapan ve hep onları yetiştirmeyi kendine vazife edinen Mevhibe Hanım’ın öğrencileri arasında bugünün pek çok ünlü sanatçısı var. İnci Kansu, Gülten Can, Yalkın Muhtaroğlu, Özden Selenge, Göral Özkan, Gülşen Mustafa ve Aylin Örek gibi pek çok isim Mevhibe Hanım’ın öğrencisi olmakla gurur duyuyor.
Mevhibe Şefik, zamanının çoğunu öğrencilerine ayırırken, kendini de kızına uyarlamaya çalışır hep. Ancak, annesinin yoğun temposuna alışan Naciye, kendi kendine yeter hep. Sınıflarını birincilikle geçen, elinden kitap hiç düşmeyen Naciye, annesine hiç yük olmaz. Liseyi bitirmeden Tansel Doratlı’yla tanışan ve arkadaş olan Naciye Şefik, ailesine büyük bir sürpriz yaşatır.
1983 yılında yaş haddinden emekli olan Mevhibe Şefik, görevinden gönüllü olmasa da ayrılmak zorunda kalır. 60 yaşında ayrıldığı okulunu hep özlediğini anlatan Mevhibe Hanım, öğrencilerinin ve arkadaşlarının kendisi için hazırladığı emeklilik törenini unutamıyor. Okulu uzun süre aklından çıkaramayan Mevhibe Hanım, yeni yaşam biçimine alışmak için Almanya’da yaşayan kızının yanına gider. Torunlarını alarak adaya dönen Mevhibe Hanım, Naciye Hanım ve Tansel Bey’in de Kıbrıs’a dönmesinin ardından torunlarıyla vakit geçirmeye başlar. Ali Şefik Bey ve Mevhibe Hanım, 2000 yılında Gazimağusa’da yaşayan kızlarının yanına taşınırlar. Ancak Ali Şefik Bey, kızının yanına taşındıktan kısa bir süre sonra vefat eder. Eşini kaybeden Mevhibe Hanım, şimdilerde çocukları ve torunlarıyla ilgileniyor.
40 yılı aşkın bir süre öğretmenlik yapan ve ilk Kıbrıslı Türk kadın resim öğretmeni ünvanını taşıyan Mevhibe Şefik, öğrencilerinin çocuklarını da yetiştirmeyi başaran ender öğretmenlerden. Kıbrıs’ta bir ilke imza atarak, sahne dekorunu yaratan Mevhibe Hanım, eğitim tarihimize imza atmış eğitmenlerimiz arasında öne çıkanlardan.
İlkay Diren -Başkan Yeşilyurt Pendaya Kıbrıs doğumlu. İlkokulu Arodez (Kalkanlı) köyünde bitirdi. Ortaokulu Baf Kuruluş Lisesi'nde tamamladı. Lise öğrenimi’ni Lefkoşa Türk Lisesi'nde tamamladı. Yüksek Öğrenime 1974’de Gazi Eğitim Ensitüsüne girdi. 1979’da Eğitim Ensitisünün Sosyal Bilgiler bölümü mezunu. Yüksek Öğrenim yıllarında ve mezun olduktan sonra Diş Teknisyenliği kurslarına katıldı. 1981 yılında askerliği bitirdikten sonra, Diş Laboratuvarı açarak; Diş teknisyenliği yapmaya başladı. Halen bu mesleği icra etmektedir. İlkay Diren ayrıca Girne Amerikan Üniversitesi İletişim Fakültesi Yüksek Lisans Eğitimi almış olup, Kurul'daki 2. başkanlık dönemini icra etmektedir. Evli, bir kız ve bir erkek çocuk babasıdır.
Hakkı Yazgan -Başkan Yardımcısı 1945 Yılında Baf’ta doğan Hakkı Yazgan, 1963 yılında Limasol’daki 19 Mayıs Lisesi’nden mezun oldu. Üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Ana Bilim Dalı Radyo/TV Fakültesi, Gazetecilik ve İletişim Bölümünde sürdürdü. 1970 yılında mezun olduğu Ankara Üniversitesi’nin ardından İngiltere’de Leicester Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler bölümünde master eğitimini tamamladı. 1998 yılında aynı bölümde doktora tez çalışmasına başladı. 2002 yılında felsefe üzerine master yaptı. BRT haber müdürlüğü, Birlik Gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğü, Dışişleri ve Savunma Bakanlığı Tanıtma Dairesi müdürlüğü ve Bakanlık müdürlüğü görevlerinde bulundu. Yurt Dışında Yaşayan Kıbrıslı Türkler masasının ilk sekreterliği, kuruculuğu ve başkanlığı görevlerinin yanı sıra, Türkçe Konuşan Haber Ajanslar Birliğinin kurucu üyeliği ve Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliği Başkan yardımcılığı görevlerinde bulundu. Akademik kariyerini Yakın Doğu Üniversitesi ve Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin adrından, halen Girne Amerikan Üniversitesi’nde Ekonomi ve İşletme Fakültesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı ve öğretim görevlisi olarak sürdürmektedir. Ayrıca halen Yayın Yüksek Kurul’u Başkan Yardımcılığı görevini sürdürmekte olup, evli ve 2 kız babasıdır.
Özgül Gürkut Mutluyakalı -Cumhurbaşkanı Temsilcisi 1969 yılında Lefkoşa’da doğdu. Lefkoşa Türk Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nun gazetecilik ve halkla ilişkiler bölümünden 1991’de mezun oldu. Aynı yıl “halkla ilişkiler ve tanıtım” dalında yüksek lisans eğitimine başladı ve 1994’te tamamladı. Öğrencilik yıllarında Üniversite Temsilciler Konseyi’nde aktif görevler aldı. Temmuz 1992’de Kıbrıs Gazetesi’nde muhabir olarak çalışmaya başladı. Eylül 1996’dan itibaren ise Türk Ajansı Kıbrıs’ta (TAK) görev yapıyor. 1998-2000 yılları arasında Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliği Başkanlığı’nı yürüttü. Halen Trafik Kazalarını Önleme Derneği Genel Sekreterliği görevini sürdürüyor. Evli ve bir çocuk annesidir.
Osman Özalp -Üye 1939 Mehmetçik Kıbrıs doğumlu. Mehmetçik İlkokulu, Ankara Yapı Enistitüsü, Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu İnşaat Bölümü mezunu. Lefkoşa Türk Yapı Enistütüsü’nde Öğretmenlik, Müdür Muavinliği, Müdür Vekilliği, S.Simavi Endüsti Meslek Lisesi’nde Okul Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği, Mesleki Teknik Öğretim Dairesinde ek görev olarak uzmanlık ve Daire Müdür muavinliğine vekalet, Mesleki Teknik Öğretimi Dairesi’nde Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Vekilliği ve Müşavirlik görevlerinde bulundu. Ayrıca okul sporları yürütme kurulu Başkanlığı, Futbol Hakemliği, YAK Spor Kulübü Yönetim Kurulu üyeliği, Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu üyeliği, Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu Başkanlığı, Futbol Federasyonu Asbaşkanlığı, Spor Başkanlığı “Spor İhtisas Komisyonu Üyeliği”, Spor Bakanlığı “Spor Genel Yönetim Kurulu Üyeliği” ve YYK 3. dönem Başkanlığı görevlerinde bulundu.
Olgun Üstün -Üye Kasaba-Baf’ta doğdu. 1964 yılında LTL’den 1972 yılında da İstanbul Üniversitesi’nden Jeoloji Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. 1979 Yılında Londra’da Middlesex Üniversitesinde “Su kaynakları Mühendisliği” dalında üniversite üstü diploma aldı. KKTC hükümetlerinde Tarım, Doğal Kaynaklar ve Enerji Bakanlığı’nda uzun yıllar Bakanlık Müdürü ve Müsteşar Vekilliği görevlerinde bulundu. 1995 yılında Girne Amerikan Üniversitesi’ne önce öğretim görevlisi ardından öğrenci işleri daire başkanlığı ve Rektör baş danışmanı olarak çalıştı. Son olarak halen sürdürdüğü Üniversitenin Yöneticiler Kurulu Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. Radyo ve televizyon yayınları ile ilgisi çocuk yaşlarda başladı. 1964 yılında kurulan Lefke Sancak Radyosu’nda 1967 yılına kadar muhabir-spiker, editör-spiker görevlerinde bulundu. Yüksek öğrenim dönüşü, 1972’den 1995 yılına kadar BRT Radyo 1’de ve BRT TV’de Türkçe haber spikeri, maç yayın spikeri ve program yapımcısı olarak hızmet verdi. 1976 da kurulan BRT televizyonunun ilk 3 Türkçe Haber spikerlerinden biridir. 1995-2005 yılları arasında Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu’nda As Başkan olarak görev yaptı. Birçok mesleki ve sivil toplum örgütünde görev üstlendi. 1997 yılında kurulan Yayın Yüksek Kurulu’nda kurucu üye olarak yer aldı. Bu kurulda bir dönem başkan yardımcısı olarak da görev yapan Olgun Üstün halen YYK üyeliğini sürdürmektedir. Türkçenin yanında İngilizce ve Rumca bilmektedir.
Eren Soygür -Üye Baf Kazası’nın Hulu Köyü’nde 23/12/1948 yılında doğdu. İlkokulu aynı köy ilkokulunda bitirdi. Ortaokula Baf Kurtuluş Lisesi’nde başlayıp daha sonra Lefkoşa Bayraktar Ortaokulu’ndan mezun oldu. Lise öğrenimini Lefkoşa Türk Lisesi’nde tamamladı. Yüksek öğrenimini 1969-74 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yaptı. İnşaat Fakültesi’nden 1974 yılında İnşaat Mühendisi olarak mezun oldu. 1965-69 yılları arasında Lefkoşa’da mücahitlik yaptı. 1974 yılında Su işleri Dairesi’nde İnşaat Mühendisi olarak göreve başlayıp, 1994’te Su İşleri Dairesi Müdürü oldu. 1996-2001 yıllarında Müdür Müşaviri olarak görev yaptıktan sonra 2001 yılında emekli oldu. 1980-1990 yıllarında 10 yıl süre ile K.T.M.M.O. Birliği Yönetim Kurulunda Genel Yazman ve Genel Sayman olarak görev yapan Soygür iyi derecede İngilizce ve orta derecede Rumca bilmekte olup, evli ve bir kız, bir erkek çocuk sahibidir.
Ali Baturay -Üye 14. 10. 1968 yılında Larnaka kazasına bağlı Alaniçi köyünde doğdu. İlköğrenimini Alaniçi İlkokulu’nda, orta öğrenimini ise Mağusa Canbulat Lisesi’nde gördü. Üniversiteye başladığı 1986 yılında part- time olarak Halkın Sesi gazetesinde çalışmaya başladı. Gazetecilik sevdasıyla, Doğu Akdeniz Üniversitesi Bilgisayar Bölümü’nde üç yıl eğitim gördükten sonra, eğitimini yarım bırakıp, gazetecilik mesleğine atıldı. Profesyonel meslek yaşamının 11’inci yılı olan 2003’te Yakın Doğu Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. 1986 yılından itibaren Halkın Sesi Gazetesi’nde part- time çalışmaya başladı. Ekim 1989- Ekim 1991 yıllarındaki askerlik yükümlülüğü hariç, 1986’dan 1992’ye kadar Halkın Sesi’nde part- time olarak çalıştı. 1992 yılında Halkın Sesi’nde profesyonel anlamda çalışmaya başladı ve 1995 yılına kadar bu gazetede muhabir olarak görev aldı.1995 yılında Yenidüzen Gazetesi’ne geçti. Bu gazetede muhabir ve haber müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1998 yılında, Yenidüzen Gazetesi’nden ayrılarak, KIBRIS Gazetesi’nde çalışmaya başladı. KIBRIS’ta önce muhabir, daha sonra gece editörü olarak görev yaptı. Halen bu gazetede haber müdürlüğü görevini sürdürüyor. 2000- 2003 yıllarında gazetede gece editörlüğü yaptığı dönemde gündüzleri Doğu Akdeniz Üniversitesi Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nde basın memuru olarak görev yaptı. Halen Girne Amerikan Üniversitesi’nde part- time olarak haber yazımıyla ilgili iki ders vermektedir. 2005 yılında Yayın Yüksek Kurulu (YYK) Yönetim Kurulu üyeliğine atandı, halen bu görevi sürdürmektedir. Gazeteciler Birliği ile Spor Yazarları Derneği genel kurullarında yer aldı. Haber, araştırma ve röportaj dallarında çeşitli ödülleri bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Av. Direnç Civa -Üye
1981 yılında Lefkoşa’da dünyaya gelen Direnç Civa, illk öğrenimini Güzelyurt Kurtuluş İlkokulu’nda, orta öğrenimini Bayraktar Türk Maarif Kolejinde, Lise öğrenimini ise Türk Maarif Kolejinde tamamladıktan sonar, 1998 yılında Doðu Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesinde hukuk eğitimine başladı. 2002 yılında bu fakülteden mezun olarak Lefkoşa’da staj görmeye başþladı. 2002-2003 yılları arasında avukatlık stajını tamamladıktan sonra Eylül 2003’te avukat olarak kaydolundu. Halen Lefkoşa’da avukatlık mesleğini icra etmektedir.